9 Ocak 2016 Cumartesi

​“Çocuklar ölmesin!” provokasyonu

Reel sorunlarla uğraşarak Türkiye’yi yönetmek yerine türlü türlü yalan ve iftiralarla algıları yöneterek kandırabildikleri kitlelerden devşirdikleri muazzam destekle ülke üzerinde tek adamcı bir despotitahakküm kurmaya çalışan bir avuç İslamcı militan bu hedefe ulaşmak yolunda hiçbir insani, hukuki ve ahlaki ilke tanımıyor. Kimsenin tam olarak ne olduğunu kestiremediği o hedef ya da davauğruna tarihin görüp görebileceği en keskin U dönüşlerineen mide bulandırıcı savrulmalara, en tiksinilesi tutarsızlıklara ve en kıvrak manevralara hep bu dönemde şahitlik ediyoruz. 
Dış politikada Suriye, İsrail, Mısır, Rusya, ABD ve AB ile olan ilişkilerde söylem ve eylem bazındaki keskin inişler ve çıkışlar bu duruma güzel birer örneklik teşkil ediyor. Öyle ki “Stratejik Derinlik” ve “komşularla sıfır sorun” hamasetiyle ülkeye hakim olanların en büyük stratejik manevraları daha dün tükürdüklerini bugün yalamaktan ibaret hale geldi.Machievelli’yi bile mezarından ters döndürecek nitelikteki tutarsızlık, ilkesizlik ve öngörülmezliğin pek çok örneğini ekonomik ve sosyal politikalarda da görmek mümkün.
Dış politika ve sosyo-ekonomik alanlardaki tutarsızlıkların, çelişkilerin, ilkesizliklerin ve şahsiyetsizliğin daha fecisi ise iç siyasette yaşanıyor. Bireysel ya da grup hırslarıyla peşinde koştukları ihtiraslı hedeflere ulaşmak için hiçbir kutsal ya da ilke tanımayan bu güruhun dün söyledikleriyle bugün söylediklerinin aynı ağızlardan çıktığına inanmak hakikaten zor. Türkiye’nin siyasi iktidarına hakim olan ilkesizliğin, hukuk tanımazlığın, keyfiliğin yol açtığı pek çok sorun bir yana sadece sebep oldukları öngörülemezlibile Türkiye için başlı başına bir risk haline gelmiş durumda. Bu öngörülemezlik yüzünden bugün kimin kahraman yarın kimin hain ilan edilebileceğine ya da bugün revaçta olan bir siyasi pozisyon veya söylemin yarın başına neler gelebileceğine dairbir tahminde bulunmak her geçen gün daha da zorlaşıyor.
Şöyle üstün körü bakıldığında dahi rasyonel ve ahlaki tutarlılıktan mahrummuş gibi bir görüntü veren bu keskin U dönüşlerine, çıkarlarıyla iktidara ölümüne bağlı iliştirilmiş (embeded) kesimler, siyasetçiler, aydınlar(!), gazeteciler uyum sağlamada şaşkınlıktan kaynaklı bazı ufak tefek zorlanmalar yaşasalar da bunların ahlaken herhangi bir sorun yaşamadıkları görülüyor. Tek bir adamın keyfine göre hızla değişen beklenmedik her duruma bunların kendilerini uyarlamaktaki hızları, kıvraklıkları ve marifetleri dünyanın en esnek akrobatlarını bile kıskandıracak derecedeZaten ülkede asıl tehlikeyi omurgasız canlılarmışcasına sınırsız esneyebilen çıkar odaklı bu ilkesiz çevreler değil, sıradan konjonktürel değişimlerin yanısıra en keskin savrulmaları bile ilkesel bir tutarlılıkla karşılayıp pozisyonlarını ona göre korumaya çalışanlar yaşıyor.
İktidarın tutarsız ve keskin zig zaglarına ilkesel tutarlılık adına iradi olarak uyum sağlamayan bu kesimler iktidarın her tutarsız ve keskin pozisyon değişikliğinde daha önce suçlandıklarının tam tersi ithamlarla kolayca ve arsızca suçlanabiliyorlar. Bu suçlama hızla siyasi linçlere, karakter suikastlerine dönüşebiliyor. Hatta Tahir Elçi örneğinde olduğu gibi ilkesel tutarlılıkta karar kılmış olanlara dava üzerine davalar açılabiliyor. Bu da yetmiyor sokak ortasında gerçekleşen bir faili meçhulle ortadan kaldırılabiliyor. 
Tam da Elçi vakasında olduğu gibi bu durumun en iyi örneklerinden birini Kürt sorunu ve terör örgütü PKK’ya yaklaşımlar oluşturuyor. 2012 yılında başlayan “Çözüm Süreci”ne ilkesel destek vermekle birlikte yapılan bazı yanlışlar ya da eksikler konusunda eleştirilerde bulunanları “dış güçlerin maşası” olarak yaftalayıp “çözüm karşıtı hainler” olarak linç edenler, kişisel siyasi hesaplarla Erdoğan’ın “çözüm süreci”ni sona erdirip yeniden kanlı çatışmları tetiklemesi üzerine bugün aynı kişileri aynı ilkesel tutarlılıklarından dolayı “PKK yanlısı hainler” olarak linç edebiliyorlar. Bizatihi kendisi yıldırıcı bir teröre dönen bu linç kampanyalarının en son kurbanı ise 20 yıldır bu ülkede her kesimce ilgiyle izlenen showmen Beyazıt Öztürk oldu. 
Öztürk’ün canlı yayınlanan showuna telefonla bağlanan ve kendisini Diyarbakır’dan öğretmen olarak tanıtan bir kadının herkesi ölümlere ve şiddete karşı duyarlı olmaya çağırarak “çocuklar ölmesin” demesi bile yeni bir linç kampanyasının başlatılmasına yetti. Milli Eğitim Bakanlığı derhal teşkilatlarında öyle bir öğretmenin olmadığını duyurdu. Güvenlik güçleri ise hiç vakit geçirmeden Diyarbakır’da görev yapan aynı isimli üç öğretmene ulaşarak birkaç saat içerisinde ses analizlerini yapma başarısını(!) gösterdi. Öğretmenin isminin sahte olduğu bilgisi derhal kamuoyuna yayıldı. Dink, Zirve ve Elçi cinayetleri hala çözümsüz beklerken bu üstün gayret hakikaten takdire şayandı. 
Bu görülmedik gayret elbette ki boşuna değildi. Çünkü kendisini öğretmen olarak tanıtan kadın, her ne kadar terör örgütü PKK lehine tek olumlu kelime söylememiş olsa da, büyük bir insani duyarlılıkla “çocuklar ölmesin” demişti. Baskılarla panikleyen Kanal D yönetiminin tuhaf bir açıklama yaparak derhal “provokasyon” yapmakla suçladığı zavallı kadın öğretmen çok büyük bir hata ettiğini nereden bilecekti ki? Oysa bilmeliydi. Çünkü daha yakın zamana kadar “analar ağlamasın” diyen Erdoğan’ın yerini insanların ölümü üzerinden başkanlık hesapları yapan biri almıştı. Dün Erdoğan söyleyince yandaşların korolar halinde tekrarlayıp ayakta alkışladığı bu sözlerin benzerini bugün söyleyemek ya doğrudan “terörist” ya da “PKK yandaşı” olmakla suçlanmak için artık yeterliydi.
Belli ki öğretmen kadın birkaç ay öncesine kadar tam tersi durumun psikolojisinden kendisini henüz kurtaramamış. Çünkü o zamanlar terör örgütü PKK’ya yönelik en ufak eleştiri hemen “çözüm karşıtlığı” olarak yaftalanıyor ve eleştiride bulunanlar derhal “Türkiye düşmanı hainler” olarak lanetleniyordu. Çözüm sürecindeki yanlışlara dair eleştirel bir iki söz edenler siyasi mitinglerde dile dolanıyor, gazete manşetlerinin hedefi haline getiriliyorlardı. Bu ülkede gerçek demokrat olup da bu linç kampanyalarından payını almayanın kaldığını sanmıyorum. Ben de şahsen bu linçlerden az payımı almadım. Ne yazık ki dün şehvetle o linçlerde yer alanların bugün sivil ölümleri eleştiren demokratları “PKK yandaşı” olmakla suçlayıp linç edenlerle aynı kişiler olması ve yine aynı kişilerin daha düne kadar terör örgütü PKK ve lideri Öcalan’a aşırı övgüler dizen çevreden olmaları bu ülkede artık şaşırtıcı görülmüyor.  
Mesela biz terör örgütü PKK ile pazarlık konusu yapmaksızın Kürt vatandaşlarımızın tüm demokratik ve kültürel haklarını hemen teslim edin dediğimizde “Öcalan Ortadoğu’da Türkiye’nin önünü açıyor” diyorlardı(Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Yiğit Bulut).
Mesela biz evet terör örgütü üyelerinin geleceğini PKK ile müzakere etmek doğrudur ama Kürt sorununu PKK’yla eşitlemeyin dediğimizde, “Öcalan’ın mesajları bizim de düşüncemiz” diyorlardı (Dönemin Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay).
Mesela biz terör örgütü PKK’yı bütün Kürtlerin tek temsilcisi gibi muhatap almak yanlıştır” dediğimizde “PKK ve IŞİD terör örgütü değil, politik hareketlerdir” diyorlardı (AKP milletvekili Orhan Miroğlu). Oysa Tahir Elçi, PKK ile ilgili benzer bir sözünden dolayı bugün hayatta değil.
Mesela biz terör örgütü PKK’yı meşrulaştırarak fiilen ve resmen taraf haline getirmeyin dediğimizde “Abdullah Öcalan olayları okuma kabiliyetine ve tecrübesine sahip” diyorlardı (Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan).
Mesela biz Oslo görüşmelerinin sızan ses kayıtlarında ortaya çıktığı şekliyle PKK’nın şehirleri cephaneliğe çevirmesine müsaade etmeyin dediğimizde “Öcalan bölgenin durumunu daha sağlıklı yorumluyor” diyorlardı (Adalet Bakanı Sadullah Ergin).
Mesela biz “tamam terör örgütü PKK ile müzakereler sürsün, buna itirazımız yok ama esas olan Kürt sorununun çözümüdür” dediğimizde “Sayın Öcalan demeyi ve PKK bayrağı açmayı suç olmaktan çıkardık” diyorlardı (Başbakan eski Yardımcısı Bülent Arınç).
Mesela biz “PKK Kürt sorununun sonuçlarından sadece biridir. Sebep duruyorken sadece sonuçlardan biriyle müzakere samimiyetsiz” dediğimizde “Abdullah Öcalan dünyanın geleceğini çok iyi okuyor” diyorlardı (AKP Milletvekili Yasin Aktay).
Mesela biz ülkede demokrasiden sapılarak, hak ve özgürlükler tırpanlanarak, hukuk ve yargı yok edilerek, Türkiye diktatrölük haline getirilerek Kürt sorunu çözülemezdediğimizde yandaş kalemler korolar halinde “Abdullah Öcalan ölmeyi değil, yaşatmayı seçti...” (Hilal Kaplan); “PKK terör örgütü değildir. Öcalan’a terörist demek, denize ‘göl’ demektir...” (Emre Aköz); “Öcalan olmasaydı şu an çoktan kan gövdeyi götürmüştü...” (Cem Küçük), “Bebek katili denilen Öcalan bize geleceği gösterdi...” (Nihal Bengisu Karaca), “Öcalan’ın çok geniş bir prestij alanı var. Nadir insanlardan biri...” (Etyen Mahçupyan) diyorlardı. 
Tüm uyarılara rağmen PKK’nın güçlenerek cephaneliğe çevirdikleri şehirlerde bir iç savaşa hazırlık yapmasına ihanet derecesinde göz yumanlar, bu sorumsuzluklarının ve beceriksizliklerinin hesabını vermek yerine yine ülkenin ilkeli demokratlarına saldırıyorlar. Kendileri ise daha düne kadar övgü üzerine övgüler dizdikleri Öcalan liderliğindeki PKK’ya karşı değil topyekün Kürt halkına karşı bir savaş açmış görüntüsü veriyorlar. PKK’yla mücadele adına yüzbinlerce nüfuslu şehirleri haftalarca kuşatıyor, insan hayatını hiçe sayacak şekilde haftalar süren sokağa çıkma yasakları ilan ediyorlar. 
Yıllarca göz yumdukları PKK’nın çocuk yaştaki gençleri kandırarak oluşturduğu silahlı şehir yapılanmalarına karşı sokaklarda verilen savaşta bebekler, çocuklar, yaşlılar, kadınlar kurşunlarla, top mermileriyle ya da bakımsızlıktan hayatlarını yitiriyor. Çatışmalar devam ederken sivillerin cesetleri günlerce buzdolaplarında, sokak ortalarında kalıyor. Tüm uyarılara rağmen terör örgütü PKK’yı güçlendirerek Kürt halkının gözünde meşrulaştıranlar hiç utanmadan insan hayatına duyarsızlığı eleştiren herkesi PKK yandaşı hainler”olarak ilan ediyorlar. Doğrusu bu kadar arsızlığa tahammül edebilmek her bünyenin harcı değil.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder