5 Ocak 2016 Salı

Ortadoğu’nun Ortaçağı


Avrupa’nın yüzlerce yıl önce, yani Ortaçağda, yaşadığı türden kanlı mezhep çatışmalarını 2016 yılında yaşamaya devam eden Ortadoğu hakikaten giderek daha da trajik bir görüntü veriyor. Batı dünyası temel insani değerlerde buluşurken Yemen’den Suriye’ye, Lübnan’dan Suudi Arabistan’a, Bahreyn’den Pakistan’a, Irak’tan Afganistan’a maalesef bütün İslam coğrafyası mezhep çatışmalarının savaş alanına dönüşmüş durumda. Gün geçmiyor ki İslam dünyası Avrupa’nın Ortaçağını andıran bir vahşet görüntüsü sergilemesin. IŞİD’in kameralar önünde kafa kesmeleri, insanları diri diri yakmaları, Irak’ta, Lübnan’da, Suriye’de, Pakistan’da, Afganistan’da camilerde ibadet eden insanların intihar saldırılarıyla katledilmesi neredeyse bölgenin kan donduran bir rutini haline geldi. Kelime anlamı bile “barış” olan bir din ne yazık ki yobaz ve bağnaz müntesiplerinin vahşet eylemleriyle kirletildikçe kirletiliyor.
İslam’ın yasakları ve ceza hükümleri üzerine oturtulan birbirlerine zıt ama birbirleriyle yarışacak kadar despotik rejimler kuran sözde “İslam devletleri” iç ve dış siyasette sıkıştıkları oranda din istismarını artırıyor ve sonu belirsiz bir felakete kapı aralayacak mezhepler çatışması kartını pervasızca masaya sürüyor. En temel insan hak ve özgürlüklerini bile ihlal etmekten çekinmeyen bu tür despotik rejimlerin başında gelen Suudi Arabistan ile İran’ın ihtiyaç duydukça sarıldığı mezhepçi siyaset genişçe bir coğrafyayı ve hatta dünyayı cehenneme çevirme potansiyeli taşıyor.
Uluslararası Af Örgütü verilerine göre 2007-2012 yılları arasında Çin’den sonra en fazla idam geçekleştiren ülkelerin başında İran (1663) ve Suudi Arabistan (423) geliyor. İdam Cezasına Karşı Dünya Koalisyonu isimli sivil toplum insiyatifi verilerine göre ise, 2014 yılında İran 721, Suudi Arabistan 90 kişiyi idam etmiş. İşte bu idamlar ve insan hakları ihlalleri konusunda birbiriyle yarışan iki rejim, Suudi Arabistan’ın 2 Ocak günü 35 yıldan beri bir defada en fazla idam infazı gerçekleştirmesi üzerine, yeniden karşı karşıya geldi.
Çoğu ülkede bazıları hafif cezalarla geçiştirilebilen tam 16 farklı suçtan idam cezaları verebilen Suudi rejimi aynı gün içerisinde tam 47 kişiyi infaz ederek tarihe geçti. 9 yaşındaki çocukları bile gözünü kırpmadan idam edebilen İran’ın elbette ki itirazı idam cezalarının çokluğuna değil. Çoğu el-Kaide üyesi 43 Sünni’ye ilaveten idam edilenlerin arasındaki 4 Şii’den birinin önemli bir dini lider olması İran’ın tepkisini çeken. Suudi Arabistan nüfusunun yüzde 10’unu oluşturan Şiilerin yoğunlukta olduğu el-Katif bölgesinden Şii din adamı Ayetullah Nemr Bakır en-Nemr’in idamı mezhepçi nefretle dolu patlamaya hazır bir barut fıçısının adeta fitilini ateşledi.
Suudi yönetimine muhalefeti kadar şiddete karşıtlığı ile de bilinen Ayetullah Nemr’in “terör ithamı” ile idamının böyle bir etki oluşturacağını eminim Suudiler de tahmin etmekteydi. Durum tahmin ettiğimiz gibiyse Ayetullah Nemr’in alelacele infaz edilmesinin önceden hazırlığı yapılmış bir plan çerçevesinde gerçekleştirildiğini varsayabiliriz. İdam cezası almış güçlü Batılı ülkelerin vatandaşlarının infazından vazgeçtiğine defalarca şahitlik ettiğimiz Suudi Arabistan rejimi, her ne kadar “cezalar suçluların dinine, mezhebine göre değişmez” diye kendisini savunsa da, Suudi Arabistan’ın bu tehlikeli hamlesi yakın geçmişte attığı diğer bazı adımlarla birlikte daha da anlamlı hale geliyor.
Tıpkı diğer küçük Körfez ülkeleri gibi kendisine en büyük tehdit olarak İran’ı gören Suudi Arabistan, yüz milyarlarca dolarlık silahlanmasını ve izlediği bölgesel politikaları hep bu tehdit algısına göre şekillendiren bir ülke. 1979 Devrimi’nden bu yana Ortadoğu’da varoluşsal bir rekabet içerisinde bulunan Suudi Arabistan ile İran pek çok ülkede aslında birbirlerine karşı örtülü savaşlar veriyor. Yemen, Suriye, Irak, Bahreyn ve Afrika bu kıran kırana rekabetin çatışma alanlarını oluşturuyor.
Geniş bir caddeye benzeyen Sünniliğin çok dar ve aşırıcı bir sokağı olan Selefiliğe dayansa da sanki Sünni dünyanın lideriymiş gibi hep hareket eden Suudi Arabistan, Müslüman dünyanın yüzde 20’sini oluşturan Şiiliğin hamiliğine soyunan İran’a karşı mücadelesini belli ki artık açıktan yürütme stratejisine yönelmiş bulunuyor. Suriye’deki İran yanlısı Esed rejimine, Irak’taki Şii yönetime, Lübnan’daki Hizbullah’a, Mısır’da İran’a en ufak yakınlık gösterecek herhangi bir yönetime, Bahreyn’de yüzde 70’i Şii olan halkın iradesine, Yemen’de İran destekli Husilerin iktidar emellerine ölümüne karşı olan Suudi Arabistan, başını çektiği Sünni bloğun 2001 yılından bu yana jeo-stratejik bakımdan adım adım gerilediğinin ise son derece farkında.
11 Eylül 2001’deki terör saldırıları sonrası gerçekleşen Afganistan ve Irak işgallerinin en büyük kazananı hiç şüphesiz ki tek kurşun atmadan en büyük düşmanları olan Taliban ve Saddam Hüseyin rejimlerinden kurtulan İran olmuştu. Bu gelişmelerin en büyük kaybedeni ise, üstelik ABD’nin savaş maliyetlerine ortak olmasına rağmen, geçmişte Saddam rejiminin ve Taliban’ın perde gerisindeki destekçisi Suudi Arabistan'dan başkası değildi. Tam 10 yıl öncesinden başlayarak Arap dünyasını kuşatan bir “Şii Hilali”nden bahsedilmesi boşuna değildir. Hakikaten ABD’nin bilerek ya da bilmeyerek izlediği bölge politikaları sayesinde İran, tarihinin en büyük jeopolitik fırsatlarını yakalamıştır. Bu sayede Arap ülkelerinde azınlıktaki Şii nüfusunu ve diğer nüfuz faktörlerini de başarıyla kullanarak Hint Okyanusu’ndan Doğu Akdeniz’e kadar uzanan kesintisiz bir coğrafik kuşakta en etkin güç haline gelmiştir.
Uluslararası şartların sağladığı maliyetsiz imkanlarla sürekli önü açılan İran, Lübnan örneğinde olduğu gibi, çeşitli Arap ülkelerindeki Şii azınlığa dayanarak çıkarlarını maksimize etmeyi bilmiştir. Bu ülkelerde İran çıkarları lehine ya da İran çıkarlarını tehdit etmeyen bir istikrar oluşturmayı başaramadığı durumlarda ise Şii faktörü üzerinden o ülkeyi kolayca istikrarsızlaştırarak çıkarlarının alyehine bir istikrarın oluşmasını engellemeyi becerebilmiştir. İran’ın Batı dünyası ile tartışmalı nükleer programı konusunda (bana göre muvakkat) bir anlaşmaya varmış olması ise jeopolitik yayılmacılığına uluslararası destek devşirmesinin iyice önünü açmıştır. Özellikle terör örgütü IŞİD’in Suriye, Irak ve diğer bölge ülkelerindeki vahşi katliamları yüzünden Selefi aşırıcılığın uluslararası toplumda büyük tepki topladığı bir ortamda İran yelkenlerini sadece jeopolitik kazanımlarla değil başarılı diplomatik açılımlarla da şişirmesini bilmiştir.
Bölgesel nüfuz ve uluslararası imaj rekabetinde İran’a karşı zorlanan Suudi Arabistan bu açığını çoğu zaman, tıpkı İran’ın yaptığı gibi, konvansiyonel ya da konvansiyonel olmayan güç kullanma yöntemleriyle gidermeye çalışmıştır. Mesela Arap Baharı isyanları sırasında Bahreyn’e asker göndermek zorunda kalan Suudi Arabistan, Yemen’de İran destekli Husilere karşı amansız bir savaşa girişmiştir. Afganistan üzerindeki etkisini kaybeden, burnunun dibindeki Yemen’de bile zorlanan, Irak’ı ise tamamen İran’a kaptıran Suudiler, Rusya’nın doğrudan savaşa dahil olması üzerine Suriye’de de zor günler geçirmeye başlamıştır. Böyle bir ortamda, 1980’li yıllar boyunca destek verdiği Saddam Hüseyin rejimi üzerinden Arap düşmanı olarak gördüğü İran’ı tökezletmeye çalışan Suudi Arabistan, bugün İran karşıtı daha büyük bir koalisyona ihtiyaç duyar hale gelmiştir. Her ne kadar "her türlü terörle mücadele" amacıyla kurulmuş gibi sunulsa da Suudi Arabistan liderliğinde tamamı Sünni ülkelerden oluşan 34 üyeli bir askeri İslam Bloku’nun tam da böyle bir zamanlamayla kurulmuş olması bir tesadüf olamaz.
Ayetullah Nemr’in alelacele infazı kolayca tahmin edilebileceği gibi Sünni Araplar ile Şiiler arasındaki dinamik mezhepsel fay hatlarını derhal hareketlendirdi. Beklenen tepkiler üzerine Suudiler İran’la diplomatik ilişkilerini keser kesmez Sudan, Bahreyn, BAE gibi birçok Sünni Arap rejimi de Suudileri takip etti. Arap Birliği açıktan taraf tutup Suudilerden yana tavır alırken, kendisi de Arap olan Bağdat yönetiminin tavrı mezhepdaşı Tahran’ın tavrının tekrarından ibaret kaldı. Hizbullah sert açıklamalar yaparken Bahreyn’den, Pakistan’a, Lübnan’dan Hindistan’a uzanan geniş bir coğrafyada Şiiler Suudilere karşı sert protestolar düzenlediler. Irak’ta ise hemen birkaç Sünni camii bombalandı. İran bu yıl hacı göndermeyebileceğini, Suudiler ise İranlı hacılara vize vermeyebileceğini duyurdu. Gerilim tırmandıkça tırmandı.
Maalesef Ayetullah Nemr’in infazı ile Ortadoğu’daki mezhepçi çatışmalar cehennemine tonlarca odun daha atılmış oldu. Geçmişte benzer durumlar yaşandığında dış politikasına soğukkanlılığın hakim olduğu Türkiye gibi ülkeler, kendilerini mezhepçi anaforlara kaptırmadan, hem kendi ulusal çıkarlarını koruyabilmiş hem de gerilimin düşürülmesinde katalizör görevi görebilmişti. Sık sık mezhepçilikle suçlanan ve bu konuda haklı olarak eleştirilen Erdoğan Türkiye’si maalesef bugün bu imkandan mahrum. Suudilerin başını çektiği Sünni İslam Bloku’na üye olmak suretiyle Türkiye durumunu daha da zora sokmuştur.
Öte yandan, Erdoğan’ın 2015 yılının en son resmi gezilerini İran karşıtı blokun en etkin iki ülkesi olan Katar ve Suudi Arabistan’a yapmış olması da sanırım durumu yeterince anlatmaya yeter. Mezhepçi çatışma cehenneminden uzak kalabilen NATO üyesi bir Türkiye kendisine ve bölgeye faydalı olabilecekken basiretsizlik ve ferastesizlikken dolayı ne yazık ki Ankara bu imkanını hızla yitiriyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder