31 Ocak 2016 Pazar

​Tarih tenasühçü bir ruh gibi tekerrür mü ediyor?

            Türkiye büyük bir bunalımdan geçiyor. Sınırsız dikta hevesleri ülkenin başını beladan belaya sokarken insanların hayatlarını karartıyor. Hukuksuzluklar ve keyfilikler ülkeyi yaşanmaz hale getiriyor. Kutuplaştırıcı ve düşmanlaştırıcı dil sosyal barışı bozuyor, kimsede huzur bırakmıyor. Kurumlara, kurallara, ilkelere ve demokratik teamüllere saygısızlık zirve yaparken devlet hızla yönetilemez hale geliyor.
            Öte yandan, demokrasi açığının devasa bir uçuruma dönüştüğünde hemen herkes hemfikir. Ülkeyi bir öngörülemezlik karanlığına teslim edenler yüzünden kimse emin olamadığı geleceğine güven içerisinde bakamıyor. Hukuk devletinin yerinde yeller esiyor. Kifayetsiz partizanlar ve muhteris yandaşların işgali altındaki devlet bürokrasisi ise tam anlamıyla mefluç. Hukukun, denetimin olmadığı, ehliyetin yerini nepotizmin aldığı bir ortamda usulsüzlük ve yolsuzluk norm olmuş durumda. Medya iktidar üzerindeki toplumsal denetim vazifesini yerine getirmek şöyle dursun kendi derdine düşmüş halde. İfade ve basın özgürlüğünün üzerindeki baskıları, gazetecilere ve aydınlara yönelik tehditleri dile getirmek, sansürden ve baskılardan söz etmek bile büyük cesaret istiyor.
            Her tarafından çatırtıların geldiği ekonomimiz istikrarlı şekilde dolaşıma sokulan istatistiki yalanlar üzerinden yürütülen algı yönetimiyle adeta cesedini sürüklüyor. Dış politikayı ise hiç sormayın. Gerçeklikle bağlarını neredeyse tamamen koparmış hayal kahramanlarının dümende olduğu dış politikada başarılı sonuç alınan tek bir adıma rastlanmıyor.
            Türkiye’nin tüm bu alanlardaki utanç verici fotoğrafını en son  Freedom House, Human Rights Watch ve Uluslararası Şeffaflık Örgütü raporları objektif bir şekilde gözler önüne serdi. Malesef, Türkiye’nin bu raporlar üzerinden verdiği son görüntü ancak denetimsiz yoz bir diktatörün koşar adım felakete sürüklediği iflas etmiş bir ülkenin (failed state) verebileceği türden. Üstelik bütün evrensel, toplumsal, kültürel, tarihi, milli ve manevi değerlerin, ahlaki ilkelerin içi boşaltılmış durumda. Öyle ki, hamasete gelince en değer eksenli olduğunu iddia edenler toplumun en yozlaşmış kesimlerini oluşturur hale geldi.              
            Tarihin başka dönemlerinde, dünyanın başka ülkelerinde yaşananlar adeta kötücül bir tenasühcü ruh gibi bugün ülkemize musallat olmuş sanki. Tarihin kırılma noktalarını işaretleyen kavşaklarda hep olageldiği gibi bu sefer de tüm sorunların odağında bu sorunların büyük ölçüde kaynaklığını yapan  tek bir kişi yer alıyor. Yine tarih boyunca benzer örneklerde görülegeldiği gibi, azgın ihtiraslarıyla sorunlara kaynaklık eden bu türden muktedirlerin propaganda kabiliyetleriyle kolayca yönlendirebildikleri kitleler, baştacı yaptıkları bu figürlerin benzerlerinin yol açtığı acı tecrübelerden hiç ders almıyor. Oysa tarih bu tür muhterislerin yönetimindeki ülkelerin sürüklendiği felaketlerle dolu.
            Gelin isterseniz iktidar, güç, refah ve istikrar vaatleriyle kitleleri efsunlamayı başarabilen, ancak sadece yoksulluk, yıkım, göşyaşı, kan ve ölüm gibi felaketler getiren diktatörlerden sadece bir tanesinin hikayesine şöyle bir gözatalım. Bakalım bu muhteris diktatör size de tanıdık gelecek mi?
            “(Bu süreç sonunda) bütün kurumsal kısıtlamalardan kurtulma ve ‘iktidar karteli”nin bütün kesimleri karşısında karşı konulmaz bir üstünlük kazanma noktasına ulaştı... Yüksek düzeyde kişiselleşmiş yönetim tarzı siyasetin belirlenmesinde kollektif katılım denebilecek her şeyi yıprattı. Bu tek parçalı yapı, iktidar eliti içinde (bile), kişilerin hayatlarına ve özgürlüklerine yönelik tehlikeler yaratmasının yanı sıra, muhalefetin örgütlenmesini de neredeyse imkansız hale getirdi. ...(Kendi) şahsi iktidarını ise aşırı biçimde güçlendirdi. Fren oluşturabilecek (kurumların yanı sıra) daha ihtiyatlı danışmanlığın alanı önemli ölçüde daraldı.
            Sürekli bir Hobbesvari “herkesin herkese karşı savaşı” niteliğindeki birbirine rakip iktidar derebeylikleri arasındaki mücadele ise kendisinin hemen altındaki düzeyde gerçekleşiyor ve bütün otoritenin kaynağı olarak kendisinin sahip olduğu olağanüstü konumu güçlendiriyordu. Farklı iktidar oluşumlarının (hareket, devlet bürokrasisi, ordu, büyük şirketler, polis) hem bireysel hem de grupsal çıkarlarını bölüyordu. Bu durumda kendisi, tek belirleyici olarak içeride işleri, tıpkı dış siyaset alanında yaptığı gibi, ikili ilişkilerle yürütüyordu. Bir yerde destek veriyor, bir başka yerde vermiyordu. Tek hakem olarak davranıyor ve (işlerine) karışmamayı tercih ettiği ya da (böyle davranmaya) zorlandığı ve astlarını kendi aralarında çatıştırdığı zaman bile bu tutumundan vazgeçmiyordu.
            Aslında bu kendi otoritesinin kaçınılmaz bir sonucundan çok, planlı bir ‘böl ve yönet’ stratejisiydi. Siyaseti birleştirmek için eşgüdüm sağlayan herhangi bir organ olmadığı için. bütün çıkar grupları ancak kendisinin verdiği destek sayesinde meşruluk kazanabiliyordu. Bu durumda, her grup kaçınılmaz biçimde bu desteği kazanmak ya da sürdürmek adına ‘onun için çalışıyordu’. Böylece iktidarının sürekli büyümesi ve kendi ideolojik saplantılarının yaygınlaşması sağlanıyordu.
            Tutarlı yönetim yapılarının geri döndürülemez şekilde dağılması sadece (liderin) mutlak üstünlüğünü yansıtan ve süsleyen her şeyi kapsayıcı lider kültünün bir ürünü değil, aynı zamanda her şeyi gören, her şeyi bilen, yanılmaz lider efsanesinin bu durumu bizatihi yönetim ilkesi haline getirmiş olmasıydı. Ayrıca, hep tanık olduğumuz gibi, zaman içinde lider kültü yalanına kendisi de inandı. Oysa akılcı karar verme bakımından bu iyi bir öncül değildi.
            Bu durumda, ... (kendisinin) liderliğine ve izlemekte olduğu tehlikeli siyasete mutlak bir itaatin oluşması ve hiç kimsenin meydan okumaması şaşırtıcı değildi. Çekincelere rağmen rejimin iktidar elitinin bütün kesimleri bu noktada kendi kaderlerini lidere bağlamışlardı. Ya uyum sağlayacaklar ya da yok olacaklardı.” (Cilt II, s. 119-120)
            Bu kişilik ve süreçler eminim size de tanıdık gelmiştir. Çünkü bu diktatör profiline geçmişte ya da günümüzde, uzakta veya çok yakında rastlamak maalesef mümkün. Ian Kershaw’ın iki ciltlik (Hubris ve Nemesis), oldukça hacimli Hitler biyografisinden alıntıladığım bu birkaç satır keşke sadece Adolf Hitler’in özelliklerini ve dikta sürecini yansıtan tarihten karanlık bir hikaye olarak kalsaydı. Elini milyonlarca insanın kanına bulaştırmış Hitler gibi lanetli ruhlar keşke tarihin farklı dönemlerinde, farklı coğrafyalarda sürekli dolaşıp durmasa ve kendi halklarının başına bela olacak despotların bedenlerinde tekrar be tekrar reenkarne olmasaydı. 

27 Ocak 2016 Çarşamba

Suça ve günaha çağrı


“Yargı devlet içerisinde ayrı bir güç gibi hareket ediyor” diye yaftalayarak güçler ayrılığı esasına dayalı demokratik bir hukuk devletinden ne anladığını açıkça ortaya koyan Erdoğan işine gelmeyen hiçbir yargı kararına uymuyor. Pek çok örneği olan bu duruma, Ankara 11. İdare Mahkemesi’nin, o zamanlar “Başbakanlık Binası” olarak inşa edilen AK Saray’ın üzerine kurulduğu arsanın SİT alanı statüsünün değiştirilmesi kararını iptaline yaklaşımı iyi bir örnektir. Mahkemenin bu kararıyla inşaatın durması gündeme gelmiş olsa da inşaat çalışmaları tüm hızıyla devam etmişti. Erdoğan ise, bu vesileyle, hukuka ve mahkeme kararlarına saygısının seviyesini şöyle göstermişti: “Güçleri yetiyorsa yıksınlar. Yürütmeyi durdurdular, bu binayı durduramayacaklar. Açılışını da yapacağım, içine de girip oturacağım.”
İşine gelmeyen Anayasa Mahkemesi kararlarını beğenmiyor, bu kararlara uymuyor… Erdoğan 30 Mart 2014 yerel seçimleri öncesi keyfi bir şekilde kapatılan Twitter konusunda özgürlükçü bir karar veren Anayasa Mahkemesi’ni (AYM) hedef almış, adeti olduğu üzere AYM’yi derhal ihanetle suçlamıştı. Bununla yetinmemiş ve kendisinden farklı düşünen herkese yönelik iddialarını AYM üyeleri için de dile getirmişti. Tabii ki hemen AYM üyelerinin şantaj kasetleri olduğunu iddia etmişti. Oysa AYM’nin yaptığı en ilkel hukuk devletlerinde bile sansürlenmesi mümkün olmayan, kapatılması Anayasa’ya aykırı olan bir sosyal medya mecrasının kapatılmasına karşı çıkmaktan ibaretti.
Hukuksuzlukta ve keyfilikte peşinden sürüklediği çevresindeki adamlarına rol model oluyor… Yıllar boyunca Erdoğan, sadece kendisi hukuksuzluk ve keyfilik yapmadı. Çevresine topladığı adamlarından da hep hukuksuzluk ve keyfilik bekledi. İki yılı aşkın bir süredir Hizmet Hareketi’ne yönelik devam eden “cadı avı” operasyonlarına kendisi kadar sahip çıkmadıklarını, kendisi gibi keyfi ve hukuksuz hareket etmediklerini düşündüğü arkadaşlarını ve bürokratları sürekli suçlayıp durdu. AKP’deki yoldaşları ve bürokratlar üzerinde muazzam bir baskı kurarak sistematik bir şekilde ve açıktan suç işlemeye zorladı.
Bu konuda verilebilecek onlarca örnek arasından en öne çıkanı hiç şüphesiz ki dönemin Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala’nın verdiği talimatlarla bürokratları hukuksuzluğa zorlamasıdır. Efkan Ala, 17 Aralık yolsuzluk skandalının patladığı saatlerde, son 10 aydır hapishanede tutulan, gazeteci Mehmet Baransu’nun hukuksuz bir şekilde gözaltına alınması için bürokratlara talimatlar yağdırıyordu. Adeta kendisini kaybeden Ala, “Mahkeme kararına gerek yok. Kapısını kırın, o adamı alın.” diyecek kadar ileri gidiyordu. Hızını kesmiyor ve yetkili savcının bu keyfi talimata direnmesi halinde, “savcıyı da alın.” deme cüretini gösteriyordu. Başbakanlık Müsteşarı olarak hukuksuz talimatlarının ciddiye alınmasından emin olmak için ilgili bakanlar ve dönemin başbakanı Erdoğan’ın da bu talebin arkasında olduğunu ima ederek, “Şu anda herkes burada, tereddüt edilecek bir şey yok” diyordu.
Yine Baransu’ya ait yenidönem.com adlı haber sitesinin kapatılmasına dair herhangi bir mahkeme yazısının kendilerine ulaşmadığını söyleyen Bilgi Teknolojileri Kurumu (BTK) Başkanı’na kendisi de atanmış bir bürokrat olduğu halde “Ya kardeşim biz yasa yapan yeriz. Gerekirse hangi yasa yapılıyorsa onu yapar, sizin yaptığınızı suç olmaktan çıkarırız. Savcıdan korkmayın siz. Koca yüzde 50 oy almış partinin iradesini söylüyorum ben, gerisini s..tir et.”  diyen de Erdoğan’ın sadık adamı Ala’dan başkası değildi.
Şüphesiz ki, bir bürokrat olarak Ala’nın bürokratları işlemeye teşvik ettiği suçları suç olmaktan çıkarma iradesi yoktu. Söz konusu irade talimat alarak adına konuştuğu Erdoğan ve partisine aitti. Erdoğan’dan aldığı talimat doğrultusunda hukuku yok sayan keyfi eylemlerindeki pervasızlığı ödüllendirilen Ala, ilk fırsatta dışarıdan İçişleri Bakanı atanmıştı. Yine fırsatta milletvekili yapılarak aynı göreve getirilen Ala’nın hukuksuzluk ve keyfiliklerle dolu görevini nasıl bir üstün gayretle yaptığını sözde “paralel yapı operasyonları” adı altında Hizmet Hareketi’nin masum gönüllülerine  yaptırdığı hukuksuz baskınlar, gözaltılar ve terör örgütü PKK ile mücadele adı altında Kürtlerin yoğun yaşadığı şehirlerdeki insanlık dışı uygulamalardan rahatlıkla görebilirsiniz.
Erdoğan’dan aldığı cesaretle İçişleri Bakanlığı döneminde hukuk tanımazlığını iyice artıran Ala, ilerleyen aylarda işi “Anayasa’yı tanımıyorum” noktasına kadar vardıracaktı. Anayasal suç olan şu sözler de bu baskıcı dönemin bir alamet-i farikası haline gelen İçişleri Bakanı Ala’ya ait: “Anayasada diyor ki, ‘milletindir egemenlik, millet bu egemenliğini devletin anayasal kurumları eliyle kullanır.’ Katılıyor musunuz buna, Allah aşkına? Millet, egemenliğini milletvekilleri eli ile kullanır, referandum yoluyla kullanır. Hiçbir anayasal kurum millet egemenliği kullanma yetkisine sahip değildir, tanımıyorum.”
Erdoğan ve ekibi iktidarlarını güçlendirdikçe, tam da kendilerinden beklendiği gibi, yasaları, demokratik teamülleri, Anayasa’yı ve anayasal kurumları hiçe sayma pervasızlıklarını artırdılar. Öyle ki “Anayasa’yı tanımamak” yaklaşımını bir fikir olmaktan çıkardılar ve fiili bir durum haline getirdiler. Cumhurbaşkanı Erdoğan 10 Ağustos 2014 tarihinde Cumhurbaşkanı seçilir seçilmez, sanki nev-i şahsına münhasır tek adamcı bir icracı başkan olarak seçilmiş gibi, parlamenter sistem içerisinde cumhurbaşkanının yetkilerini, yükümlülüklerini ve sınırlarını tanımlayan Anayasa’nın 101-106. maddelerini fiilen ortadan kaldırdı. Seçildikten sonra günlerce AKP vekili ve parti başkanı olarak devam etti. AKP’nin siyasal işlerini doğrudan yönetti. Yeni konumu ile ilgili neredeyse tüm anayasa maddelerini ihlal etmek suretiyle Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu tartışmalı hale getirdi. Çok vahim anayasal suçlar işledi. Dahası ilerideki tavır ve eylemleriyle anayasal suç işlemeyi alışkanlık haline getirdi.   
Üstelik Erdoğan herkesin gözleri önünde işlediği bu anayasal suçları müthiş bir pervasızlıkla itiraf etmekten de hiç çekinmedi. Mevcut Anayasa çerçevesinde üniter, parlamenter, laik, demokratik bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet sistemi içerisinde yetki ve sorumluluk sınırları çok açık bir şekilde belirlenmiş cumhurbaşkanlarından biri olduğu halde Erdoğan, şunları söyleyebiliyordu: “İster kabul edilsin ister edilmesin. Türkiye’nin yönetim sistemi değişmiştir. Şimdi yapılması gereken, bu fiili durumun hukuki çerçevesinin anayasal olarak kesinleştirilmesidir.’’
Anayasa değiştirilmeden, halk bu değişimi onaylamadan rejimi değiştirmek için “fiili durum” oluşturmak mevcut anayasal rejime yönelik açık ve pervasız bir darbe değilse nedir? Erdoğan’ın bir sivil olması anayasal rejime karşı gerçekleştirdiği darbe gerçeğini gölgelemez.
Bu kadarıyla kalsa yine iyi… Anayasa’ya ve demokratik hukuk devleti ilkelerine uymayan onlarca eylemi, sayısız söylemi olan Erdoğan’ın, yapmak istediği hukuksuzlukların yaptıklarından ibaret olmadığını ise 17 Mayıs 2015 günü Kayseri’de yaptığı bir konuşmadan anlıyoruz. Erdoğan, Türkiye’nin hala arzu etmediği kadar bir hukuk devleti olduğundan bakın hayıflanarak nasıl söz ediyor: “Bunun (Suriye’deki örgütlere silah taşıyan MİT tırlarının durdurulması B.K.) adı açıkça vatana ihanettir. Benim gönlümde de milletimin gönlünde de bunlara verilecek ceza aslında bellidir. Ama, Türkiye bir hukuk devleti. Bunlara rağmen bir hukuk devleti.”
Bir avuç kalan özgür medyanın baskılarla susturulmaya çalışıldığı, medyanın yüzde 85’inin Erdoğan rejimi tarafından tamamen kontrol altına alındığı, iş dünyasının ve sivil toplumun iyice sindirildiği, yalan ve iftirada sınır tanımayan propaganda gücüyle milletin kolayca aldatılabildiği, Erdoğan sultası altında AKP kadrolarının basit kuklalara dönüştürüldüğü, yargının tarafsızlığının ve bağımsızlığının tamamen ortadan kaldırıldığı, muhalefetin PH taktikleri ile büyük ölçüde işlevsiz hale getirildiği, demokrat aydınların sistematik şekilde linç edildiği bir ortamda anayasadan, yasalardan ve demokratik ilkelerden geriye sadece adları kaldı.  
Böylesine boğucu iklim yaratan Erdoğan tabii ki burada duracak değildi. Pürüzsüz bir tek-adam diktasını geri döndürülemeyecek şekilde sistemleştirinceye kadar keyfiliklerini ve hukuksuzluklarını bir kartopu gibi büyütmeye devam edecekti. Bunun için işlenen suçlara yeni ortaklar bulmak zorundaydı. Onu da yaptı. Her hafta topladığı ve kendilerinden hafiyelik beklediği muhtarlarla yetinmeyip bu sefer kaymakamları toplayan Erdoğan, onları açıkça suç işlemeye ve kendi günahlarına ortak olmaya çağırdı.
“Bazı muhtarlar kaymakamları şikâyet ediyor, takip ediliyorsunuz ona göre” diyerek kaymakamları şaka yollu da olsa tehdit eden Erdoğan, kaymakamları da kendisi gibi keyfi ve hukuksuz davranmaya davet etti: “Statükonun gardiyanlığını yapan bir bürokrasi ülkeye patinaj yaptırır. Mevzuat şöyledir, böyledir. Mevzuatı koyun şöyle bir tarafa yeri geldiğinde, ben bunu bu şekilde yaparım deyin ve yapın. İşte bu iradeyi kullanmaktır.”
Günahlarına ortak olmaya çağırdığı kaymakamlara “Desteğim daima yanınızdadır.” diyerek cesaret veren Erdoğan, konuşmasında belki sadece “mevzuat” dedi ama kastettiğinin yasaların, anayasanın, demokratik teamüllerin ve hukuk ilkelerinin, temel insan hak ve özgürlüklerinin, ahlaki normların bir kenara konulması olduğundan hiç kimse şüphe duymadı.
Hakikaten beterin beteri varmış… Bürokratlara devletin en tepesinden suça ve günaha çağrı yapılacağı günleri de görecekmişiz meğer…

26 Ocak 2016 Salı

Demografik mühendislik ve göç stratejileri


En çirkin siyaset insanların hayatları ve yaşam alanları üzerinden yürütülen siyasettir. İnsanların hayatlarını, onurlarını, yüzlerce yıllık geçmişlerinden kendilerine ulaşmış sosyo-kültürel çevrelerini ve alışkınlıklarını umursamadan yaşam alanlarından ayrılmaya zorlanması kadar büyük bir insanlık suçu yoktur. Ama ne yazık ki bu suç, bugün dünyada en sık işlenen bir kitlesel suç niteliğindedir.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNCHR) son verilerine göre evlerini, yurtlarını terk etmek zorunda kalan dünya genelinde 60 milyon insan bulunuyor. Bu aynı zamanda UNCHR’ın bugüne kadar tespit ettiği en yüksek rakamı da oluşturuyor. Bundan 10 yıl önce 37,5 milyon olan mültecilere 2014 yılı boyunca her gün ortalama 42 bin 500 kişi katılmış. Savaşlar, çatışmalar ve yoksulluk yüzünden dünyadaki her 122 kişiden biri ya mülteci ya da kendi ülkesi içinde yerinden edilmiş durumda. Yine UNCHR’a göre, sadece mültecilerden oluşan bir ülke olsaydı dünyadaki en büyük 24. ülke olurdu.
Maalesef, her bakımdan bir trajedi olan mülteciler sorunu zaman zaman trajik bir insani sorun olmanın ötesine geçebiliyor. Son olarak Avrupa kapılarını zorlayan Suriyeli mülteciler örneğinde görüldüğü gibi mülteciler bazı siyasi hedefler doğrultusunda kitlesel insan dalgalarına ve bir çeşit nüfus bombasına dönüştürülebiliyor. Uluslararası örgütlerin Türkiye’ye sığınan 2,5 milyon civarındaki Suriyeli mülteciye yardım tekliflerini yakın zamana kadar hep reddeden Erdoğan Rejimi’nin, uluslararası alandaki sıkışmışlığına sonuç veren bir çare olarak, mülteci dalgalarını AB ülkelerinin üzerine salması hiç şüphesiz ki bu çirkin stratejinin en son örneklerinden birini oluşturuyor.
İnsanları şu ya da bu yöntemle göçe teşvik etme, göçe zorlama stratejileri ve demografik mühendislik sadece uluslararası alanda silaha dönüşmüyor tabii ki. Fuat Dündar, Uğur Ümit Güngör, Ayhan Aktar ve daha pek çok akademisyenin eserlerinde anlatıldığı şekliyle, demografik mühendislik tarih boyunca olduğu gibi, bugün de ulusal sınırlar içerisindeki bir etnik ya da sosyo-politik sorunla uğraşmanın etkili bir yöntemi olarak da karşımıza çıkıyor. Bu yöntemin içeriği ise sosyo-ekonomik politikalarla belirli bölgelerdeki nüfusun planlı seyreltilmesinden çatışma ve savaş ortamında uygulanan etnik temizliğe kadar uzanıyor. Çatışma bölgelerinde farklı etnik grupları göçe zorlama politikaları veya etnik temizlik süreçleri başladığında ise o coğrafyaya dair tüm bilinenler ve demografik veriler anlamını yitiriyor.
Davutoğlu siyasetinin 2011 yılında Suriye’nin kuzeyinde kesintisiz bir Kürt bölgesinin mümkün olamayacağına dair öngörüsündeki fiyasko, savaş ortamlarında yürütülen acımasız demografik mühendisliğin ve etnik temizliğin vahim neticelerinden sadece birisidir. Her ne kadar PYD’nin Cenevre’deki Suriye müzakerelerine katılıp katılmayacağı tartışılsa da, 2011’de Arapların ve Türkmenlerin yoğun olduğu kuzey Suriye bugün PYD kontrolünde bambaşka bir etnik fotoğraf sunuyor.
Esed rejimine karşı ve birbirleriyle savaşan IŞİD, PYD, el-Nusra ve benzeri örgütler Suriye’nin demografik yapısını kökten dönüştürürken, doğal olarak bölge ülkelerinin demografisinde de radikal değişimlere yol açıyorlar. Başta Türkiye olmak üzere çevre ülkelere Suriye’den milyonlarca mülteci ihraç edilmiş durumda. Yerinden edilmiş bu nüfus yıllardır sığındıkları yeni ülkelerinin demografisi, ekonomisi, sosyal yaşamı ve kültürü üzerinde derin izler bırakıyor. Ayrıca Suriye’de çatışan gruplar sınır aşan etnik, kültürel ve ideolojik sürekliliklerinden dolayı çevre ülkelerin güvenlik duyarlılıklarını da kökten değiştirebiliyor. Öyle ki 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın ilk dönemlerinde yaygın şekilde uygulanan tehcir, seyreltme, yeniden iskan gibi demografik mühendislik siyasetlerini yeniden gündeme getirebiliyor.
Bir taraftan, Suriye kaynaklı güvenlik tehditlerine karşı bir önlem olarak sınıra yakın şehirlerde yoğunlaşan aşırı nüfusun azaltılmasına dair stratejiler devlet katmanlarında derinden derine tartışılıyor. Diğer taraftan ise şehir savaşlarını benimseyen terör örgütü PKK’ya karşı güvenlik güçlerinin toptancı mücadele yöntemi yüzünden Güneydoğu şehirleri hızla boşalıyor. Çokça sivil kaybın verildiği, şehirlerin harabeye döndüğü, Hakkari ve Şırnak gibi şehirlerin merkezlerinin taşınmasının bile ciddi ciddi tartışıldığı bir ortamda terör örgütü PKK’ya göç eden nüfus üzerinden büyük bir koz verilmiş oluyor.  
Pazartesi günü Taraf gazetesinin manşetinde yer alan bir habere göre, demografik mühendislik artık sadece devletin değil, terör örgütü PKK’nın da bir yöntemi haline gelmiş durumda. Kürt sorununu daha da uluslararası hale getirmek için terör örgütü PKK’nın Avrupa ülkelerine kitlesel iltica stratejisini gündemine aldığı kaydediliyor. Buna göre, şehir çatışmalarında bölge halkından beklediği desteği bulamayan terör örgütü PKK, Kürt sorununu Avrupa’ya taşımak için “büyük göç planı” hazırlamış durumda. Avrupa’nın, Suriyeli mültecilerle ilgili izlediği politikanın PKK’ya örnek olduğunu savunan gazete, Mart ayından itibaren Güneydoğulu binlerce Kürdün Avrupa’ya göçe zorlanacağını yazıyor.
Kafkas göçleri, Balkan göçleri, Ermeni tehciri, nüfus mübadelesi, Kürt ve Alevi sürgünleri gibi zoraki kitlesel göçlerden çok çekmiş olan bu coğrafya umarım aynı acıları bir daha yaşamaz. 

24 Ocak 2016 Pazar

Merhamet Bankası ve kelebek hayatları

Burada hak, hukuk tanımaz Erdoğan Rejimi’nin Bank Asya’dan sonra keyfi bir şekilde el koyma işaretleri verdiği Türkiye’nin en büyük bankalarından biri olan İş Bankası gibi bir bankadan bahsetmiyorum. Bu, ülke ve bölgenin her yerinden ölümün, kanın, gözyaşının fışkırdığı ve acı dolu feryatların yükseldiği bir dönemde şirret bir arsızlıkla en kuytu köşelere bile sirayet eden merhamet yoksunluğuna çare olabilecek farazi bir banka. Hani genç yaşında hayatını kaybetmiş meşhur yazar Oğuz Atay’ın ikonik romanı Tutunamayanlar’da bahsettiği o banka... Bu farazi banka keşke gerçek olsa da vicdansızlık, keyfilik, zulüm ve despotluk gibi onulmaz hastalıklara düçar olmuş Erdoğan Rejimi’ne ve sefaletiyle bizatihi kendisi merhamete muhtaç hale gelmiş acınası AKP hükümetine, bol keseden ve geri ödemesiz olmak şartıyla merhamet, insaf ve empati kredileri açabilse. 
   Erdoğan Rejimi ve kesif gölgesi altındaki AKP iktidarının izandan uzaklaştıkça mı merhametten mahrum kaldıkları, yoksa merhametsizleştikçe mi izanlarını kaybettikleri elbette ki tartışılabilir. Ama son yıllarda yaşananlardan anlayabildiğimiz kadarıyla izansızlıkla merhametsizlik arasında doğrudan bir korelasyon bulunuyor. Öte yandan, hiç şüpheniz olmasın ki, izanını kaybedenin vicdanını, vicdanını yitirenin izanını kaybetmesine şu yeryüzündeki en ibretlik örneği halen Türkiye’yi yönetenlerin acınası hali oluşturuyor. Yolsuzluklarla, hırsızlıklarla, rüşvetlerle adı anılan bu despot güruhun kendilerine muhalif her kesime yönelik giriştikleri akılalmaz zulümlere, bitmek bilmez cadı avlarına, medyaya ve aydınlara yönelik uyguladıkları merhametsiz baskılara çare olacak bollukta sermaye rezervi olan bir farazi merhamet bankası bulmak bile inanın hiç kolay olmayacaktır.
   Yine de isterseniz faraziyeleri geçelim ve acılarla dolu gerçek hayata dönerek yazımıza devam edelim. Geçtiğimiz günlerde Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı Demokratik Kuruluşlar ve İnsan Hakları Ofisi’nin (AGİT-OSCE/ODIHR) talebi üzerine yer aldığım İnsan Hakları Savunucularının Korunması Hakkında Klavuz projesi kapsamında ODIHR ekibine uzunca bir söyleşi verdim. Bu söyleşide, tüm tehditlere ve görünür risklere rağmen, Erdoğan Rejimi ve AKP hükümetinin baskıları altındaki ülkede maruz kalınan boğucu atmosfere, baskılara ve zulme karşı seslerini yükseltmeye devam edenlerin bir çeşit “kelebek hayatı” yaşamayı göze aldıklarını ifade ettim. Ülkedeki mevcut durumun vehametinin derin devlet çeteleri tarafından katledilmesinden kısa süre önce Hrant Dink’in yaşadığı “güvercin tedirginliği”nin de ötesinde olduğunu anlatabilmek için doğrusu daha uygun bir başka ifade gelmedi aklıma. 
   Kelebek hayatları... Özellikle son birkaç yıldır, izanını kaybetmiş muktedirlerin yönetiminde merhametini iyice yitirmiş bu ülkede olup biten haksızlıklara, hukuksuzluklara, baskılara, zulümlere ve katliamlara karşı sesini yükseltme cesaretini gösterenler, bir sonraki sabahlarından emin olmadan yaşıyorlar. Çünkü biliyorlar ki, haksızlıklara karşı çıkma cesaretini gösterenlerin, Erdoğan Rejimi ve AKP iktidarının keyfi direktifleriyle, alakaları olmayan ve aslında hiç olmayan müphem suçlarla suçlanmaları bir an meselesidir. Tabii sonra gelsin polis baskınları, gözaltılar, tutuklamalar... Ve gelsin böyleleri apar topar tutuklanıp atıldıkları cezaevlerindeki hücrelerinde geçmek bilmez günleri geçirirken veya hala dışarıda olanların her adımları sıkı ve sıkıcı keyfi bir tarassut altındayken yıllarca sürecek olan sözde hukuki soruşturmalar ve neticesi baştan belli sözde davalar...
   Tüm bu tehditlere ve her an hapse atılma risklerine rağmen birileri hala hak ve özgürlük mü diyor, başkalarının mağduriyetlerini kendileri için hala sorun mu ediyor... Öyleyse daha ürkütücü başka bazı caydırıcı yöntemlerin de sırası gelmiş demektir. Bir çeşit fiili dokunulmazlık sağlayarak her türlü hukuksuz eylemlerine yeşil ışık yaktıkları mafyatik suç örgütleri ne güne duruyor? Ciddiyetleri geçmiş kanlı eylemleriyle tescillenmiş bu suç şebekelerinin “kanla duş alma” fantazilerinin bir sonraki kurbanı başkalarının haklarını, hukuklarını savunmak adına kelebek hayatları yaşamayı göze almış birileri neden olmasın ki? 
   Tam burada soralım öyleyse: Yaşama hakları ve düşünce/ifade/basın/inanç özgürlükleri ihlal edilenlerin haklarını savunurken kendi hak ve özgürlüklerinin ya da yaşama haklarının her an ellerinden alınabileceğinin bilincinde olarak kırılgan bir kelebek hayatı yaşamak mıdır daha dayanılmaz olanı, yoksa gelecek kaygısı duymadan şu dünyada birkaç günlük sefası olan gerçek bir kelebek hayatı mı? Bile göre kelebek hayatları yaşamak zordur elbette... Ama insan olabilmek ve insan kalabilmek biraz da gündelik kelebek hayatları yaşamayı göze almak pahasına bu tür zor zamanlarda haksızlıklara ve zulme karşı gelmek değil midir?    
   Mesela, zamanında yapılmış tüm samimi uyarılara rağmen terör örgütü PKK’nın güçlenmesine göz yumanların ihanet düzeyindeki bu ihmallerinin hesabını, ahlaklı her insandan beklendiği gibi, vermek yerine sivillerin hayatına duyarlılık talep edenleri arsız bir pişkinlikle hain ilan etmelerine karşı çıkmak gündelik kelebek hayatları yaşamaya değmez mi? 
   Ya da katliamlara ortak olmamak için masum ölümlerine karşı çıkarak “Miray bebekler ölmesin”, “Taybet Anaların cesetleri günlerce sokak ortalarında kalmasın” diyebilmek kelebek hayatları yaşamaya değmez mi? Terör örgütü PKK ya da devletin yasal kurşunuyla vurulmuş yakınlarının cenazesini tedirginlik içinde kaldırmaya çalışan yürekleri kapkara acılarla dolu beyaz bayraklı sivillere “zırhlı araçlardan ateş etmeyin” çağrısı yapıp insan kalmaya çalışmak kelebek hayatları yaşamayı göze almaya değmez mi? 
   Veya “Suriye ve Irak’ta süren kirli savaşın bir parçası olmayın. Oralarda kafa kesen, insan yakan, küçücük kızları, kadınları satan radikal terör örgütlerine doğrudan ya da dolaylı destek vermeyin” deme cesaretini göstermek günübirlik kelebek hayatları yaşamaya değmez mi? 
   Hatta “yolsuzluk yapmayın, hırsızlık etmeyin, rüşvet almayın, tüyü bitmemiş yetimin hakkı olan kamu malını talan etmeyin; görgüsüz bir lüks, arsız bir şatafat ve şirret bir debdebe için yoksul halkın vergilerini çarçur etmeyin; insanların helal mülklerine ahlaksızca çökmeyin; en başarılı bankaları, şirketleri istilacı yamyamlar gibi gasp etmeyin; sizin gibi düşünmeyen, izzetsiz alkışlara tenezzül etmeyerek zulmünüze ortak olmayan ve size yalakalığı onurlarına yediremeyen dürüst ve onurlu insanları ekmeklerinden mahrum bırakmayın; hakkın, hukukun sesi özgür medyayı ahlaksız yöntemlerle yok etmeyin; onurlu gazetecileri, izzetli aydınları ve akademisyenleri ölümle ya da keyfi hapis cezalarıyla tehdit etmeyin; dinen günah, ahlaken ayıp, kanunen suç olan yüzkızartıcı pis işler yaparken suçüstü yakalandığınız için başkalarına olan haksız kininizden dolayı hayırsever insanlara zulmetmeyin; ahlaksız bir ikiyüzlülükle yalan söylemeyin; masum insanlara büyük bir utanmazlıkla iftiralar atmayın; şeytanı kıskandıracak rezil planlarla cadı avları yapmayın!..” diyebilme cesareti gösterebilmek kelebek hayatları yaşamayı göze almayı gerektirse bile buna değmez mi?
   Öyleyse, uzunca bir zamadır ölüm, kan ve zulüm kokularının yükseldiği bir merhametsizlik çölüne dönen bu ülkede, bir serap gibi ansızın belli belirsiz beliren umut vahalarında hayatlarını feda etme pahasına başkalarına yaşam umudu müjdeleyen uçarı kelebeklerden milyonlarcası neden yeri göğü rengarenk renklendirmez ki?..