2 Mart 2016 Çarşamba

Günleri sayarken...

Bilirim günler saymak için değil, çevrenizdekilerle ve sevdiklerinizle insanca duyguları paylaşarak coşkuyla yaşamak içindir. Ama uzaktan, yakından görebildiğiniz herkes, özlem ve sabırla bekledikleri o günlerin gelmesi için gelip geçen günleri endişeli dualar eşliğinde tek tek sayarken öyle yaşanmıyor işte. Kahırla saydıkları günlerden kurtulacakları günleri bekleyenlerle birlikte ne getireceği tam olarak belli olmayan o muğlak bekleyişe mecburen siz de dahil oluveriyorsunuz. Üstelik bu bekleyiş sebebiyle ya yaşamayı erteliyor ya da yaşıyormuş gibi yapmakla yetiniyorsunuz.
            Beklemek veya gün saymak... Özünde illa da kötü çağrışımları olan şeyler değil. Mesela tabiat, coşku dolu cıvıltılarla yeniden uyanmak üzere baharın o hayat veren soluklarını duymak için aylar boyu günleri sayarak beklemez mi? Börtü böcekler, arılar, kelebekler binbir renkle fışkıran çiçeklerle gelecek olan baharın yollarını gözlemezler mi? Hatta insanlar, sırf ılık meltemlerin yüzlerini yaladığı güneşli serin günlerin coşkun neşesini bir kez daha yaşamak için, ömürlerinden günler düşme pahasına günleri saymazlar mı? Sevgililer sevdiklerine, gurbettekiler sıla özlemiyle tutuştukarı vatanlarına kavuşmak için günleri sabırsızlıkla saymazlar mı? İşçiler, memurlar ay sonu, öğrenciler haftasonu gelsin diye günleri saymaz mı?         
            Keşke gün saymaların tamamı bunlar gibi olsa. Bunların yanında bir de, belirli bir müphemlik içerisinde olmakla birlikte, sizin için neredeyse mukadder olan bir şerrin gelmesini beklerken gün saymak vardır. İşte bu türden gün saymalar dayanılır gibi değildir. Mutlaka olacaksa uzak olmayan bir zamanda olacağını bildiğiniz bir güne doğru eliniz kolunuz bağlı bir şekilde gün saymak, gün saymaların en fecisidir. Böylesi, günü ve anı belli olmayan bir ecele doğru gün saymaktan çok daha beterdir. Çünkü, ecel hiç beklemediğimiz bir anda apansız gelir. Aldığımız her nefesle ona bir adım daha yaklaştığımızı bildiğimiz halde onun bize ne kadar uzak ya da yakın olduğu bir sırdır. Ve büyük bir nimet olan bu ilahi sır sayesinde ecel, bizi her an rahatsız eden dayanılmaz bir kaygı olmaktan çıkıverir.
            İçinde debelendikleri suç deryasının ve siyasi ihtiraslarının yol açtığı eşsiz çuvallamaların hesabını vermek istemedikçe daha da despotlaşan, despotlaştıkça işledikleri suçları katlayan AKP/Erdoğan rejimi yüzünden milyonlarca insan bugünlerde gönlünce yaşamayı erteleyip gün sayıyor. Bazıları ülkenin üzerine çöken bu karabasandan kurtulacakları güzel günler için büyük bir istek ve umutla sayıyor günleri. Benim gibi bazıları ise abuk subuk gerekçelerle zaten biteviye devam eden soruşturmalar, yargılamalar, gözaltılar, tutuklamalar yaşarken keyfi bir kararla yeniden hapse atılma ihtimaline dair gün sayıyor.
            İhlal etmedik Anayasa maddesi bırakmayan, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararlara bile uymayarak sürekli suç işleyen bir zihniyetin emrindeki bazı güdümlü yargı mercileri Türkiye’de tam bir cadı avı yürütüyor. Yaşanan yolsuzluklar, haksızlıklara, despotluklara, keyfiliklere ve hukuksuzluklara karşı eleştirel görüşleriyle ve cesur tavırlarıyla öne çıkan kim varsa bugün takibat altında bulunuyor. Üstelik bazılarına yönelik onlarca soruşturma ve dava birden yürütülüyor. Gün geçmiyor ki ajanslara 12-13 yaşındaki bir öğrencinin, umut dolu bir gencin ya da yazdıklarıyla topluma ışık olan bir yazarın, bir edebiyatçının veya bir gazetecinin adı bir soruşturmayla, gözaltıyla, yargılanmayla ya da tutuklanmayla anılmasın.
            Ülkenin üzerine çöken zulüm ve baskı karanlığı karardıkça kararıyor. AKP/Erdoğan rejimi tarafından eleştirel medya gruplarına el konuluyor, aylar içerisinde batırılarak yok ediliyor. Televizyonların ekranları bir bir karartılıyor. Twitter gibi sosyal medya mecralarına bile gem vurmak üzere plan üzerine planlar yapılıyor. Aç gözlü yandaş işadamlarının devlet koruması altında çevre talanına dur demek için harekete geçen sivil halk AKP/Erdoğan rejimi tarafından terörize ediliyor. Güneydoğu’da şehirler aylarca abluka altında ağır ateş altına alınıyor, yerle bir ediliyor, harabeye döndürülüyor, hala hayatta kalanlar için yaşanmaz hale getiriliyor. Hırsızlıklar, yolsuzluklar, rüşvetler, talanlar, yalanlar, iftiralar, hukuksuzluklar arttıkça artıyor, azdıkça azıyor.
            Bu yaşanan fecaatlere karşı yapacağınız tek bir eleştiri, devlet büyüklerine ya da doğrudan Cumhurbaşkanı’na hakaret ettiğiniz iddiasıyla anında gözaltına alınmanız ya da savcılıklarda ve mahkemelerde süründürülmeniz için yeterli oluyor. Susanız, sinesiniz, yılasınız diye hakkınızda açılan soruşturmalara, yapılan gözaltılara, hakkınızdaki davalara ya da verilen irili ufaklı hapis ve para cezalarına rağmen hala susmuyorsanız sizin için günleri yeniden saymanın vakti gelmiş demektir.
            Onca işleri arasında eleştirel medyayla, gazetecilerle, aydınlarla ve akademisyenlerle bizzat uğraşmaya zaman ayıran Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Davutoğlu ve bakanlarının ne yapıp edip sizi mutlaka hapsettireceklerinden emin olabilirsiniz. Üstelik bu  durum zamanla bir “acaba” meselesi olmaktan çıkıyor ve hızla “ne zaman” meselesine dönüşüyor. Ve o noktada artık derin düşünceler içinde beklemeye başlıyorsunuz, “abuk subuk gerekçelere açılan falanca davanın bu duruşmasında mı tutuklanıp hapsedileceğim, yoksa yine abuk subuk gerekçelerle açılan filanca davanın şu duruşmasında mı?” diye.
            Hukukun kalan son kırıntılarını da adalet çöplüğüne süpürmekten başka bir hayrı olmayan Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın verdiği son rakamlara göre sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik olduğu iddiasına dayanarak “hakaret” suçlaması ile 1845 soruşturma açılmış. Bir de bu sözde suçun “Başbakana hakaret”, “bakana hakaret”, “valiye hakaret”, “bürokrata hakaret” gibi versiyonlarını düşünecek olursanız, yürürlükteki despotik ve keyfi uygulamalara yönelik eleştirel fikirlerinden dolayı haklarında soruşturmalar, davalar açılan insanların sayısının binlerce olduğunu kolaylıkla tahmin edebilirsiniz.
            Tabii bunlar yetmiyormuş gibi keyfi yorumlamalar ve uygulamalarla 1990’lı ve 2000’li yıllar boyunca bu ülkede düşünen, konuşan, yazan herkesin kabusu haline gelen “Türk milletini aşağılamak” suçunu düzenleyen TCK 301 var. Despotik AKP/Erdoğan rejimi kaydeğer eleştirelerin hepsini “hakaret” kapsamında ele almanın tuhaflığından sıkılmış olmalı ki, son zamanlarda TCK 301’i yeniden hortlattı. Geçmiş yıllarda yakasını bu ceza yasası maddesine kaptırmamış bir gazeteci olarak ben de hortlatılan TCK 301’den ilk nasibimi geçtiğimiz günlerde aldım. Başbakan Davutoğlu’nun 2014 yılında hakkımda peşinen verdiği bir şikayet dilekçesine dayanarak savcılık Twitter’da  2015 yılında yaptığım paylaşımları gerekçe göstererek hakkımda hapis istemli ceza davası açtı. Ama bu sefer “Türk milletini aşağıladığım” gerekçesine sığındı. Böylece, o davadan mı, yoksa bu davadan mı hapse atacaklarına dair soruşturmalar ve davalar koleksiyonuma eşsiz bir halka daha eklemiş oldum. Şimdilerde sürekli feyk infazlar tehditi altında yaşayan bir tutsak gibi, bu soruşturmalardan ya da davlardan hangisinden içeri alınacağıma dair papatya falları açıp gün sayıyorum.
            Türk medyasının ve yazı dünyasının yüzakı olan Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Ahmet Altan, Can Dündar ve daha birçok duayen isim de maalesef benzer bir durum yaşıyor. Onlar da, belki farklı duygularla da olsa, hayatları boyu biriktirdikleri tecrüblerini imbiklerden süzdükleri şu en verimli dönemlerinde günlerini savcılıklarda, mahkemelerde geçiriyor ve ne zaman tutuklanacaklarına dair gün sayıyorlar. Tıpkı Hidayet Karaca, Gültekin Avcı, Mehmet Baransu’nun başlarına gelenler gibi, bu ülkenin cesur kalemleri başlarına ne zaman ne geleceğine dair gün sayarken Cumhurbaşkanı, Başbakan ya da ilgili bakanlar, görülmedik zulüm ve baskılarlar yönettikleri ülkenin “dünyanın en özgür ülkesi” olduğunu, “Türkiye’deki basın özgürlüğünün dünyanın hiçbir ülkesinde olmadığı”, “basın ve ifade özgürlüğünün kendilerinin kırmız çizgileri olduğunu” hiç yüzleri kızarmadan söyleyebiliyorlar.
            Ne yapalım bizler somut gerçeklere dayalı olarak onların baskılarını, zulumlerini, hukuksuzluklarını, işledikleri suçları, despotluklarını yazıp eleştiriyoruz, onlar da dönüyor bizimle birlikte tüm dünyayla alay edip, dalga geçiyorlar. Sonra bize yine günleri saymak düşüyor. 

1 Mart 2016 Salı

Nomokrasi ve hukuk önünde eşitlik

Anayasa Mahkemesi’nin (AYM), Suriye’ye yasadışı silah taşıdığı iddia edilen MİT tırlarına dair bir haber yaptıkları için “casusluk”la yargılanan gazeteci Can Dündar ve Erdem Gül hakkında verdiği karar tartışılmaya devam ediliyor. AYM’ye bireysel başvuruları üzerine, tutuklanmak suretiyle “kişi hürriyetine ve güvenliğine dair haklarının ihlal edildiğine” hükmeden bu karar, 90 gün boyunca cezaevinde tutulan iki değerli meslektaşımızın tahliye edilmesini sağladı.
Her ne kadar ülkede hala hukuk kırıntıları olduğuna dair umutları yeşertse de bu karar, başta Hidayet Karaca, Gültekin Avcı ve Mehmet Baransu olmak üzere, sayıları 30’u aşan diğer tutuklu gazetecilere derhal uygulanmadığı için “hukuk önünde eşitlik” tartışmalarını da beraberinde getirdi. Temel hak ve özgürlüklere duyarlı oldukları kadar hukuka da bağlı olan tüm çevrelerde sevinçle karşılanan bu karara yönelik Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tuhaf tepkisi ise kamuoyunda tam bir soğuk duş etkisi yaptı. Erdoğan’ın herhangi bir hukuk devletinde örneğine rastlanmayacak “Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karara uymuyorum, saygı da duymuyorum” şeklindeki demokrasiye ve hukuk devletine yakışmayan tepki tartışmanın kapsamını bir anda genişletti.
Bu kararın eşitsiz uygulanması ve Erdoğan’ın tepkisi birçok hayati sorunun yeniden gözden geçirilerek cevaplandırılmasını bir ihtiyaç haline getirdi. Türkiye Cumhuriyeti hakikaten bir hukuk devleti midir? “Hukukun üstünlüğü” ilkesi devleti yönetenler tarafından ne kadar içselleştirilmiştir? Hukuk önünde hakikaten herkes eşit midir? Anayasa ve Türkiye’nin taraf olduğu üst hukuk normu niteliğindeki uluslararası sözleşmeler tarafından garanti altına alınan hukuki haklar herkesi kapsar mı? Cumhurbaşkanı ya da herhangi bir başka devlet görevlisi hukuka tabi midir, yoksa hukukun üzerinde midir? Kendisini hukukun üzerinde görenler, yaptıkları anayasa ihlalleri ve işledikleri anayasal suçlar karşısında hukukun yaptırımlarından layüsel midir?
1860’lı yıllardan itibaren hukuk ve siyaset bilimi literatürüne girmiş olan “hukuk devleti” kavramı, en genel anlamıyla, sınırları içerisinde hükümran olan kamu erkinin bir hukuk düzenine bağlı olduğu devlet şeklini tanımlar. Mutlakiyetçi devletlerden farklı olarak, vatandaşlarını keyfi uygulamalardan korumak amacıyla “hukuk devleti”nde devlet gücü yasalar yardımıyla tanımlanır. “Hukuk devleti”nin olmazsa olmazları vardır ve bu temel ilkeler şöyle sıralanır: Devletin faaliyetlerinde hukuk kurallarıyla bağlı olması; hukuk önünde eşitlik ve devletin tarafsızlığı; temel hakların güvence altına alınması; devletin yargısal denetimi, hakim ve yargı bağımsızlığı.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 10. Maddesi “kanun önünde eşitlik” ilkesine güçlü bir vurgu yapar ve aynen şöyle der: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir… Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.”
AYM’nin söz konusu kararını sadece Anayasa’nın bu açık maddesi ışığında analiz etsek bile, bu kararın Karaca, Avcı ve Baransu gibi diğer tutuklu gazetecilere hala tatbik edilmemiş olmasının Anayasa’nın hukuk önünde eşitlik ilkesine ters düştüğünü net bir şekilde ifade edebiliriz. Anayasa’nın 10. Maddesi herkesi bağladığı gibi en fazla da vatandaşların hukuk önünde eşitliğini teminle sorumlu olan kamu yetkililerini ve özellikle yargı mercilerini bağlar. Bu görevlerini yerine getirmeyen yargı mercileri ya da Erdoğan’ın yaptığı gibi ilgili yargı mercileri üzerinde alenen baskı kurmaya çalışanlar anayasal suç işlemiş olur.
Kaldı ki, pek beğenmediğimiz 1982 Anayasası, 1961 Anayasası’nın aksine “hukuk önünde eşitlik” ilkesini “temel haklar ve ödevler” kısmına değil, “genel esaslar” kısmına koymuştur. Anayasanın bu sistematiğinden, “hukuk önünde eşitlik” ilkesini devlet yönetimine egemen olan bir “temel ilke”, bir “genel esas” olarak düşündüğü sonucu çıkmaktadır. Yani “hukuk önünde eşitlik” ilkesi tıpkı cumhuriyetçilik ilkesi, laiklik ilkesi, hukuk devleti ilkesi gibi anayasal sistemin temel yapısını belirleyen ilkelerdendir. Bu sayede “hukuk önünde eşitlik” ilkesi, devlet organlarını, idare ve yargı makamlarını vatandaşlar arasında ayrım yapmaktan net bir şekilde men eder.
Aynı şekilde, hukuk devletini esas alan bu Anayasa maddesi, makamı ve görevi ne olursa olsun hiç kimseye “Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karara uymuyorum, saygı da duymuyorum” deme hakkı ve imtiyazı tanımaz. Demokrasiye ve hukuk devletine yakışmayan bu tür keyfi ve nobran çıkışlar doğrudan Anayasa’nın ihlali ve dolayısıyla anayasal suç işlemek anlamına gelir. Kaldı ki Anayasa’nın 153. Maddesi de açıkça “Anayasa Mahkemesi’nin kararları kesindir” der. Sonra da “Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazete’de hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar,” diyerek hiçbir kişiye ve makama bu kararlara keyfi şekilde uymama hakkı vermediğini açıkça ortaya koyar
Cumhurbaşkanı Erdoğan başta olmak üzere pek çok yetkilinin, içselleştirmek şöyle dursun şeklen bile benimsemediği artık net bir şekilde anlaşılan “hukukun üstünlüğü”, “hukuk yönetmelidir” diyen Aristo’dan beri yaygın kabul gören bir ilkedir. Devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti de “hukukun üstünlüğü” ilkesini benimsemiş bir hukuk devletidir. Devletin bütün eylemlerinde hukuka bağlı olmasını ve hukuki sınırlara riayet etmesini talep eden “hukukun üstünlüğü” ilkesinin hayat bulması ancak bağımsız bir yargı mekanizması ile mümkündür. Hukukun özellikle de devlet ve hükümet yetkisini elinde tutanlara karşı üstünlüğünün altı çizen bu ilkenin, bağımsızlığı ve tarafsızlığı ortadan kaldırılarak büyük ölçüde partizan bir yargıya mahkum edilmiş Türkiye gibi ülkelerde ise hayat alanı maalesef ya yoktur ya da alabildiğine kısıtlıdır.
Öte yandan, “hukukun üstünlüğü” her vatandaşın hukukun muhatabı olabileceği anlamına da gelir. Yani “hukukun üstünlüğü” ilkesini benimsemiş bir ülkede kimse imtiyazlı olamaz. Bu ilke, başbakan ve cumhurbaşkanı dahil olmak üzere, hiç kimsenin ve hiçbir kurumun hukukun üstünde olmadığı anlamına gelmektedir. Üzerinde anlaşılmış temel prensipleri bulunan “hukukun üstünlüğü” bir ülkenin iyi yönetilip yönetilmediğini gösteren ana kriterlerdendir. “Hukukun üstünlüğü”nü benimsemiş yönetimlere Latince’de “hukukun yönetimi” anlamında “nomocracy” de denilmektedir. 
“Hukukun üstünlüğü”nü ilkesel olarak benimsemiş Türkiye’de konumu her ne olursa olsun tüm kamu görevlileri Anayasayı benimsemek ve her şeyin üzerinde tutmak zorundadır. Çünkü göreve başlarken ettikleri yeminler hukukun herkesten daha üstün olduğunu sembolize eder. Hal böyle olmakla birlikte ortalık maalesef namusları ve şereflerini ortaya koyarak üzerine ettikleri yemine uymayan ilkesiz ve değer tanımaz kamu yetkililerinden ve sözde hukuk adamlarından geçilmiyor.

27 Şubat 2016 Cumartesi

"Bin yıl sürecek" 28 Şubat’ın 20. yılında yükselen despotizm

Demokrasi hayat boyu süren bir mücadeledir. Hukuk tarafından şeklen güvenceye alınmış, kontrol ve denge misyonuyla yüklü güçler ayrılığı sistemi ile kurumsallaşmış ve geniş kitlelerce içselleştirilmiş ilkeleriyle görünürde muntazam işleyen bir nizam haline gelmiş olsa dahi hukuktan, temel hak ve özgürlüklerden ayrı düşünemeyeceğimiz demokrasiyi hedef alan tehlikelere ve tehditlere karşı hep uyanık olmak, hep teyakkuz halinde bulunmak lazım. Tesisi için büyük mücadelelerin ve eşsiz fedakarlıkların gerektiği demokrasiyi koruyarak sürdürülebilir hale getirmek için de üzerine fasılasız titremek gerekir.
            Genellikle büyük acılar ve bedeller pahasına elde edilen demokrasi, özgürlük ve hukuk sevdalısı demokratların bir anlık rehavetiyle veya gafletiyle dahi zedelenebilecek ve hatta yok olabilecek kadar kırılgan bir rejimdir. Çünkü faşizmin, despotizmin, diktatorya ve keyfi sultanın ne zaman, kimin ya da neyin kılığına girerek karşınıza çıkacağından, temel hak ve özgürlükleri yok ederek demokrasiyi ve hukuk devletini tehdit edeceğinden asla emin olamazsınız. Tarih tanklarıyla, toplarıyla demokrasiyi yıkan askeri darbelerle dolu olduğu gibi bizatihi demokrasinin korunmasız naifliğinden ve imkanlarından yararlanarak, ikiyüzlü riyakarlıklarla yol alıp, demokrasiyi yok eden yoz despotların ahlaksız zorbalıklarının örnekleriyle de doludur.
            20. yılına giren 28 Şubat 1997 post-modern askeri darbe süreci ve açık tehditleriyle dönemin hükümetini erken seçime zorlayan 27 Nisan 2007 e-muhtırası gibi örnekler demokrasiye kasteden askeri darbelerin nasıl şekilden şekle girebildiğine iyi bir örnektir. İnişli çıkışlı demokratikleşme serüveni defalarca askeri darbeler ve müdahalelerle kesintiye uğramış olan Türkiye, maalesef bugün sözde sivil kıyafetlerle kamufle edilmiş en ağır darbe süreçlerinden birini daha yaşıyor.
            28 Şubat post-modern askeri darbe sürecinin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, “28 Şubat bin yıl sürecek” derken hiç şüphesiz ki darbeci subaylarla birlikte askeri vesayetten nemalanan ya da askeri darbelerden meden uman anti-demokratik kesimlere güven vermek istemişti. Bugün dönüp baktığımızda Gen. Kıvrıkoğlu’nun kibir kokan bu cüretkar sözünü demokratlara yapılmış yerinde bir uyarı olarak da değerlendirmek mümkün. Kıvrıkoğlu’nun niyeti ve kastı şüphesiz ki o olmasa dahi, bu sözü “Ey demokratlar hep uyanık olun. Temel hak ve özgürlükleri, demokrasiyi ve hukuk devletini tehdit edebilecek her türlü tehdite karşı teyakkuz halinde bulunun. Yoksa 28 Şubat süreci şu ya da bu kılık içerisine girerek bin yıl sürer” şeklinde de anlaşılabilir.
            Nitekim öyle de oldu. Sivil bir yönetim görüntüsü altında Türkiye, 28 Şubat post-modern askeri darbe sürecinin adı konularak açıktan icra edildiği o anti-demokratik yıllardan çok daha feci bir noktaya geldi. 2001 yılında 28 Şubat sürecinin oluşturduğu anti-demokratik ve hukuksuz şartlara bir tepki olarak alabildiğine demokrat, alabildiğine özgürlükçü ve liberal bir programla yola çıkan AKP, bugün despotlukta, hukuksuzlukta, keyfilikte, yolsuzlukta, baskı ve zulümde 28 Şubat sürecinin darbeci generallerini bile aratır noktaya geldi.
            Hukuksuz ve keyfi uygulamalarıyla dünyanın en büyük despotlarına dönüştükleri halde kendilerini 28 Şubat sürecinin hala mağduru olarak pazarlamaktan hiç utanmayanlar, 28 Şubat sürecinde halka reva görülen zulümlerin çok ama çok ötesine geçtiler. 28 Şubat sürecinde sözde irticai faaliyetlerde bulundukları iddiasıyla yargısız infaz yapılarak ordudan atılanların sayıları onlarla veya en fazla yüzlerle ifade ediliyordu. Bugün ise sadece polis teşkilatında delilsiz yargısız suçlamalarla binlerce, on binlerce kamu görevlisi tasfiye edildi. Binlerce tecrübeli emniyet müdürü meslekten uzaklaştırıldı. Yüzlerce polis ve polis müdürü hiçbir somut kanıt ortaya konulmaksızın ve yargılanmaksızın hapse atıldı.
            28 Şubat sürecinde yasadışı bir şekilde askerler tarafından oluşturulan Batı Çalışma Grubu’nun fişlediği devlet memurları ya da bürokratlardan bazıları takibata uğradı ve bir kısmı haksız yere mağdur edildiler. O bürokratlar bile ne bugünkü düzeyde bir cadı avına maruz kaldılar, ne yıllara dayalı emeklerinden mahrum bırakıldılar. Ne de işlerinden atılarak ekmeğe muhtaç hale getirildiler. AKP/Erdoğan rejimi altındaki bu depotik dönemde 28 Şubat süreci ile asla mukayese edilemeyecek sayıda gerçekleşen kamu personeli ve bürokrat kıyımına küçük bir örnek olarak sadece TÜBİTAK’ta 1300 civarında çalışanın işine son verildiğinden bahsetmekle yetinelim. Ama şunu da bilelim ki şirazeden çıkmış, gözü dönmüş bir paranoyaklık derecesindeki cadı avcılığının dokunmadığı ne öğretmen kaldı, ne bürokrat, ne savcı, ne hakim, ne gazeteci, ne de aydın...
            Muhafazakar ve dindar kesimlere ait şirketler ya da markalar 28 Şubat sürecinde “yeşil sermaye” diye yaftalanarak fişlendi, uzun uzadıya listeleri yapıldı. Ama darbeci generaller bu şirketler hakkında ordunun alışveriş yapmasını yasaklamaktan öte bir adım da atmadılar. O dönemde fişlenerek isimleri listeler halinde kamuoyuna açıklanan bu şirketlerden ne herhangi birine el konuldu, ne de bu şirketlerin sahiplerine veya çalışanlarına karşı ahlaksız bir cadı avına girişildi. Bugün ise, 2 yıl önce bir anda uydurdukları “paralel devlet yapılanması” diye bir safsatayla mücadele etme adına muhalif gördükleri her kesime karşı “cadı avı” başlatanlar, hiçbir kanıt ortaya koyma ihtiyacı duymadan keyfi bir şekilde “paralel” diye yaftaladıkları özel şirketlere haksız ve hukuksuz bir şekilde el koymakta, el koydukları şirketlerin mallarını gasp etmekte ve sermayesini ahlaksızca yağmalamakta, talan etmektedirler.
            Anti-demokratik 28 Şubat süreci elbette ki bir çeşit askeri darbeydi ama dayanak noktası ordunun silahlı güçlerinden, tanklarından, toplarından, tüfeklerinden ziyade büyük bir kısmını doğrudan kontrol ettikleri medya ve propaganda araçlarıydı. O dönemde darbeci generaller de kendilerinin sözünden çıkmayan, sürekli brife ve endoktirne edilerek hizada tutulan, genelkurmayda belirlenen uyduruk haberleri talimatla manşetlerine taşıyan, uyduruk mizansenler ve yalan haber dosyaları üzerinden günlerce TV yayınları yapan bir medyaya sahipti. Özellikle bankacılık ve madencilik sektörlerinde dönemin medya patronlarına sağladıkları haksız imtiyazlar karşılığında kendilerini darbeci generallerin siyasi ihtiraslarına peşkeş çeken bir kısım medyanın yanısıra, o dönemin şartları altında yine de hak ve özgürlükler, demokrasi ve hukuk için mücadele veren irili ufaklı bir bağımsız medya da vardı. Buna rağmen darbeci generallerin hiçbirinin aklına, bugün yapıldığı gibi bu gazetelere ve televizyonlara el koymak, muhalif ekranları hukuksuz bir şekilde karartmak, muhalif gazetecilere binlerce dava açarak sindirmeye çalışmak, susmayanları uyduruk mahkemelerde yargılayarak hapse atmak gelmemişti.
            Tıpkı anti-demokratik AKP/Erdoğan rejimi gibi toplumsal ve siyasal mühendisliğe soyunan 28 Şubat post-modern darbe sürecinin de en temel ilgi alanlarından birini hiç şüphesiz eğitim sektörü oluşturuyordu. Darbeci generaller de ilk iş olarak eğitim sistemine el atmış ve dini eğitim veren imam-hatip liselerinin yanı sıra meslek liselerinde okuyan onbinlerce öğrencinin üniversite hayallerine darbe vurmuşlardı. Birer devlet okulları olan bu okulları hedef alan despotik dayatma elbette ki kabul edilemezdi. Ama yine de hiçbirinin aklına bu okulların kapısına doğrudan kilit vurmak gelmemişti.
            Eğitim üzerinden toplum mühendisliğine soyunan AKP/Erdoğan rejimi ise generallerin tersine bu okulların önünü açtı. O kadarına ihtiyaç olmadığı halde ve akademik başarıları yerlerde sürünmesine rağmen yine tepeden inmeci bir dayatmayla yüzlerce yeni imam-hatip lisesi açtı. Ama, çarpık eğitim sisteminin yaralarını sarmakta, eşit eğitim fırsatından mahrum bırakılan yoksul kesimlerin rekabet eder hale gelmesinde önemli bir rol oynayan dershaneleri, üstelik ihtiyaçları ortadan kadırmaksızın, keyfi bir şekilde ortadan kaldırmaya kalktı. Özel okullara ve dershanelere tek tek el koyarak, fiillen gasp etti. Gönüllü öğretmenler tarafından işletilen okuma ve etüd salonlarını kapattı. Türkiye’nin dünyadaki en önemli, belki de tek, markası durumundaki Türk okullarına savaş açtı. Bütçesi birkaç kat artırıldığı halde devlet okulları akademik ve pedagojik bir yıkım yaşarken, AKP/Erdoğan rejimi kalitesini ispatlamış özel eğitim kurumlarını yok etmek için elinden geleni yaptı.
            Anti-demokratik ve hukuksuz işlemleriyle bilinen 28 Şubat süreci yolsuzluklar, kayırmacılıklar, bankacılık sistemindeki hortumlamalar, emekli generallerin önde gelen kamu ve özel şirketlerin yönetim kurullarında haksız kazançlar elde etmesi ve bunlar yüzünden ekonominin dibe vurmasıyla özdeşleşmişti. Ama gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, o dönemdekiler AKP/Erdoğan rejimi döneminde yaşanan yolsuzluklar, kayırmacılıklar ve haksız kazançların yanında devede kulak bile kalmaz. Ne demek istediğimi merak edenler, bu tür pisliklerin çok azını oluşturduğundan emin olduğum 17/25 Aralık 2013 tarihinde ortalığa saçılan rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık, talan ve kara para kanıtlarına şöyle baksın. 
            28 Şubat sürecinin anti-demokratik koşullarına tepki olarak iktidara gelip, bir süreliğine demokratik reformlar gerçekleştirerek iktidarını pekiştiren AKP/Erdoğan rejimi, bugün hukuksuzlukta, keyfilikte, despotlukta 28 Şubat sürecini bile mumla aratır hale gelmiştir. Böylece sadece ilk iki dönemlerinde gerçekleştirdikleri reformları yok etmekle kalmamış, Türkiye’yi askeri darbe dönemlerinin bile çok ama çok gerisine sürüklemişlerdir.
            Öyle ki, bu ülkenin demokratlarını “Mümkün olsa da Türkiye’yi yönetimi AKP’nin devraldığı 2002 Kasım ayı şartlarına yeniden döndürebilsek” der hale getirmişlerdir.
            Ah keşke!
             
             

           
           
           

25 Şubat 2016 Perşembe

‘Cadı avı’ genelgesi, fişleme yasası ve İslamo-Faşizm

Faşizm işte böye bir şey. En temel hak ve özgürlükleri kemirdikçe, demokratik normları, teamülleri ve kurumları aşındırdıkça, hukukun yerine keyfiliği koydukça kendi alanını genişletikçe genişletir. Her anı karabasanlarla dolu ölümcül bir hastalık gibi sardığı ülkede yaşayan insanların yaşam alanlarını, hak ve özgürlüklerini daralttıkça daraltır. Bir kere devlet hüviyetine bürünmeye görsün, faşizm insanların ne canına kıymet verir ne malına, ne özeline/mahremiyetine saygı gösterir ne yaşam tarzına, ne inancına ne de siyasi düşüncesine.    
     Türkiye bir-kaç yıldır siyasal İslamcı bir muktedir kliğin ihtirasları ve emelleri doğrultusunda hızla İslamo-Faşist bir rejime doğru yol alıyor. Üstelik son aylarda bu gidişat daha da hızlanmış durumda. İnsanlar etnik kökenlerinden, dini inançlarından, siyasi görüşlerinden veya yaşam tarzlarından dolayı ötekileştiriliyor, düşmanlaştırılıyor, şeytanlaştırılıyor ve en aşağılık cadı avlarının hedefi haline getirilebiliyorlar.
            İnsanlar haksız, hukuksuz ve keyfi şekilde gözaltına alınıp günlerce nezarethanelerde bekletilebiliyor. Bazıları Sulh Ceza Hakimliği diye sonradan uydurulan güdümlü merciler tarafından keyfi bir şekilde tutuklanıp ceza evine atılabiliyor. Erdoğan’ın bir proje olarak kurdurduğunu açıkça itiraf ettiği yine aynı hakimliklerin hukuksuz ve keyfi kararlarıyla Türkiye’nin en başarılı şirketleri ile eğitim kurumlarının yönetimine el konulabiliyor ya da şirketlerin kendileri doğrudan gasp edilebiliyor. Muhalif gazetelere el konularak susturuluyor, bağımsız televizyonların ekranları karartılıp kapılarına kilit vuruluyor. Fikirlerinden, eleştirilerinden dolayı gazetecilere dava üstüne dava açılıyor, sudan bahanelerle gözaltına alıyor ve hatta hapse atabiliyorlar. Akademisyenler ve aydınlar sırf fikirlerinden dolayı hedef haline getiriliyor, en üst düzeyden tehdit ediliyor, üniversitelerden atılıyor, mahkemelerde süründürülüyor.
            Tüm bunlar Uluslararası Af Örgütü’nün son raporunda Türkiye’de insan hakları durumunun “ciddi biçimde kötüye gittiğini” söyleyerek özetlediği baskıların, zulümlerin, sansürün, hukuksuzlukların ve keyfiliklerin ne kadar yaygınlaştığını gösteriyor. Farklı düşünce ve inançlardaki insanlara yaşam alanı bırakmayan AKP/Erdoğan rejiminin İslamo-Faşist anlayışı tüm bunları yeterli görmemiş olmalı ki yeni bazı vahim hamlelere girişmiş durumda. Son haftalarda uygulamaya giren bir başbakanlık genelgesi ve Meclis gündemine gelen bir yasa tasarısı İslamo-Faşizminin iyice vites büyüttüğünün açık delillerini oluşturuyor.  
            Geçtiğimiz günlerde Başbakan Davutoğlu tarafından imzalanarak Resmi Gazete’de yayınlanan “Milli Güvenliği Tehdit Eden Örgüt ve Yapılarla İrtibatlı Kamu Çalışanları Hakkında” başlıklı genelge “cadı avcılığı”nda yeni bir aşamaya gelindiğini gösteriyor. Anayasa ve Türk Ceza Kanunu’na aykırı olan bu genelge keyfi bir şekilde fişlenerek hedefe konulacak kamu çalışanlarının özetle “önce infazını, sonra yargılanmasını...” emrediyor. Açıkça söyleyelim, Başbakan Davutoğlu, kamuda görev yapan amirlere yapacakları hukuksuz fişlemelere dayalı olarak kamu çalışanlarını önce işlerinden atmalarını ve ancak ondan sonra hukuki süreci başlatmalarını emretmek suretiyle bu genelgeyle açıkça suç işliyor.
             “Terör örgütleri veya legal görünüm altında illegal faaliyet yürüten yapılarla ilişki kuran ya da eylem birliği içerisinde olduğu tespit edilen kamu çalışanları” hakkında derhal idari işlem yapılmasını isteyen Başbakan, “suç teşkil eden fiiller yönünden ise durumun adli mercilere ivedilikle bildirilmesini” istiyor. Büşra Erdal’ın Zaman gazetesindeki bir yazısında belirttiği gibi, kamu görevlisi, bir suç gördüğünde adli mercilere bunu zaten bildirmek zorunda. Bu genelgede kamuyu ve vatandaşı ilgilendiren asıl kısım ‘yapılması istenen idari işlemler’. Yani aslında ‘suç olmayan’ eylemler idarenin keyfi uygulamalarına tabii olacak ve kamu çalışanları haksız ve hukuksuz işten çıkarmalarla karşı karşıya kalacak.
            Aslında bu genelge ile idareye açıkça deniliyor ki, ortada adli bir suç olmadığı halde bile bütün muhaliflere ‘terör’ iddiasıyla keyfi işlem yapın. Siyaset ve hukuk literatüründe tam da buna fişleme ve “cadı avı” deniliyor. Başbakan Davutoğlu, bu genelgeyle, kamudaki idari mercilere kendilerini yargı yerine koymalarını, kimin terör örgütü üyesi olup olmadığına, bir örgüt ya da yapının emir ve talimatlarıyla hareket edip etmediğine keyfi şekilde karar vermelerini ve bu keyfi kararı anında infaz etmeleri talimatı veriyor. Yani zaten alev alev yanan “cadı avı” kazanının altına büyük bir pervasızlıkla yeni odunlar atıyor.
            Erdoğan/AKP rejiminin İslamo-Faşizmi ülkeyi hızla yaşanmaz hale getirirken Meclis’e sunulan yeni bir yasa tasarısı ise vatandaşların cinsel hayatına varıncaya kadar özel hayatlarının bile fişlenmesini yasal hale getiriyor. Yani tüm demokrasilerde olduğu gibi, bütün dinlerde ve kültürlerde kutsal sayılarak dokunulmazlık atfedilen özel hayatın gizliliği AKP hükümetinin İslamo-Faşist anlayışının son kurbanı olmaya aday gibi görünüyor. “Konut dokunulmazlığı’ ve ‘haberleşme hürriyeti’ni de kapsayan özel hayatın gizliliğinin korunması Anayasa’nın 20, 21 ve 22. maddelerinde güvence altına alınmış olmasına rağmen bu haklar bugün büyük bir risk altında bulunuyor.
            Türkiye’de yargıyı yürütmenin despotik bir uzvu haline getirmekte büyük rol oynayan Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, her ne kadar aksini söylese de, gerek yasanın içeriği, gerekse bu yasanın gereklerini yerine getirecek kurulun oluşum şekli insanların dinlerine, dillerine, siyasi görüşlerine, yaşam tarzlarına ve hatta cinsel hayatlarına varıncaya kadar fişlenmelerinin önünü açtığını gösteriyor. Oldukça sorunlu “Kişisel Veriler Kanunu Tasarısı’ kapsamında kurulacak olan “Kişisel Veriler Koruma Kurulu”nun üyelerinin tamamının yürütme tarafından seçilecek olması bile başlı başına bir fecaat oluşturuyor. Özerk olmaları gerekirken AKP’nin despotik birer sopasına dönüşen 9 denetleyici üst kuruluşun mevcut durumu ortadayken böyle bir yapının, toplayacağı kişisel verileri siyasi veya başka amaçlı istismar etmeyeceğine kimse inanmıyor.
            Aslında kişisel verilerin korunmasına dair ihtiyaç tam 33 yıldır Türkiye’nin gündeminde. Türkiye, bu alandaki ilk uluslararası belge olan Avrupa Konseyi’nin 1981’de imzaya açtığı San Marino Sözleşmesi olarak bilinen 108 sayılı “Kişisel Verilerin Otomatik İşleme Tabi Tutulması Karşısında Bireylerin Korunmasına Dair Sözleşme”yi ilk imza atan ülkelerden biri. Ancak, Meclis’teki onay sürecini işletmemiş olan tek ülke konumundadır da. Uluslararası Antalya Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Savaş Bozbel’e göre, 1980’li yıllardan beri bu konuda kanun ya da çerçeve bir düzenlemenin çıkartılmaması devletteki fişleme zihniyeti ve geleneğinden kaynaklanıyor.
            Belki bir paradoks gibi görülse de, Prof. Dr. Bozbel’e göre, bugün çıkarılması düşünülen sorunlu yasa da yine bu fişleme zihniyeti ve geleneğinin bir eseri. Çünkü, tartışılan yasa tasarısı kişisel veri sahibininin hakları ve faydalanacağı korumalardan ziyade verileri işleyenlerin hangi haklara ne surette haiz olduklarına ağırlık veriyor. Tasarının hazırlanmasında esas alınması gereken 108 sayılı sözleşmeden ve üyelik müzakerelerindeki 4 faslı doğrudan ilgilendirdiği için mutlaka önem verilmesi gereken AB direktiflerinden uzaklaşıldığı görülüyor.
            Prof. Bozbel çok daha ciddi bir kuşkusunu daha dile getiriyor ve şöyle diyor: “Açıkçası, Son zamanlarda çıkartılan kanunların mantığına bakıldığında demokratik müktesebatı geliştirme yönünde bir adım atılacağını zannetmiyorum. Daha ziyade, mevcut durumdaki fişlemelere hukuki zemin hazırlanacağını düşünüyorum. Bu haliyle, tasarının AB kriterlerine uymak gibi bir kaygısının olduğunu düşünmüyorum... Tasarıda, ayrıca kişisel verilerin işlenmesi konusunda geniş istisnalar getiriliyor. Düzenlemeyle, polis, jandarma ve MİT’e fişleme için yasal kılıf sağlanıyor. Bu çerçevede polis, jandarma ve MİT yasası kapsamına giren suçlar “veri koruması” dışında tutulacak. Bu hallerde kişilerin hak arama kapsamında yapacakları başvuruları da doğrudan reddedilecek.”
            Türkiye’de maalesef hayatın bütün alanları kesif bir İslamo-Faşizmin açık veya sinsi tahakkümü altına giriyor. Bundan daha beteri ise çoğunluğun bu fecaatin hala farkında bile olmaması.

22 Şubat 2016 Pazartesi

Suriye açmazı ve Rus muhasarası

AKP/Erdoğan rejimi tarafından 2011 yılından beri izlenen yanlış Suriye politikasının Türkiye’ye bedeli çok ağır oldu. Geleneksel Türk dış politikasından sapılarak girişilen “komşu ülkede rejim değiştirme” macerasının sebep olduğu maliyet sadece ikili ilişkilerle ve bölge politikalarıyla sınırlı kalmadı. Tamamen boş hayallere ve şahsi ihtiraslara dayalı yanlış varsayımlarla yürütülen yanlış Suriye politikası Türkiye’nin uluslararası güçlerle ve örgütlerle olan ilişkilerinde zehirleyici vahim sonuçlar doğurdu. Bunların yanı sıra, ülkenin iç güvenliğini, toprak bütünlüğünü, milli beraberliğini, sosyal barışını ve ekonomisini tehdit eder hale geldi.
Suriye’de aldığı yanlış tavır sonucu AKP/Erdoğan rejiminin oluşturduğu krizler anaforuna kaptırılarak zedelenen Türkiye’nin kritik ikili ya da uluslararası ilişkilerini burada saymakla bitiremeyiz. Ama ilk akla gelenlerin İran, Irak, Rusya, ABD, AB ve hatta NATO ile olan ilişkiler olduğunu söyleyebiliriz. Şayet AKP/Erdoğan rejimi sorunlu Suriye politikasının tamamen çöktüğünü kabullenerek çok keskin bir manevra yapamazsa korkarım ki krizin Türkiye’ye ödeteceği bedeller daha da ağırlaşacaktır. Uğradığımız kayıplar geri döndürülemez noktalara varacaktır.
Sadece Türk-Rus ilişkilerindeki berbat gidişata baksak dahi Suriye’de izlenen yanlış politikaların Türkiye’nin milli çıkarları üzerindeki yıkıcı sonuçlarını kolayca görebiliriz. Rusya, bu yanlış politikalar yüzünden, daha şimdiden, yüzyıllar boyunca erişemediği büyük bir jeo-stratejik imkana kavuşmuş durumda. Uluslararası hukuk açısından kolayca izah edebileceği meşru gerekçelere dayanan, uluslararası toplumun IŞİD’e olan haklı nefretini başarıyla kullanan Rusya, Türkiye’nin 910 km ortak sınırının bulunduğu Suriye’ye askeri ve siyasi olarak yerleşmeyi başardı. Bu sayede Doğu Akdeniz’de de yüzyıllardır hayal ettiği bir nüfuz alanı oluşturdu.
Yakın zamana kadar ortak bakanlar toplantısı yapacak, vizeyi karşılıklı kaldıracak kadar iyi ilişkilerin bulunduğu Türkiye ile Rusya arasındaki siyasi, ticari ve ekonomik münasebetler bugün maalesef baş aşağı bir seyir izliyor. Yıllık 32 milyar dolar seviyesine ulaşmış Türk-Rus ekonomik ilişkileri artık bir hayal, tıpkı Rus yatırımlarının ve Rus turistlerin artık birer hayal olması gibi.
Türkiye’nin ödediği siyasi, ekonomik, askeri ve stratejik bedeller bunlarla kalsa yine iyi. 17 saniyelik sınır ihlali gerekçesiyle bir Rus savaş uçağının düşürülmesinden bu yana Türkiye dört bir tarafından fiilen bir Rus askeri muhasarası altına alınmış durumda. Üstelik Rusya, düşürülen uçağına karşı bir misillemede bulunarak intikam almak için Türkiye’yi çatışma zeminine çekmenin de arayışı içerisinde. Çevremizde oluşan vahim tabloya baktığımızda şu tür analizler yapmak mümkün:
Rusya, büyük ölçüde AKP/Erdoğan rejiminin yanlış politikalarının oluşturduğu fırsatları değerlendirerek ve her türlü muhtemel çatışmaya hazırlıklı olacak şekilde Suriye’ye yerleşmiştir. Rusya’nın büyük bir askeri varlıkla bu ülkeye yerleşmesinin sınırlı bir süre için olduğuna dair ise herhangi bir veri ya da gösterge bulunmamaktadır.
Bu hamlesiyle Rusya, Türkiye’nin her türlü muhtemel tepkisini göze almıştır. Hatta Ankara’yı tepki göstermeye kışkırtan bir tavır içerisindedir. Öte yandan, ABD, AB ve NATO’dan ciddi bir itiraz beklemeyen Rusya, büyük bir ihtimalle, bundan böyle hep Suriye’de kalacaktır. Dahası Suriye’de oluşacak siyasi ve askeri yapı ancak Rusya’nın arzu ettiği ve Rusya’nın çıkarlarına uygun bir istikrardan ibaret olacaktır.
Bir savaş uçağının düşürülmesini büyük bir stratejik hamle için fırsata çeviren Rusya, bu sayede Türk savaş uçaklarının Suriye hava sahasındaki etkinliğini tamamen yok etmiştir. Böylece Türk ordusuna Suriye’deki PYD/YPG/PKK unsurlarına top ateşinden başka bir alan bırakmamıştır. Üstelik Rusya’nın çok sınırlı etkiye sahip bu top ateşini de Suriye’nin “meşru” unsurlarına yönelik bir “saldırgan eylem” olarak görme riski bulunmaktadır. Çünkü Esed rejimi PYD/YPG güçlerini meşru görmektedir. Ve bu resmi görüşünü BM Güvenlik Konseyi kayıtlarına da geçirmiştir. Rusya da silahlı PYD/YPG güçlerini resmen Suriye’deki “vatansever muhalif unsur” olarak tanımlamıştır.
Kritik soru şu: Moskova-Şam arasındaki ikili savunma antlaşmaları çerçevesinde Suriye’de bulunan Rus askeri varlığı bu ülkedeki PYD/YPG/PKK unsurlarına yönelik Türk topçu ateşine karşı bir mukabelede bulunabilir mi? Böyle bir müdahalenin fiili sonuçları ne olur? Böyle muhtemel bir tepkime durumunda Türk ordusu cevap olarak Suriye’ye giremeyeceğine göre, Türkiye’nin sınır aşan ve hatta sınır üzerindeki askeri etkisi daha da yitirilebilir mi? Yapılan yoğun top ateşine rağmen YPG’nin ilerlemesi engellenemiyorsa bu uygulamanın mantığı gözden geçirilemez mi?
27 Şubat’ta başlayacak olan ateşkes öncesi sahadaki güçlerin hızla hareket ederek etki alanlarını genişletmeleri ve pozisyonlarını güçlendirmeleri beklenebilir. Böyle bir durumda, iddia edildiği gibi, Esed rejimi ve Rusya’nın “terörist” olarak tanımladığı muhalif savaşçıları geceleri sınırdan Suriye’ye sokmak Türkiye’nin çıkarlarına ne kadar uygundur? Bu pratiğin Rusya’ya yeni kozlar verdiğinden hiç mi kuşku duyulmamaktadır?
Türkiye-Suriye ortak sınırı büyük ölçüde PYD kontrolünde olsa da bunun Rusya sayesinde mümkün olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Yani Türkiye, çok az bir kısmı dışında, 910 km’lik Suriye sınırının neredeyse tamamında Rusya ile fiilen sınırdaş hale gelmiştir. Üstelik Türkiye’nin Rusya tarafından muhasarası sadece Suriye toprakları üzerinden de değildir. Çünkü Rusya, tarih boyunca izlediği Ortodoksların hamiliği politikasını bugün de sürdürmektedir. Bu bağlamda Ermenistan, AB üyesi Kıbrıs Rum kesimi, AB ve NATO üyesi Yunanistan Rusya’nın doğal müttefikleridir. İran’ın yanı sıra bu komşularına da yerleştirilen Rus S-300’leri ve S-400’leri Türkiye’nin çevresini kuşatmış durumdadır.
Öte yandan, Ermenistan’da konuşlandırdığı savaş uçaklarının sayısını daha da artıran Rusya, Mart ayından itibaren bölgede devriye uçuşlarına başlayacaktır. 1500 Rus subayının görev yaptığı Ermenistan Sınır Kuvvetleri’ne ait 29 karakolun 14’ünün Türkiye sınırına çok yakın olması kaygı vericidir. Rusya’nın Türkiye muhasarası Karadeniz üzerinde de güçlenerek devam etmektedir. Rusya, Kuban hava üssüne 40 yeni savaş uçağı ve helikopteri göndererek Türk savaş uçaklarının keşif kabiliyetlerini Karadeniz üzerinde de ciddi şekilde kısıtlanmıştır.
Görüleceği gibi AKP/Erdoğan rejiminin Ankara’yı sapladığı Suriye açmazı Türkiye’ye her cephede kaybettiriyor. Bir örümcek ağı gibi ülkemizi kuşatan Rus muhasarasından çıkmanın yolu ise tescilli yanlışlardan dönülerek öncelikle Suriye açmazından çıkmaktan geçiyor.

20 Şubat 2016 Cumartesi

Caydırıcılık, tutarsızlık ve inandırıcılık sorunu

Uluslararası ilişkilerde milli menfaatlerin korunması ve geliştirilmesi için hasım güçlere karşı caydırıcılık ne kadar önemliyse uluslararası kamuoyu nezdinde tutarlılık ve inandırıcılık da o kadar önemlidir.
            Caydırıcılık elbette ki milli menfaatler konusunda sürekli “kırmızı çizgiler” ilan etmekten ibaret değildir. Çok kısa süre içerisinde bu “kırmızı çizgiler”in flulaşması karşısında eli kolu bağlı kalmak hiç değildir. Çünkü caydırıcılık ile blöf arasında derin farklar ve uçurumlar vardır. Bununla birlikte somut hamlelerle desteklenen caydırıcı eylem veya söylemlerle uluslararası hasımlarını tavır değişikliğine zorlayabilen güçlerin, gerçeklik algısını zaafa uğratmamak kaydıyla, blöfler yapmasının da uluslararası ilişkilerde kısıtılı bir yeri vardır. Ancak sürekli “kırmızı çizgi”ler ilan eder, muhatap olduğunuz her kriz karşısında aklınıza gelen en cüretkar sözleri sarf eder, çok üst perdeden tehditleri birbiri ardına sıralar ama bunların hiçbirinin gereğini yapamazsanız sizi bir daha kimse ciddiye almaz.
            Mesela, tarihin gerilimli akışı içerisinde çok ama çok gerektiğinde, ve tabii çok nadir olarak, “kimse bizim kudretimizi/sabrımızı sınamasın” diyebilirsiniz. Birileri bu kararlılığınızı sınamaya cüret ettiğinde ise tehdidinizin gereği neyse yaparsınız. Şayet bu türden büyük laflar ettiğinizde sizi hamleye davet eden karşıt eylemlerin dayatan gereklerini yerine getiremezseniz sadece caydırıcılık etkisini tümden yitirmekle kalmaz, alay konusu da olursunuz.
            Hassas uluslararası sorunları kitleleri coşturmak için iç siyaset malzemesi olarak kullanmayı bir alışkanlık haline getirirseniz belki oy desteğinizi artırabilirsiniz ama burnunuzu da krizlerden çıkaramaz hale gelirsiniz. Üstelik uluslararası itibarınızdan, inandırıcılığınızdan ve caydırıcılığınızdan geriye hiçbir şey kalmaz. Sıklıkla ilan ettiği sözde kırmızı çizgilere, yüksek perdeden dillendirdiği tehditlere rağmen hasım aktörlerden gelen cüretkar hareketler karşısında tek hamle bile yapamayan Ankara’daki mevcut siyasi iradenin başına gelen de doğrusu bundan başkası değildir.
            Çünkü, caydırıcılık son yıllarda sıklıkla karşılaştığımız gibi bir kuru hamaset sanatı değildir. Caydırıcılığın silahı ve mühimmatı tumturaklı laf kalabalığından ve üst perdeden kof tehditlerden ziyade reel sosyo-ekonomik ve siyasi güçtür. Ülkeyi savunma kapasitesi ve muhtemel tehditlere karşı taarruz gücüdür. Güçlü silah stoğudur. Bu silah ve mühimmat stoğu ve envanterini en zor şartlarda yalnız başına kalsa bile kendi başına ikame etme kabiliyetidir. Bu türden imkan ve kabiliyetleriniz yeterli düzeyde değilse hasımlarınıza yönelteceğiniz caydırıcı söylemler alay konusu olan blöflerden öteye geçemez.
            Uluslararası ilişkilerde caydırıcılıktan daha önemli olan ise özellikle dost unsurlar nezdindeki tutarlılık ve güvenilirliktir. Bir ülke yönetimi uluslararası toplumda sürekli olarak yalanları, çarpıtmaları, tutarsızlıkları ve güvenilmezliği ile gündeme geliyorsa, o yönetimin zaman zaman dile getirdiği doğrulara da kimse itibar etmez. AKP hükümeti ve Erdoğan rejimi altında inandırıcılığını büyük ölçüde yitiren Türkiye’nin son yıllarda başına gelen budur. Bu ülke tarihinde mevcut yönetim kadar uluslararası muhatapları tarafından yalanlanan bir başka iktidar olmamıştır.
            Ülkeler için en büyük itibar kredisi olan inandırıcılıklarını yitirmesinin faturası elbette ki çok ağırdır. Bunun en son ve belki de en vahim örneklerinden birini, çoğu asker 28 vatandaşımızın şehit olduğu, 61 vatandaşımızın yaralandığı Ankara’nın kalpgahındaki alçakça terör saldırısı sonrası yaşanan gelişmelerle gördük. Bu terör saldırısı maalesef AKP iktidarının ve Erdoğan rejiminin uluslararası toplum nezdindeki güven ve inandırıcılık sorununun ne kadar ileri boyutlara ulaştığını görmek isteyen herkese gösterdi.
            Erdoğan rejimi, terör örgütleri listesine hala almadığı, mahkemelere gönderdiği resmi yazılarda “terör örgütü” olarak görmediğini deklare ettiği, lideri Salih Müslim’i defaatle Ankara’ya resmen davet ederek en üst düzeyde ağırladığı, 2014 yılında IŞİD saldırıları karşısında kendilerine her türlü yardımı açıktan yapmaktan gururla bahsettiği PYD’yi şimdi birden bire uluslararası topluma terör örgütü olarak lanse etmeye çalışıyor. Tabii bu çabası, doğal olarak hiç kimseden itibar görmüyor.
            Erdoğan rejiminin özellikle PYD’yi hedef almak üzere kuzey Suriye’de bir kara operasyonuna mazeret aradığı ve uluslararası toplumu PYD’nin bir terörist örgüt olduğuna ikna etmeye çabaladığı günlerde gerçekleşen Ankara’daki saldırıyı saatler içerisinde PYD ile ilişkilendirmesi hiç kimseye inandırıcı gelmedi. Tıpkı Suriye’deki kırmızı çizgisini sivillere karşı kitle imha silahlarının kullanılması olarak açıklayan Obama yönetimini kırmızı çizgisinin aşıldığına ikna etmek üzere, tam da Suriye’deki krizin de ele alınacağı bir G-20 zirvesi öncesinde, 21 Ağustos 2013 günü 1500 sivilin ölümüyle sonuçlanan Guta’da kimyasal silah kullanımından Esed rejimini sorumlu tutan argümanların hiç inandırıcı bulunmaması gibi.
            Bloomberg haber ajansının Türkiye eski büro şefi Mark Bentley’in Twitter’da yaptığı bir anket bu konuda yabancı kamuoyundaki vahim algıyı bütün çıplaklığıyla gösterir nitelikteydi. Her ne kadar bilimsel bir veri olarak kabul edemesek de bu anlık anketin sonuçları Türkiye’yi yönetenlerin tutarlılığı, uluslararası kamuoyundaki inandırıcılıkları ve itibarları hakkında çok şeyler söylüyor. Bentley’in “Ankara bombalamasını kim yaptı? En isabetli tahmininiz...” şeklindeki sorusuna cevap veren 8276 kişiden yüzde 15’i PYD, yüzde 16’sı IŞİD, yüzde 6’sı diğer cevabı verirken maalesef yüzde 63’ünün “Türk istihbaratı” demesi Ankara’yı yönetenlerin itibarındaki sıfırlanmayı açıkça gözler önüne sermiştir.
            Erdoğan rejimi altındaki Ankara inandırıcılığını ve itibarını nasıl yitirmesin ki? Kısa süre öncesine kadar meşru bir örgüt gibi resmen muhatap alınan, her türlü askeri ve siyasi destek sağlanan, üstelik ülkenin terör örgütleri listesine hala alınmamış olan PYD’nin şimdi çıkıp terör örgütü olduğunu savunursanız sadece bir şeyi ispatlamış olursunuz: Ne kadar basiretsiz, öngörüsüz, tutarsız ve güvenilmez bir rejim ve yönetim olduğunuzu.
            Hele hele ülkede terör ve şiddet kol geziyorken, çevreniz ateş çemberine dönmüşken ülkenin istihbarat gücünü, kamu güvenliğine dair imkanlarını bugüne kadar tek bir şiddet ve terör eylemine karışmadıkları halde keyfi bir şekilde “terör örgütü” ilan ettiğiniz Hizmet Hareketi’ne karşı kullanırsanız, gün gelir gerçek terör örgütlerine dair sözlerinize ve sözde kanıtlarınıza inanacak hiç kimseyi bulamazsınız.
            Şahsi siyasi hırsları için düne kadar terör örgütü PKK’yı “meşru muhatap” kabul eden Erdoğan rejimi tutarsızlıklarla, yalanlarla dolu inandırıcılıktan yoksun bu gidişatla korkarım ki PYD’yi uluslararası aktörlere bir terör örgütü olarak kabul ettirmeyi değil belki ama PKK’yı terör listelerinden çıkarmayı başaracak. Tıpkı masum insanlara haksız, hukuksuz ve keyfi bir şekilde terörist muamelesi yapmalarında olduğu gibi bu kifayetsizliklerinin ve beceriksizliklerinin ceremesini de yine bu ülke ve bu millet çekecek.

17 Şubat 2016 Çarşamba

Savaş üzerine

İçinde bulunduğumuz coğrafyada uzunca bir zamandır savaşlar, çatışmalar, kıtallar eksik olmuyor. Nihayet kendi ülkemizde de savaş tamtamları çalmaya başladı. Hatta tamtam aşamasını geçip çoktan savaşa girdiğimizi iddia eden hükümet yanlısı savaşçı kalemşörler bile var.
            Demokrasi ve hukuktan uzaklaştıkça denetlenemez bir güç haline gelerek akılalmaz hukuksuzluklara ve suçlara bulaşan bir iktidar kliğinin tüm bunların üstünü örtmek ve bir daha günyüzüne çıkmalarını engellemek için belli ki despotlukta birkaç kademe daha yukarı çıkmaya ihtiyaçları var. Despotlukta arzu ettikleri seviyeye çıkmanın en kestirme yolu ise muhtemel bir savaşın sağlayacağı uygun koşulları kullanmak. “Bütün savaşları, dövüşemeyecek kadar korkak olan, bu yüzden de kendileri adına dövüşmek için gençleri cepheye süren hırsızlar çıkarır,” diyen yazar Emma Goldman meğer ne kadar da haklıymış. 
            Şurası açık ki gırtlaklarına kadar hukuksuzluklara, yolsuzluklara ve suçlara batan bu iktidar kliğinin ihtiyacı dışında Türkiye’yi başka bir ülkenin topraklarında sonu belirsiz bir kanlı maceraya mecbur eden herhangi bir milli menfaat ya da sebep bulunmuyor. Kaldı ki Türkiye bitişiğinde bulunduğu coğrafyalarda kanlı savaşların ilk kez yaşandığı bir ülke de değil. Öyleyse Suriye konusunda çevresinde cereyan eden geçmiş savaşlardaki tavrından başka türlü bir tavır neden alsın ki? Emin olun bu sorunun milli menfaatlar çerçevesinde makul bir açıklaması yok.
            Madem ki konu milli menfaatlerle ilgili değil, öyleyse bir komşu ülkede kanlı bir iç savaşın çıkmasında baskın rol oynayan bir iktidar kliğinin siyasi ihtirasları adına izledikleri tutarsız politikaların bir devamı olarak tüm ülkeyi savaşa sokmaları çok feci bir cinayet, bir felaket olur. Hele hele de bu kifayetsiz klik doyumsuz ihtiraslarını dahiyane birer strateji, dünya gerçekleriyle hiç ilgisi olmayan hayallerini ise gerçek sanan lunatiklerden oluşuyorsa. 
            Tabiatı gereği her savaş büyük insani trajedileri beraberinde getirir. İnsancıl yaklaşım elbette ki yanıbaşımızda yaşanan bu trajedilerin mağduru olmuş sivillere el uzatmayı gerektirir. Bunun yolu da uluslararası toplumla birlikte ve uluslararası hukuk çerçevesinde savaşın mağduru olmuş sivillere yardım elini uzatmaktır. Bunu yapmak yerine bu tür krizlere, uluslararası hukuk tarafından herhangi bir yetkilendirme olmaksızın, tek taraflı askeri müdahaleler sadece krizin daha da genişlemesine, yaşanan insani trajedinin yayılarak daha da derinleşmesine yol açar.
            Geçtiğimiz yüzyılın başında birbiri ardına patlak veren kanlı savaşlar yüzünden yıkılan bir imparatorluğun yerine, yine verilen kanlı bir kurtuluş savaşı sonucunda kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti, hiç şüphesiz ki, savaşın yıkıcılığını en iyi bilen devletlerden biridir. Mustafa Kemal Atatürk’ün “milletin hayatı tehlikeye düşmedikçe savaş bir cinayettir” sözünü hayata aktaran bu devlet, yıkıcı savaşlardan uzak kalma konusunda ciddi tecrübelere de sahiptir.
            Ömrünün önemli bir kısmını savaş meydanlarında geçirmiş olan Atatürk’ün, arzuladığı şekilde çözüme ulaştığını hayattayken göremediği “Hatay Sorunu” konusunda, savaş seçeneğinden hep uzak durması, tercihini hep siyasi çözümden ve diplomasiden yana kullanması boşuna değildir. Benzer şekilde ömrü cephelerde geçmiş İsmet İnönü’nün de Türkiye’yi 50 milyon insanın hayatını kaybettiği 2. Dünya Savaşı’nın yakıcılığından uzak tutmak için sergilediği çaba herkesin malumudur.
            Hemen yanıbaşında 1980-1988 yılları arasında yaşanan İran-Irak Savaşı, 1990 Körfez Savaşı, 2003’te Irak’ın işgali gibi savaşlarda da Türkiye’nin, insani trajedilere her türlü duyarlılığı göstermekle birlikte, savaşın alevleri içerisine çekilmekten kendisini başarılı bir şekilde koruduğunu görüyoruz. Bugün dönüp baktığımızda “bu savaşlara keşke müdahil olsaydık” diyen, ne dediğinin farkında bile olmayan birkaç ruh hastası dışında, kimseye rastlayamazsınız.
Benzer bir yaklaşımla “Savaş Üzerine” isimli strateji kitabında “savaş, siyasetin ve diplomasinin bir devamıdır” diyen Carl von Clausewitz de, üstelik çok az bir kelime sarfiyatıyla kriz durumlarında önceliğin siyaset ve diplomaside olduğunun altını başarıyla çizer.
            Prusyalı Von Clausewitz, şüphesiz ki strateji ilmi açısından 2500 yıl önce yaşamış büyük dedesi Çinli komutan Sun Tzu’nun izindedir. Sun Tzu, “Savaş Sanatı” isimli efsanevi kitabında şöyle der: “Gerçek zafer, savaşmadan kazanılan zaferdir. Gerçek önder savaşmadan kazanan önderdir.” Hırsızlık ve yolsuzlukta suç üstü yakalanıp, suçlarını örtmek için savaş dahil her şeyi göze alanları istisna tutacak olursak, Adolf Hitler gibi gücü kutsayan bazı sosyal Darvinistler dışında, aklı başında olup da savaşı yücelten kimseye rastlayamazsınız. Çünkü, Benjamin Franklin’in dediği gibi “iyi bir savaş, kötü bir barış hiç olmamıştır.”
            Bununla birlikte Antik Yunan devrinde yaşamış bir oyun yazarı olan Aeschylus’un “savaşta verilen ilk kayıp, gerçektir,” sözünü aradan geçen 2500 yıldan sonra sanırım biraz güncellemek gerekiyor. Çünkü modern zamanlarda gerçekler savaş başlamadan çok önce öldürülür. Mesela, Irak Savaşı öncesinde Amerikan işgalini gerekçelendirmek için uydurulan yalanlar hala hafızalarda. Bugün Suriye’ye girmek için gerekçe arayan Türkiye’deki iktidar kliğinin yüzde 85’ini kontrol ettiği medya üzerinden yapmaya çalıştıkları da George W. Bush’un Irak’ı işgal öncesi yaptıklarından açıkçası pek farklı değil.
            İngiliz düşünür Bertrand Russel der ki, “savaş kimin haklı olduğuna değil, kimin güçsüz olduğuna karar verir.” Tamamen silah kapasitesine ve kaba güce dayalı savaşlar için Russel elbette ki haklı, ama bu durum savaş öncesi durumlar için de geçerli. Hitler, Stalin gibi ya da zaman zaman ABD’nin yaptığı gibi uygun koşullar oluştuğunda sahip olunan kaba güce dayanılarak bölgesel ya da küresel bir düzen kurmaya yeltenilebiliyor. Bu tür hareketler elbette ki ahlaken ve uluslararası hukuk açısından meşru değildir. Ama bu tür eylemlerin meşru olmadığını kendilerine söyleyebilecek ve geri adıma zorlayabilecek bir güç yoksa şayet reel politiğin ahlaksız ilkeleri gereği dilediklerini yapabiliyorlar. Şayet bu çapta bir gücünüz yoksa uluslararası alana tekabül eden her adımınızda meşruiyeti ve uluslararası hukuk kurallarını gözetmek zorundasınız. Belli ki Türkiye’deki muhteris iktidar kliğinin Suriye’deki gelişmelere dair anlayamadığı nokta da bu.
            Söz konusu iktidar kliğinin Suriye konusundaki ihtirasları ile ülkenin sahip olduğu güç; bu kliğin Suriye’ye dair hayalleriyle Türkiye’nin uluslararası hukuktan kaynaklanan meşru hakları arasında bir uçurum bulunuyor. Eğri oturup doğru konuşalım, meşruiyet ve uluslararası hukuk açısından Türkiye, Suriye’de etkin bir askeri varlık gösteren Rusya’nın sahip olduğu haklar kadar bir hakka ve meşruiyete sahip bulunmuyor. Şöyle ki, uluslararası hukuk ve uluslararası sistem meşru Suriye devleti olarak hala Esed Rejimi’ni görüyor. Resmen Esed rejiminin egemenliği altındaki Suriye topraklarının bazı kısımlarının farklı silahlı grupların kontrolü altında olması uluslararası hukuk açısından hiçbir anlam ifade etmiyor.
            Uluslararası hukuk açısından egemen Esed rejiminin resmi daveti üzerine bu ülkeye asker ve silah gönderen Rusya’nın uluslararası hukuk tarafından tanınan Suriye sınırları içerisindeki eylemleri, Esed rejiminin rızası olduğu müddetçe, uluslararası hukuk açısından maalesef hiçbir sorun taşımıyor. Esed’in talebi olduğu müddetçe Rusya, Suriye topraklarındaki Esed muhalifi güçleri yok etme hakkına sahip olduğu gibi Esed rejiminin rızası dışında Suriye topraklarına yönelik herhangi bir dış müdahaleye karşı koyma hakkına da sahip bulunuyor.
            Suriye ile 910 km’lik ortak sınırı bulunan Türkiye’nin ise, uluslararası hukuk açısından maalesef böyle bir hakkı bulunmuyor. Türkiye’nin hukuk çerçevesinde Suriye topraklarına yönelik tek meşru hakkı Türk topraklarına yönelik herhangi bir saldırı sonrasında bu saldırıyı gerçekleştiren unsurları hedef alan, süresi ve kapsamı kısıtlı sıcak takipten (hot pursuit) ibaret. Elbette ki angajman kuralları gereği sınır ihlallerine yönelik önlemleri de uluslararası hukuk açısından meşru. Daha ötesi ise hayal.
            Sahi Türkiye hangi meşru davete veya ihtiyaca dayanarak Suriye topraklarına girecek? Türkiye’yi Esed rejimi mi davet ededec, yoksa terörist dediği PYD mi? Uluslararası dostlarına birlikte mücadele ediyorlarmış görüntüsü vermeye çalıştığı IŞİD mi? Yoksa Esed rejimine karşı desteklediği diğer radikal gruplar mı? İyi de meşru muhataplık açısından bunların hiçbirinin uluslararası hukukta hiçbir karşılığı yok ki.
            Dolayısıyla Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) daimi ve daimi olmayan toplam 15 üyesinin ortak tavrını yansıtan ve Suriye’deki PYD mevzilerini top ateşine tutan Türkiye’yi hem uyaran, hem de kınayan BMGK başkanlık açıklamasına hiç şaşırmamak gerekir. Kendi sınırlarımızın korunması, topraklarımızın savunulması ve halkımızın güvenliğinin sağlanması dışında, BMGK kararlarına dayanmayan, her türlü maceracı eylemden de uzak durmak gerekir.
            “Rusya’nın Suriye’de ne işi var?” tarzı boş efelenmeler kalabalıkların kulağına hoş gelse de, bilin ki bunlar hukuken hiçbir anlamı olmayan boş sözler. Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın yaptığı gibi, bu tür boş hamasetin peşine takılıp Suriye’de 10 km’lik güvenlik koridoru açmaktan bahsetmek de hayalci bir safsatadan ibaret. Bir BMGK kararına dayanmadan ve uluslararası meşruiyeti sağlanmadan bunu yapabilmenin hiçbir imkanı yoktur. Yeni bir fikir olmayan Suriye içerisinde bir güvenlik koridoru oluşturmak mümkün olsaydı geçtiğimiz 5 yıl içerisinde zaten çoktan yapılmış olurdu.
            Özetin özeti: Türkiye’nin çıkarları Türkiye’nin sınırlarında başlar. Türkiye’nin ve Türk halkının güvenliği Türkiye’nin sınırlarında korunur. Bunun ötesine geçecek her adım talihsiz bir maceracılık olarak ülkenin felaketine dönüşür. Uyarmadı demeyin!

Not: Çarşamba akşamı Ankara'nın en korunaklı yerinde doğrudan Türk Silahlı Kuvvetleri'ni hedef alan, 28 kişinin öldüğü, 61 kişinin yaralandığı terör saldırısını şiddetle kınıyor, yaralılara şifa, şehitlerimize rahmet, yakınlarına sabır ve metanet diliyorum. Milletimizin başı sağolsun, Allah beterinden korusun...