“Yargı devlet içerisinde ayrı bir güç gibi hareket ediyor” diye yaftalayarak güçler ayrılığı esasına dayalı demokratik bir hukuk devletinden ne anladığını açıkça ortaya koyan Erdoğan işine gelmeyen hiçbir yargı kararına uymuyor. Pek çok örneği olan bu duruma, Ankara 11. İdare Mahkemesi’nin, o zamanlar “Başbakanlık Binası” olarak inşa edilen AK Saray’ın üzerine kurulduğu arsanın SİT alanı statüsünün değiştirilmesi kararını iptaline yaklaşımı iyi bir örnektir. Mahkemenin bu kararıyla inşaatın durması gündeme gelmiş olsa da inşaat çalışmaları tüm hızıyla devam etmişti. Erdoğan ise, bu vesileyle, hukuka ve mahkeme kararlarına saygısının seviyesini şöyle göstermişti: “Güçleri yetiyorsa yıksınlar. Yürütmeyi durdurdular, bu binayı durduramayacaklar. Açılışını da yapacağım, içine de girip oturacağım.”
İşine
gelmeyen Anayasa Mahkemesi kararlarını beğenmiyor, bu kararlara uymuyor…
Erdoğan 30 Mart 2014 yerel seçimleri öncesi keyfi bir şekilde kapatılan Twitter
konusunda özgürlükçü bir karar veren Anayasa Mahkemesi’ni (AYM) hedef almış, adeti
olduğu üzere AYM’yi derhal ihanetle suçlamıştı. Bununla yetinmemiş ve kendisinden
farklı düşünen herkese yönelik iddialarını AYM üyeleri için de dile getirmişti.
Tabii ki hemen AYM üyelerinin şantaj kasetleri olduğunu iddia etmişti. Oysa AYM’nin
yaptığı en ilkel hukuk devletlerinde bile sansürlenmesi mümkün olmayan,
kapatılması Anayasa’ya aykırı olan bir sosyal medya mecrasının kapatılmasına
karşı çıkmaktan ibaretti.
Hukuksuzlukta
ve keyfilikte peşinden sürüklediği çevresindeki adamlarına rol model oluyor… Yıllar
boyunca Erdoğan, sadece kendisi hukuksuzluk ve keyfilik yapmadı. Çevresine
topladığı adamlarından da hep hukuksuzluk ve keyfilik bekledi. İki yılı aşkın
bir süredir Hizmet Hareketi’ne yönelik devam eden “cadı avı” operasyonlarına
kendisi kadar sahip çıkmadıklarını, kendisi gibi keyfi ve hukuksuz hareket etmediklerini
düşündüğü arkadaşlarını ve bürokratları sürekli suçlayıp durdu. AKP’deki
yoldaşları ve bürokratlar üzerinde muazzam bir baskı kurarak sistematik bir
şekilde ve açıktan suç işlemeye zorladı.
Bu
konuda verilebilecek onlarca örnek arasından en öne çıkanı hiç şüphesiz ki
dönemin Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala’nın verdiği talimatlarla bürokratları hukuksuzluğa
zorlamasıdır. Efkan Ala, 17 Aralık yolsuzluk skandalının patladığı saatlerde,
son 10 aydır hapishanede tutulan, gazeteci Mehmet Baransu’nun hukuksuz bir
şekilde gözaltına alınması için bürokratlara talimatlar yağdırıyordu. Adeta
kendisini kaybeden Ala, “Mahkeme kararına gerek yok. Kapısını kırın, o adamı
alın.” diyecek kadar ileri gidiyordu. Hızını kesmiyor ve yetkili savcının bu keyfi
talimata direnmesi halinde, “savcıyı da alın.” deme cüretini gösteriyordu.
Başbakanlık Müsteşarı olarak hukuksuz talimatlarının ciddiye alınmasından emin
olmak için ilgili bakanlar ve dönemin başbakanı Erdoğan’ın da bu talebin
arkasında olduğunu ima ederek, “Şu anda herkes burada, tereddüt edilecek bir
şey yok” diyordu.
Yine
Baransu’ya ait yenidönem.com adlı haber sitesinin kapatılmasına dair herhangi
bir mahkeme yazısının kendilerine ulaşmadığını söyleyen Bilgi Teknolojileri
Kurumu (BTK) Başkanı’na kendisi de atanmış bir bürokrat olduğu halde “Ya
kardeşim biz yasa yapan yeriz. Gerekirse hangi yasa yapılıyorsa onu yapar,
sizin yaptığınızı suç olmaktan çıkarırız. Savcıdan korkmayın siz. Koca yüzde 50
oy almış partinin iradesini söylüyorum ben, gerisini s..tir et.” diyen de Erdoğan’ın sadık adamı Ala’dan
başkası değildi.
Şüphesiz
ki, bir bürokrat olarak Ala’nın bürokratları işlemeye teşvik ettiği suçları suç
olmaktan çıkarma iradesi yoktu. Söz konusu irade talimat alarak adına konuştuğu
Erdoğan ve partisine aitti. Erdoğan’dan aldığı talimat doğrultusunda hukuku yok
sayan keyfi eylemlerindeki pervasızlığı ödüllendirilen Ala, ilk fırsatta dışarıdan
İçişleri Bakanı atanmıştı. Yine fırsatta milletvekili yapılarak aynı göreve
getirilen Ala’nın hukuksuzluk ve keyfiliklerle dolu görevini nasıl bir üstün
gayretle yaptığını sözde “paralel yapı operasyonları” adı altında Hizmet
Hareketi’nin masum gönüllülerine yaptırdığı hukuksuz baskınlar, gözaltılar ve
terör örgütü PKK ile mücadele adı altında Kürtlerin yoğun yaşadığı şehirlerdeki
insanlık dışı uygulamalardan rahatlıkla görebilirsiniz.
Erdoğan’dan
aldığı cesaretle İçişleri Bakanlığı döneminde hukuk tanımazlığını iyice artıran
Ala, ilerleyen aylarda işi “Anayasa’yı tanımıyorum” noktasına kadar
vardıracaktı. Anayasal suç olan şu sözler de bu baskıcı dönemin bir alamet-i
farikası haline gelen İçişleri Bakanı Ala’ya ait: “Anayasada diyor ki,
‘milletindir egemenlik, millet bu egemenliğini devletin anayasal kurumları
eliyle kullanır.’ Katılıyor musunuz buna, Allah aşkına? Millet, egemenliğini
milletvekilleri eli ile kullanır, referandum yoluyla kullanır. Hiçbir anayasal
kurum millet egemenliği kullanma yetkisine sahip değildir, tanımıyorum.”
Erdoğan
ve ekibi iktidarlarını güçlendirdikçe, tam da kendilerinden beklendiği gibi, yasaları,
demokratik teamülleri, Anayasa’yı ve anayasal kurumları hiçe sayma
pervasızlıklarını artırdılar. Öyle ki “Anayasa’yı tanımamak” yaklaşımını bir fikir
olmaktan çıkardılar ve fiili bir durum haline getirdiler. Cumhurbaşkanı Erdoğan
10 Ağustos 2014 tarihinde Cumhurbaşkanı seçilir seçilmez, sanki nev-i şahsına
münhasır tek adamcı bir icracı başkan olarak seçilmiş gibi, parlamenter sistem
içerisinde cumhurbaşkanının yetkilerini, yükümlülüklerini ve sınırlarını
tanımlayan Anayasa’nın 101-106. maddelerini fiilen ortadan kaldırdı. Seçildikten
sonra günlerce AKP vekili ve parti başkanı olarak devam etti. AKP’nin siyasal
işlerini doğrudan yönetti. Yeni konumu ile ilgili neredeyse tüm anayasa
maddelerini ihlal etmek suretiyle Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu
tartışmalı hale getirdi. Çok vahim anayasal suçlar işledi. Dahası ilerideki
tavır ve eylemleriyle anayasal suç işlemeyi alışkanlık haline getirdi.
Üstelik
Erdoğan herkesin gözleri önünde işlediği bu anayasal suçları müthiş bir
pervasızlıkla itiraf etmekten de hiç çekinmedi. Mevcut Anayasa çerçevesinde üniter,
parlamenter, laik, demokratik bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin
devlet sistemi içerisinde yetki ve sorumluluk sınırları çok açık bir şekilde belirlenmiş
cumhurbaşkanlarından biri olduğu halde Erdoğan, şunları söyleyebiliyordu: “İster
kabul edilsin ister edilmesin. Türkiye’nin yönetim sistemi değişmiştir. Şimdi
yapılması gereken, bu fiili durumun hukuki çerçevesinin anayasal olarak
kesinleştirilmesidir.’’
Anayasa
değiştirilmeden, halk bu değişimi onaylamadan rejimi değiştirmek için “fiili
durum” oluşturmak mevcut anayasal rejime yönelik açık ve pervasız bir darbe
değilse nedir? Erdoğan’ın bir sivil olması anayasal rejime karşı gerçekleştirdiği
darbe gerçeğini gölgelemez.
Bu
kadarıyla kalsa yine iyi… Anayasa’ya ve demokratik hukuk devleti ilkelerine
uymayan onlarca eylemi, sayısız söylemi olan Erdoğan’ın, yapmak istediği
hukuksuzlukların yaptıklarından ibaret olmadığını ise 17 Mayıs 2015 günü
Kayseri’de yaptığı bir konuşmadan anlıyoruz. Erdoğan, Türkiye’nin hala arzu
etmediği kadar bir hukuk devleti olduğundan bakın hayıflanarak nasıl söz
ediyor: “Bunun (Suriye’deki örgütlere silah taşıyan MİT tırlarının durdurulması
B.K.) adı açıkça vatana ihanettir. Benim gönlümde de milletimin gönlünde de
bunlara verilecek ceza aslında bellidir. Ama, Türkiye bir hukuk devleti. Bunlara
rağmen bir hukuk devleti.”
Bir
avuç kalan özgür medyanın baskılarla susturulmaya çalışıldığı, medyanın yüzde
85’inin Erdoğan rejimi tarafından tamamen kontrol altına alındığı, iş
dünyasının ve sivil toplumun iyice sindirildiği, yalan ve iftirada sınır
tanımayan propaganda gücüyle milletin kolayca aldatılabildiği, Erdoğan sultası
altında AKP kadrolarının basit kuklalara dönüştürüldüğü, yargının tarafsızlığının
ve bağımsızlığının tamamen ortadan kaldırıldığı, muhalefetin PH taktikleri ile büyük
ölçüde işlevsiz hale getirildiği, demokrat aydınların sistematik şekilde linç
edildiği bir ortamda anayasadan, yasalardan ve demokratik ilkelerden geriye
sadece adları kaldı.
Böylesine
boğucu iklim yaratan Erdoğan tabii ki burada duracak değildi. Pürüzsüz bir tek-adam
diktasını geri döndürülemeyecek şekilde sistemleştirinceye kadar keyfiliklerini
ve hukuksuzluklarını bir kartopu gibi büyütmeye devam edecekti. Bunun için
işlenen suçlara yeni ortaklar bulmak zorundaydı. Onu da yaptı. Her hafta
topladığı ve kendilerinden hafiyelik beklediği muhtarlarla yetinmeyip bu sefer
kaymakamları toplayan Erdoğan, onları açıkça suç işlemeye ve kendi günahlarına
ortak olmaya çağırdı.
“Bazı muhtarlar kaymakamları
şikâyet ediyor, takip ediliyorsunuz ona göre” diyerek kaymakamları şaka yollu
da olsa tehdit eden Erdoğan, kaymakamları da kendisi gibi keyfi ve hukuksuz davranmaya
davet etti: “Statükonun
gardiyanlığını yapan bir bürokrasi ülkeye patinaj yaptırır. Mevzuat şöyledir,
böyledir. Mevzuatı koyun şöyle bir tarafa yeri geldiğinde, ben bunu bu şekilde
yaparım deyin ve yapın. İşte bu iradeyi kullanmaktır.”
Günahlarına
ortak olmaya çağırdığı kaymakamlara “Desteğim daima yanınızdadır.” diyerek cesaret
veren Erdoğan, konuşmasında belki sadece “mevzuat” dedi ama kastettiğinin yasaların,
anayasanın, demokratik teamüllerin ve hukuk ilkelerinin, temel insan hak ve
özgürlüklerinin, ahlaki normların bir kenara konulması olduğundan hiç kimse
şüphe duymadı.
Hakikaten
beterin beteri varmış… Bürokratlara devletin en tepesinden suça ve günaha çağrı
yapılacağı günleri de görecekmişiz meğer…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder