Türkiye
büyük bir bunalımdan geçiyor. Sınırsız dikta hevesleri ülkenin başını beladan
belaya sokarken insanların hayatlarını karartıyor. Hukuksuzluklar ve
keyfilikler ülkeyi yaşanmaz hale getiriyor. Kutuplaştırıcı ve düşmanlaştırıcı
dil sosyal barışı bozuyor, kimsede huzur bırakmıyor. Kurumlara, kurallara,
ilkelere ve demokratik teamüllere saygısızlık zirve yaparken devlet hızla
yönetilemez hale geliyor.
Öte yandan,
demokrasi açığının devasa bir uçuruma dönüştüğünde hemen herkes hemfikir. Ülkeyi
bir öngörülemezlik karanlığına teslim edenler yüzünden kimse emin olamadığı
geleceğine güven içerisinde bakamıyor. Hukuk devletinin yerinde yeller esiyor.
Kifayetsiz partizanlar ve muhteris yandaşların işgali altındaki devlet
bürokrasisi ise tam anlamıyla mefluç. Hukukun, denetimin olmadığı, ehliyetin
yerini nepotizmin aldığı bir ortamda usulsüzlük ve yolsuzluk norm olmuş
durumda. Medya iktidar üzerindeki toplumsal denetim vazifesini yerine getirmek şöyle
dursun kendi derdine düşmüş halde. İfade ve basın özgürlüğünün üzerindeki
baskıları, gazetecilere ve aydınlara yönelik tehditleri dile getirmek, sansürden
ve baskılardan söz etmek bile büyük cesaret istiyor.
Her
tarafından çatırtıların geldiği ekonomimiz istikrarlı şekilde dolaşıma sokulan
istatistiki yalanlar üzerinden yürütülen algı yönetimiyle adeta cesedini
sürüklüyor. Dış politikayı ise hiç sormayın. Gerçeklikle bağlarını neredeyse
tamamen koparmış hayal kahramanlarının dümende olduğu dış politikada başarılı
sonuç alınan tek bir adıma rastlanmıyor.
Türkiye’nin
tüm bu alanlardaki utanç verici fotoğrafını en son Freedom House, Human Rights Watch ve
Uluslararası Şeffaflık Örgütü raporları objektif bir şekilde gözler önüne
serdi. Malesef, Türkiye’nin bu raporlar üzerinden verdiği son görüntü ancak
denetimsiz yoz bir diktatörün koşar adım felakete sürüklediği iflas etmiş bir
ülkenin (failed state) verebileceği türden. Üstelik bütün evrensel, toplumsal,
kültürel, tarihi, milli ve manevi değerlerin, ahlaki ilkelerin içi boşaltılmış
durumda. Öyle ki, hamasete gelince en değer eksenli olduğunu iddia edenler
toplumun en yozlaşmış kesimlerini oluşturur hale geldi.
Tarihin başka
dönemlerinde, dünyanın başka ülkelerinde yaşananlar adeta kötücül bir tenasühcü
ruh gibi bugün ülkemize musallat olmuş sanki. Tarihin kırılma noktalarını
işaretleyen kavşaklarda hep olageldiği gibi bu sefer de tüm sorunların odağında
bu sorunların büyük ölçüde kaynaklığını yapan tek bir kişi yer alıyor. Yine tarih boyunca benzer
örneklerde görülegeldiği gibi, azgın ihtiraslarıyla sorunlara kaynaklık eden bu
türden muktedirlerin propaganda kabiliyetleriyle kolayca yönlendirebildikleri
kitleler, baştacı yaptıkları bu figürlerin benzerlerinin yol açtığı acı
tecrübelerden hiç ders almıyor. Oysa tarih bu tür muhterislerin yönetimindeki
ülkelerin sürüklendiği felaketlerle dolu.
Gelin
isterseniz iktidar, güç, refah ve istikrar vaatleriyle kitleleri efsunlamayı
başarabilen, ancak sadece yoksulluk, yıkım, göşyaşı, kan ve ölüm gibi felaketler
getiren diktatörlerden sadece bir tanesinin hikayesine şöyle bir gözatalım.
Bakalım bu muhteris diktatör size de tanıdık gelecek mi?
“(Bu süreç sonunda) bütün kurumsal
kısıtlamalardan kurtulma ve ‘iktidar karteli”nin bütün kesimleri karşısında
karşı konulmaz bir üstünlük kazanma noktasına ulaştı... Yüksek düzeyde
kişiselleşmiş yönetim tarzı siyasetin belirlenmesinde kollektif katılım
denebilecek her şeyi yıprattı. Bu tek parçalı yapı, iktidar eliti içinde
(bile), kişilerin hayatlarına ve özgürlüklerine yönelik tehlikeler yaratmasının
yanı sıra, muhalefetin örgütlenmesini de neredeyse imkansız hale getirdi.
...(Kendi) şahsi iktidarını ise aşırı biçimde güçlendirdi. Fren oluşturabilecek
(kurumların yanı sıra) daha ihtiyatlı danışmanlığın alanı önemli ölçüde
daraldı.
Sürekli bir Hobbesvari “herkesin
herkese karşı savaşı” niteliğindeki birbirine rakip iktidar derebeylikleri arasındaki
mücadele ise kendisinin hemen altındaki düzeyde gerçekleşiyor ve bütün otoritenin
kaynağı olarak kendisinin sahip olduğu olağanüstü konumu güçlendiriyordu. Farklı
iktidar oluşumlarının (hareket, devlet bürokrasisi, ordu, büyük şirketler,
polis) hem bireysel hem de grupsal çıkarlarını bölüyordu. Bu durumda kendisi,
tek belirleyici olarak içeride işleri, tıpkı dış siyaset alanında yaptığı gibi,
ikili ilişkilerle yürütüyordu. Bir yerde destek veriyor, bir başka yerde
vermiyordu. Tek hakem olarak davranıyor ve (işlerine) karışmamayı tercih ettiği
ya da (böyle davranmaya) zorlandığı ve astlarını kendi aralarında çatıştırdığı
zaman bile bu tutumundan vazgeçmiyordu.
Aslında bu kendi otoritesinin
kaçınılmaz bir sonucundan çok, planlı bir ‘böl ve yönet’ stratejisiydi.
Siyaseti birleştirmek için eşgüdüm sağlayan herhangi bir organ olmadığı için.
bütün çıkar grupları ancak kendisinin verdiği destek sayesinde meşruluk
kazanabiliyordu. Bu durumda, her grup kaçınılmaz biçimde bu desteği kazanmak ya
da sürdürmek adına ‘onun için çalışıyordu’. Böylece iktidarının sürekli
büyümesi ve kendi ideolojik saplantılarının yaygınlaşması sağlanıyordu.
Tutarlı yönetim yapılarının geri
döndürülemez şekilde dağılması sadece (liderin) mutlak üstünlüğünü yansıtan ve
süsleyen her şeyi kapsayıcı lider kültünün bir ürünü değil, aynı zamanda her
şeyi gören, her şeyi bilen, yanılmaz lider efsanesinin bu durumu bizatihi
yönetim ilkesi haline getirmiş olmasıydı. Ayrıca, hep tanık olduğumuz gibi,
zaman içinde lider kültü yalanına kendisi de inandı. Oysa akılcı karar verme
bakımından bu iyi bir öncül değildi.
Bu durumda, ... (kendisinin)
liderliğine ve izlemekte olduğu tehlikeli siyasete mutlak bir itaatin oluşması
ve hiç kimsenin meydan okumaması şaşırtıcı değildi. Çekincelere rağmen rejimin
iktidar elitinin bütün kesimleri bu noktada kendi kaderlerini lidere bağlamışlardı.
Ya uyum sağlayacaklar ya da yok olacaklardı.” (Cilt II, s. 119-120)
Bu kişilik
ve süreçler eminim size de tanıdık gelmiştir. Çünkü bu diktatör profiline
geçmişte ya da günümüzde, uzakta veya çok yakında rastlamak maalesef mümkün.
Ian Kershaw’ın iki ciltlik (Hubris ve Nemesis), oldukça hacimli Hitler
biyografisinden alıntıladığım bu birkaç satır keşke sadece Adolf Hitler’in
özelliklerini ve dikta sürecini yansıtan tarihten karanlık bir hikaye olarak
kalsaydı. Elini milyonlarca insanın kanına bulaştırmış Hitler gibi lanetli ruhlar
keşke tarihin farklı dönemlerinde, farklı coğrafyalarda sürekli dolaşıp durmasa
ve kendi halklarının başına bela olacak despotların bedenlerinde tekrar be
tekrar reenkarne olmasaydı.