19 Ocak 2016 Salı

“Diktatör” vs. “hain”


CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, anayasayı, hukuku ve demokratik ilkeleri hiçe sayarak ne pahasına olursa olsun bir tek-adam rejimi kurmaya çalışan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a bugüne kadar defaatle “diktatör” dedi. Ama bu sözünü CHP 35. Kurultayı’nda tekrarlaması nedense Saray ve hükümet çevrelerinde büyük bir öfke ve tepkiyle karşılandı. Dokunulmazlığı olduğu halde Kılıçdaroğlu’nun hakkında bir savcılık derhal soruşturma başlattı. Erdoğan da 100 bin liralık tazminat davası açtı. Başbakan Davutoğlu ve diğer AKP’liler ise Kılıçdaroğlu’na çok sert tepkiler gösterdiler.
            Ülkenin bütünlüğünü, milletin birliğini, devlet organları ve kurumları arasındaki uyumu temsil etmesi gereken bir cumhurbaşkanının, koruyacağına namusu ve şerefi üzerine yemin ettiği tarafsızlığını hiçe sayarak her an siyasete müdahale etmek suretiyle Kılıçdaroğlu’nun sert sözlerine hedef olması hakikaten üzücü. Doğruya doğru  Kılıçdaroğlu’nun “Diktatör bozuntusu olan adam senin için şeref ve namus ne anlama geliyor? Oturacaksın bunun hesabını vereceksin. Ya tarafsızlığını korursun, saygı görürsün ya da sana her gün namus ve şeref kavramını hatırlatırım. Sen bu yemini niye ettin? Tarafsızlığını korumazsan bu lafları ağırlaştırarak devam ettireceğim. Bir de dindar geçiniyorsun. Ona göre sadece o dindar. İnançlı adamda namus ve şeref önemlidir” sözleri çok sert, çok ağır. Ama kabahat sadece onda mı?
            Bu yazıda Anayasa’yı, hukuku ve demokratik teamülleri hiçe saydığı için yukarıdaki ağır sözlere hedef olan, sürekli oldu-bittiler ve fiili durumlar oluşturarak bir tek-adam rejimi peşinde koşan Erdoğan’ın ülkeyi nasıl bir uçurumun kenarına getirdiğini tartışmayacağım. Sadece şu soruların cevabını aramaya çalışacağım: Kimlere, neden ve ne zaman diktatör denilir? Diktatörler ne zaman kendi halkları tarafından “diktatör” olarak anılamaz hale gelir? Bir diktatöre “diktatör” denilemez hale geldiği zaman ona ne denilir? Bir ülkede diktatörlük konsolide olduğu oranda “diktatör” kavramının kullanılamadığı, yerine ise tüm muhalifleri hedef alacak şekilde “ihanet”, “hainlik”, “vatan haini” gibi kavramların tedavüle sokulduğu ne kadar doğrudur?
            Hemen belirtmeliyim ki tarihin hiçbir aşamasında hiçbir diktatör kendisini “diktatör” olarak görmemiştir. Her devirde, her türden diktatör kendilerini ülkelerinin ve milletlerinin iyiliğini düşünen ve onları kurtaracak olan eşsiz liderler olarak görmüştür. Hatta Allah’ın o ülkeye layık gördüğü bir lütuf olarak gören diktatörlerin yanı sıra diktatörlük işini iyice abartarak kendilerini doğrudan Tanrı yerine koyan (Firavunlar gibi) örnekler de yok değildir. Bir modern diktatörlükte, diktatörün doğum günü şerefine yapılan bir tören vesilesiyle onun huzurunda sergilenen bir tiyatroda diktatörün bir bebek olarak gökten inerken nasıl temsil edildiğini kendi gözleriyle görmüş biri olarak yazıyorum bunu. O diktatör, bir “kutsal kitap” yazarak tüm halkını o kitabı okumaya zorlamakla da bilinirdi.
            Elbette ki diktatörlerin kendilerine “diktatör” dememelerinden ve denilmesini istememelerinden daha fecisi, “diktatör” diyenleri dediklerine pişman etmeleridir. Kabul etmek gerekir ki, bir diktatöre kendi ülkesinde hala “diktatör” denilebiliyorsa bu sadece o ülke için umudun henüz tükenmediğini ve iş işten geçmediğini gösterir. Şundan emin olabiliriz ki, bir ülkede diktatörlük kurumsallaştıkça o ülkede kaybolacak ilk kelime “diktatör” kelimesi olacaktır. “Diktatör” kelimesinin yerini ise hızla irili ufaklı bütün muhalifler için kullanılan “ihanet”, “hainler”, “vatan haini” vs gibi kelimeler alacaktır. Bir ülkede zalim bir diktatöre karşı “diktatör” sıfatının kullanılması ne kadar azalmış, muhaliflere yönelik “ihanet” ve “hain” suçlamaları ne kadar yaygınlaşmışsa diktatörlük de o kadar güçlenmiş, o kadar yerleşmiş demektir.
            Hikaye burada tabii ki bitmez. Diktatörler, diktatörlüklerini tam tesis ettikten ve ülkelerinde hala “diktatör” olarak anıldıkları o tatsız aşamayı kanlı ya da kansız ama mutlaka başarıyla geçtikten sonra onlar için güzel günler başlıyor demektir. Son aşamaya varmış olan diktatörler kendileri için kullanılan “diktatör” gibi rahatsız edici sıfatları da geride bırakırlar. Onlar artık sadece “Yüce Lider”, “Führer”, “Il Duce”, “El Caudillo”, “Ulu Önder”, “Milli Şef”, “Reis” vb gibi kulağa hoş gelen ve güç müptelası herkesin içini gıcıklayan “güzel” sıfatlarla anılır hale gelirler.
            Ortak özellikleri ülkelerini keyiflerince talimat vererek ve baskıyla yönetmek olan diktatörlerin elbette ki hepsi aynı değildir. Adolf Hitler ve Benito Mussolini gibi ideolojik olanları da vardır, Napolyon Bonapart, Josip Broz Tito, Ho Chi Minh gibi “şefkatli” olanları da. Josef Stalin gibi diktatörlüğünü tek parti diktası ile kamufle eden diktatörlere de rastlanır. Francisco Franco ve Muammer Kaddafi gibi askeri diktatörlüklerin örneklerine de.
            Yukarıda da belirttiğim gibi bu diktatörlük türlerinden herhangi birini dört başı mamur bir şekilde kurumsallaştıran diktatörler kendi halkları tarafından artık diktatör olarak anılmazlar. Çünkü geride ne demokrasi ve özgürlük, ne de kendilerini öyle anabilecek bir halk bırakırlar. Bu yüzden, yaptıklarıyla 60 milyon insanın ölümünden sorumlu olacak Adolf Hitler, “Führer”dir artık. “Büyük Temizlik” adı altında milyonlarca muhalifini katleden ve en az 20 milyon insanın ölümünden sorumlu olan Josef Stalin diktatörlüğü süresince ülkesinde Rusça’da “çelik” anlamına gelen “Stalin”dir. Zaten İtalyanlar da Ruslar gibi yapmış ve 400 bin insanı öldüren Benito Mussoloni’ye iktidarının zirvesindeyken, doğal olarak, “faşist diktatör” diyemeyecekleri için, “Il Duce” demeyi tercih etmişlerdi.
            Devam edelim. Kanlı savaşların, iç savaşların ve korkunç katliamların yanısıra kulağa hoş gelen “İleri Büyük Atılım”, “Kültür Devrimi” ve “100 Çiçek Kampanyası” gibi sözde devrimleri sırasında 50 milyona yakın insanın ölümünden sorumlu tutulan Mao Zeodung, kan kızılı devrimini yerleştirdikten sonra artık “Başkan Mao”dur. Öte yandan, Kuzey Kore’de 3 milyon insanın ölümünden sorumlu olan Kim-il Sung çoktan “Yüce Lider” konumuna ulaşmıştır bile. Eli 2 milyon insanın kanına bulaşmış Saddam Hüseyin bile ülkesinde diktatör olarak değil, “Büyük Amca” olarak anılırdı.
            Ayrıca, faşist baskılarla İspanya’da 2 milyon insanı katleden Franco’ya kim diktatör diyebilirdi ki? Olsa olsa o artık bir “El Caudillo” idi. Kendi vatandaşı olan en az 3 milyon insanın katili Pol Pot bile “Bir No’lu Kardeş”ti, diktatör değil. Romanya’da binlerce insanın ölümünden sorumlu Nikolay Çavuşesku şüphesiz ki isminin önünde “diktatör” yerine “Karpatların Dâhisi” sıfatını görmekten son derece memnundu. Diktatörlükleri belirli bir aşamaya ulaştıktan sonra ne Kübalılar Fulgencio Batista y Zaldívar’a diktatör diyebilmişti, ne Şilililer Auguste Ugarte Pinochet’e, ne Haitililer Francais Duvalier’e, ne de Nikaragualılar Anostocio Garcia Somoza’ya. Tıpkı milyonların katili Rus Çarı 2. Nikolay ya da Kongo’da on milyonlarca insanı katleden Belçika’nın sömürgeci Kralı Leopold’a kendi ülkelerinde katil ya da diktatör denilemediği gibi.
            Uyguladıkları hukuksuzlukları, keyfilikleri, baskıları ve işledikleri zulümlerinden dolayı bugün birilerine hala “diktatör” denilebiliyorsa buna sadece sevinmek lazım. Asıl o kişiye herkesin “Reis” demek zorunda kalacağı gün o ülke için iş işten geçmiş demektir.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder