27 Ocak 2016 Çarşamba

Suça ve günaha çağrı


“Yargı devlet içerisinde ayrı bir güç gibi hareket ediyor” diye yaftalayarak güçler ayrılığı esasına dayalı demokratik bir hukuk devletinden ne anladığını açıkça ortaya koyan Erdoğan işine gelmeyen hiçbir yargı kararına uymuyor. Pek çok örneği olan bu duruma, Ankara 11. İdare Mahkemesi’nin, o zamanlar “Başbakanlık Binası” olarak inşa edilen AK Saray’ın üzerine kurulduğu arsanın SİT alanı statüsünün değiştirilmesi kararını iptaline yaklaşımı iyi bir örnektir. Mahkemenin bu kararıyla inşaatın durması gündeme gelmiş olsa da inşaat çalışmaları tüm hızıyla devam etmişti. Erdoğan ise, bu vesileyle, hukuka ve mahkeme kararlarına saygısının seviyesini şöyle göstermişti: “Güçleri yetiyorsa yıksınlar. Yürütmeyi durdurdular, bu binayı durduramayacaklar. Açılışını da yapacağım, içine de girip oturacağım.”
İşine gelmeyen Anayasa Mahkemesi kararlarını beğenmiyor, bu kararlara uymuyor… Erdoğan 30 Mart 2014 yerel seçimleri öncesi keyfi bir şekilde kapatılan Twitter konusunda özgürlükçü bir karar veren Anayasa Mahkemesi’ni (AYM) hedef almış, adeti olduğu üzere AYM’yi derhal ihanetle suçlamıştı. Bununla yetinmemiş ve kendisinden farklı düşünen herkese yönelik iddialarını AYM üyeleri için de dile getirmişti. Tabii ki hemen AYM üyelerinin şantaj kasetleri olduğunu iddia etmişti. Oysa AYM’nin yaptığı en ilkel hukuk devletlerinde bile sansürlenmesi mümkün olmayan, kapatılması Anayasa’ya aykırı olan bir sosyal medya mecrasının kapatılmasına karşı çıkmaktan ibaretti.
Hukuksuzlukta ve keyfilikte peşinden sürüklediği çevresindeki adamlarına rol model oluyor… Yıllar boyunca Erdoğan, sadece kendisi hukuksuzluk ve keyfilik yapmadı. Çevresine topladığı adamlarından da hep hukuksuzluk ve keyfilik bekledi. İki yılı aşkın bir süredir Hizmet Hareketi’ne yönelik devam eden “cadı avı” operasyonlarına kendisi kadar sahip çıkmadıklarını, kendisi gibi keyfi ve hukuksuz hareket etmediklerini düşündüğü arkadaşlarını ve bürokratları sürekli suçlayıp durdu. AKP’deki yoldaşları ve bürokratlar üzerinde muazzam bir baskı kurarak sistematik bir şekilde ve açıktan suç işlemeye zorladı.
Bu konuda verilebilecek onlarca örnek arasından en öne çıkanı hiç şüphesiz ki dönemin Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala’nın verdiği talimatlarla bürokratları hukuksuzluğa zorlamasıdır. Efkan Ala, 17 Aralık yolsuzluk skandalının patladığı saatlerde, son 10 aydır hapishanede tutulan, gazeteci Mehmet Baransu’nun hukuksuz bir şekilde gözaltına alınması için bürokratlara talimatlar yağdırıyordu. Adeta kendisini kaybeden Ala, “Mahkeme kararına gerek yok. Kapısını kırın, o adamı alın.” diyecek kadar ileri gidiyordu. Hızını kesmiyor ve yetkili savcının bu keyfi talimata direnmesi halinde, “savcıyı da alın.” deme cüretini gösteriyordu. Başbakanlık Müsteşarı olarak hukuksuz talimatlarının ciddiye alınmasından emin olmak için ilgili bakanlar ve dönemin başbakanı Erdoğan’ın da bu talebin arkasında olduğunu ima ederek, “Şu anda herkes burada, tereddüt edilecek bir şey yok” diyordu.
Yine Baransu’ya ait yenidönem.com adlı haber sitesinin kapatılmasına dair herhangi bir mahkeme yazısının kendilerine ulaşmadığını söyleyen Bilgi Teknolojileri Kurumu (BTK) Başkanı’na kendisi de atanmış bir bürokrat olduğu halde “Ya kardeşim biz yasa yapan yeriz. Gerekirse hangi yasa yapılıyorsa onu yapar, sizin yaptığınızı suç olmaktan çıkarırız. Savcıdan korkmayın siz. Koca yüzde 50 oy almış partinin iradesini söylüyorum ben, gerisini s..tir et.”  diyen de Erdoğan’ın sadık adamı Ala’dan başkası değildi.
Şüphesiz ki, bir bürokrat olarak Ala’nın bürokratları işlemeye teşvik ettiği suçları suç olmaktan çıkarma iradesi yoktu. Söz konusu irade talimat alarak adına konuştuğu Erdoğan ve partisine aitti. Erdoğan’dan aldığı talimat doğrultusunda hukuku yok sayan keyfi eylemlerindeki pervasızlığı ödüllendirilen Ala, ilk fırsatta dışarıdan İçişleri Bakanı atanmıştı. Yine fırsatta milletvekili yapılarak aynı göreve getirilen Ala’nın hukuksuzluk ve keyfiliklerle dolu görevini nasıl bir üstün gayretle yaptığını sözde “paralel yapı operasyonları” adı altında Hizmet Hareketi’nin masum gönüllülerine  yaptırdığı hukuksuz baskınlar, gözaltılar ve terör örgütü PKK ile mücadele adı altında Kürtlerin yoğun yaşadığı şehirlerdeki insanlık dışı uygulamalardan rahatlıkla görebilirsiniz.
Erdoğan’dan aldığı cesaretle İçişleri Bakanlığı döneminde hukuk tanımazlığını iyice artıran Ala, ilerleyen aylarda işi “Anayasa’yı tanımıyorum” noktasına kadar vardıracaktı. Anayasal suç olan şu sözler de bu baskıcı dönemin bir alamet-i farikası haline gelen İçişleri Bakanı Ala’ya ait: “Anayasada diyor ki, ‘milletindir egemenlik, millet bu egemenliğini devletin anayasal kurumları eliyle kullanır.’ Katılıyor musunuz buna, Allah aşkına? Millet, egemenliğini milletvekilleri eli ile kullanır, referandum yoluyla kullanır. Hiçbir anayasal kurum millet egemenliği kullanma yetkisine sahip değildir, tanımıyorum.”
Erdoğan ve ekibi iktidarlarını güçlendirdikçe, tam da kendilerinden beklendiği gibi, yasaları, demokratik teamülleri, Anayasa’yı ve anayasal kurumları hiçe sayma pervasızlıklarını artırdılar. Öyle ki “Anayasa’yı tanımamak” yaklaşımını bir fikir olmaktan çıkardılar ve fiili bir durum haline getirdiler. Cumhurbaşkanı Erdoğan 10 Ağustos 2014 tarihinde Cumhurbaşkanı seçilir seçilmez, sanki nev-i şahsına münhasır tek adamcı bir icracı başkan olarak seçilmiş gibi, parlamenter sistem içerisinde cumhurbaşkanının yetkilerini, yükümlülüklerini ve sınırlarını tanımlayan Anayasa’nın 101-106. maddelerini fiilen ortadan kaldırdı. Seçildikten sonra günlerce AKP vekili ve parti başkanı olarak devam etti. AKP’nin siyasal işlerini doğrudan yönetti. Yeni konumu ile ilgili neredeyse tüm anayasa maddelerini ihlal etmek suretiyle Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu tartışmalı hale getirdi. Çok vahim anayasal suçlar işledi. Dahası ilerideki tavır ve eylemleriyle anayasal suç işlemeyi alışkanlık haline getirdi.   
Üstelik Erdoğan herkesin gözleri önünde işlediği bu anayasal suçları müthiş bir pervasızlıkla itiraf etmekten de hiç çekinmedi. Mevcut Anayasa çerçevesinde üniter, parlamenter, laik, demokratik bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet sistemi içerisinde yetki ve sorumluluk sınırları çok açık bir şekilde belirlenmiş cumhurbaşkanlarından biri olduğu halde Erdoğan, şunları söyleyebiliyordu: “İster kabul edilsin ister edilmesin. Türkiye’nin yönetim sistemi değişmiştir. Şimdi yapılması gereken, bu fiili durumun hukuki çerçevesinin anayasal olarak kesinleştirilmesidir.’’
Anayasa değiştirilmeden, halk bu değişimi onaylamadan rejimi değiştirmek için “fiili durum” oluşturmak mevcut anayasal rejime yönelik açık ve pervasız bir darbe değilse nedir? Erdoğan’ın bir sivil olması anayasal rejime karşı gerçekleştirdiği darbe gerçeğini gölgelemez.
Bu kadarıyla kalsa yine iyi… Anayasa’ya ve demokratik hukuk devleti ilkelerine uymayan onlarca eylemi, sayısız söylemi olan Erdoğan’ın, yapmak istediği hukuksuzlukların yaptıklarından ibaret olmadığını ise 17 Mayıs 2015 günü Kayseri’de yaptığı bir konuşmadan anlıyoruz. Erdoğan, Türkiye’nin hala arzu etmediği kadar bir hukuk devleti olduğundan bakın hayıflanarak nasıl söz ediyor: “Bunun (Suriye’deki örgütlere silah taşıyan MİT tırlarının durdurulması B.K.) adı açıkça vatana ihanettir. Benim gönlümde de milletimin gönlünde de bunlara verilecek ceza aslında bellidir. Ama, Türkiye bir hukuk devleti. Bunlara rağmen bir hukuk devleti.”
Bir avuç kalan özgür medyanın baskılarla susturulmaya çalışıldığı, medyanın yüzde 85’inin Erdoğan rejimi tarafından tamamen kontrol altına alındığı, iş dünyasının ve sivil toplumun iyice sindirildiği, yalan ve iftirada sınır tanımayan propaganda gücüyle milletin kolayca aldatılabildiği, Erdoğan sultası altında AKP kadrolarının basit kuklalara dönüştürüldüğü, yargının tarafsızlığının ve bağımsızlığının tamamen ortadan kaldırıldığı, muhalefetin PH taktikleri ile büyük ölçüde işlevsiz hale getirildiği, demokrat aydınların sistematik şekilde linç edildiği bir ortamda anayasadan, yasalardan ve demokratik ilkelerden geriye sadece adları kaldı.  
Böylesine boğucu iklim yaratan Erdoğan tabii ki burada duracak değildi. Pürüzsüz bir tek-adam diktasını geri döndürülemeyecek şekilde sistemleştirinceye kadar keyfiliklerini ve hukuksuzluklarını bir kartopu gibi büyütmeye devam edecekti. Bunun için işlenen suçlara yeni ortaklar bulmak zorundaydı. Onu da yaptı. Her hafta topladığı ve kendilerinden hafiyelik beklediği muhtarlarla yetinmeyip bu sefer kaymakamları toplayan Erdoğan, onları açıkça suç işlemeye ve kendi günahlarına ortak olmaya çağırdı.
“Bazı muhtarlar kaymakamları şikâyet ediyor, takip ediliyorsunuz ona göre” diyerek kaymakamları şaka yollu da olsa tehdit eden Erdoğan, kaymakamları da kendisi gibi keyfi ve hukuksuz davranmaya davet etti: “Statükonun gardiyanlığını yapan bir bürokrasi ülkeye patinaj yaptırır. Mevzuat şöyledir, böyledir. Mevzuatı koyun şöyle bir tarafa yeri geldiğinde, ben bunu bu şekilde yaparım deyin ve yapın. İşte bu iradeyi kullanmaktır.”
Günahlarına ortak olmaya çağırdığı kaymakamlara “Desteğim daima yanınızdadır.” diyerek cesaret veren Erdoğan, konuşmasında belki sadece “mevzuat” dedi ama kastettiğinin yasaların, anayasanın, demokratik teamüllerin ve hukuk ilkelerinin, temel insan hak ve özgürlüklerinin, ahlaki normların bir kenara konulması olduğundan hiç kimse şüphe duymadı.
Hakikaten beterin beteri varmış… Bürokratlara devletin en tepesinden suça ve günaha çağrı yapılacağı günleri de görecekmişiz meğer…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder