CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, anayasayı, hukuku ve demokratik ilkeleri hiçe sayarak ne pahasına olursa olsun bir tek-adam rejimi kurmaya çalışan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a bugüne kadar defaatle “diktatör” dedi. Ama bu sözünü CHP 35. Kurultayı’nda tekrarlaması nedense Saray ve hükümet çevrelerinde büyük bir öfke ve tepkiyle karşılandı. Dokunulmazlığı olduğu halde Kılıçdaroğlu’nun hakkında bir savcılık derhal soruşturma başlattı. Erdoğan da 100 bin liralık tazminat davası açtı. Başbakan Davutoğlu ve diğer AKP’liler ise Kılıçdaroğlu’na çok sert tepkiler gösterdiler.
Ülkenin
bütünlüğünü, milletin birliğini, devlet organları ve kurumları arasındaki uyumu
temsil etmesi gereken bir cumhurbaşkanının, koruyacağına namusu ve şerefi
üzerine yemin ettiği tarafsızlığını hiçe sayarak her an siyasete müdahale etmek
suretiyle Kılıçdaroğlu’nun sert sözlerine hedef olması hakikaten üzücü. Doğruya
doğru Kılıçdaroğlu’nun “Diktatör
bozuntusu olan adam senin için şeref ve namus ne anlama geliyor? Oturacaksın
bunun hesabını vereceksin. Ya tarafsızlığını korursun, saygı görürsün ya da
sana her gün namus ve şeref kavramını hatırlatırım. Sen bu yemini niye ettin?
Tarafsızlığını korumazsan bu lafları ağırlaştırarak devam ettireceğim. Bir de
dindar geçiniyorsun. Ona göre sadece o dindar. İnançlı adamda namus ve şeref
önemlidir” sözleri çok sert, çok ağır. Ama kabahat sadece onda mı?
Bu
yazıda Anayasa’yı, hukuku ve demokratik teamülleri hiçe saydığı için yukarıdaki
ağır sözlere hedef olan, sürekli oldu-bittiler ve fiili durumlar oluşturarak
bir tek-adam rejimi peşinde koşan Erdoğan’ın ülkeyi nasıl bir uçurumun kenarına
getirdiğini tartışmayacağım. Sadece şu soruların cevabını aramaya çalışacağım:
Kimlere, neden ve ne zaman diktatör denilir? Diktatörler ne zaman kendi
halkları tarafından “diktatör” olarak anılamaz hale gelir? Bir diktatöre
“diktatör” denilemez hale geldiği zaman ona ne denilir? Bir ülkede diktatörlük
konsolide olduğu oranda “diktatör” kavramının kullanılamadığı, yerine ise tüm muhalifleri
hedef alacak şekilde “ihanet”, “hainlik”, “vatan haini” gibi kavramların
tedavüle sokulduğu ne kadar doğrudur?
Hemen
belirtmeliyim ki tarihin hiçbir aşamasında hiçbir diktatör kendisini “diktatör”
olarak görmemiştir. Her devirde, her türden diktatör kendilerini ülkelerinin ve
milletlerinin iyiliğini düşünen ve onları kurtaracak olan eşsiz liderler olarak
görmüştür. Hatta Allah’ın o ülkeye layık gördüğü bir lütuf olarak gören diktatörlerin
yanı sıra diktatörlük işini iyice abartarak kendilerini doğrudan Tanrı yerine
koyan (Firavunlar gibi) örnekler de yok değildir. Bir modern diktatörlükte,
diktatörün doğum günü şerefine yapılan bir tören vesilesiyle onun huzurunda sergilenen
bir tiyatroda diktatörün bir bebek olarak gökten inerken nasıl temsil edildiğini
kendi gözleriyle görmüş biri olarak yazıyorum bunu. O diktatör, bir “kutsal
kitap” yazarak tüm halkını o kitabı okumaya zorlamakla da bilinirdi.
Elbette
ki diktatörlerin kendilerine “diktatör” dememelerinden ve denilmesini
istememelerinden daha fecisi, “diktatör” diyenleri dediklerine pişman
etmeleridir. Kabul etmek gerekir ki, bir diktatöre kendi ülkesinde hala “diktatör”
denilebiliyorsa bu sadece o ülke için umudun henüz tükenmediğini ve iş işten
geçmediğini gösterir. Şundan emin olabiliriz ki, bir ülkede diktatörlük
kurumsallaştıkça o ülkede kaybolacak ilk kelime “diktatör” kelimesi olacaktır.
“Diktatör” kelimesinin yerini ise hızla irili ufaklı bütün muhalifler için kullanılan
“ihanet”, “hainler”, “vatan haini” vs gibi kelimeler alacaktır. Bir ülkede zalim
bir diktatöre karşı “diktatör” sıfatının kullanılması ne kadar azalmış, muhaliflere
yönelik “ihanet” ve “hain” suçlamaları ne kadar yaygınlaşmışsa diktatörlük de o
kadar güçlenmiş, o kadar yerleşmiş demektir.
Hikaye
burada tabii ki bitmez. Diktatörler, diktatörlüklerini tam tesis ettikten ve
ülkelerinde hala “diktatör” olarak anıldıkları o tatsız aşamayı kanlı ya da
kansız ama mutlaka başarıyla geçtikten sonra onlar için güzel günler başlıyor
demektir. Son aşamaya varmış olan diktatörler kendileri için kullanılan “diktatör”
gibi rahatsız edici sıfatları da geride bırakırlar. Onlar artık sadece “Yüce Lider”,
“Führer”, “Il Duce”, “El Caudillo”, “Ulu Önder”, “Milli
Şef”, “Reis” vb gibi kulağa hoş gelen ve güç müptelası herkesin içini
gıcıklayan “güzel” sıfatlarla anılır hale gelirler.
Ortak
özellikleri ülkelerini keyiflerince talimat vererek ve baskıyla yönetmek olan
diktatörlerin elbette ki hepsi aynı değildir. Adolf Hitler ve Benito Mussolini
gibi ideolojik olanları da vardır, Napolyon Bonapart, Josip Broz Tito, Ho Chi
Minh gibi “şefkatli” olanları da. Josef Stalin gibi diktatörlüğünü tek parti
diktası ile kamufle eden diktatörlere de rastlanır. Francisco Franco ve
Muammer Kaddafi gibi askeri diktatörlüklerin örneklerine de.
Yukarıda da
belirttiğim gibi bu diktatörlük türlerinden herhangi birini dört başı mamur bir
şekilde kurumsallaştıran diktatörler kendi halkları tarafından artık diktatör
olarak anılmazlar. Çünkü geride ne demokrasi ve özgürlük, ne de kendilerini öyle
anabilecek bir halk bırakırlar. Bu yüzden, yaptıklarıyla 60 milyon insanın
ölümünden sorumlu olacak Adolf Hitler, “Führer”dir artık. “Büyük Temizlik” adı
altında milyonlarca muhalifini katleden ve en az 20 milyon insanın ölümünden
sorumlu olan Josef Stalin diktatörlüğü süresince ülkesinde Rusça’da “çelik”
anlamına gelen “Stalin”dir. Zaten İtalyanlar da Ruslar gibi yapmış ve 400 bin
insanı öldüren Benito Mussoloni’ye iktidarının zirvesindeyken, doğal olarak,
“faşist diktatör” diyemeyecekleri için, “Il Duce” demeyi tercih etmişlerdi.
Devam
edelim. Kanlı savaşların, iç savaşların ve korkunç katliamların yanısıra kulağa
hoş gelen “İleri Büyük Atılım”, “Kültür Devrimi” ve “100
Çiçek Kampanyası” gibi sözde devrimleri sırasında 50
milyona yakın insanın ölümünden sorumlu tutulan Mao Zeodung, kan kızılı
devrimini yerleştirdikten sonra artık “Başkan Mao”dur. Öte yandan, Kuzey
Kore’de 3 milyon insanın ölümünden sorumlu olan Kim-il Sung çoktan “Yüce Lider”
konumuna ulaşmıştır bile. Eli 2 milyon insanın kanına bulaşmış Saddam Hüseyin
bile ülkesinde diktatör olarak değil, “Büyük Amca” olarak anılırdı.
Ayrıca, faşist
baskılarla İspanya’da 2 milyon insanı katleden Franco’ya kim diktatör
diyebilirdi ki? Olsa olsa o artık bir “El Caudillo” idi. Kendi vatandaşı olan
en az 3 milyon insanın katili Pol Pot bile “Bir No’lu Kardeş”ti, diktatör
değil. Romanya’da binlerce insanın ölümünden sorumlu Nikolay Çavuşesku şüphesiz
ki isminin önünde “diktatör” yerine “Karpatların Dâhisi” sıfatını görmekten son
derece memnundu. Diktatörlükleri belirli bir aşamaya ulaştıktan sonra ne
Kübalılar Fulgencio Batista y Zaldívar’a diktatör diyebilmişti, ne Şilililer
Auguste Ugarte Pinochet’e, ne Haitililer Francais Duvalier’e, ne de
Nikaragualılar Anostocio Garcia Somoza’ya. Tıpkı milyonların katili Rus Çarı 2.
Nikolay ya da Kongo’da on milyonlarca insanı katleden Belçika’nın sömürgeci
Kralı Leopold’a kendi ülkelerinde katil ya da diktatör denilemediği gibi.
Uyguladıkları
hukuksuzlukları, keyfilikleri, baskıları ve işledikleri zulümlerinden dolayı
bugün birilerine hala “diktatör” denilebiliyorsa buna sadece sevinmek lazım.
Asıl o kişiye herkesin “Reis” demek zorunda kalacağı gün o ülke için iş işten
geçmiş demektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder