30 Aralık 2014 Salı

Nefes alamıyoruz


2014’ün son günü için kaleme alınan bu yazıda gönül isterdi ki bitirdiğimiz yıla dair çok güzel bir tablodan, yıl boyunca mutluluk veren gelişmelerin hatırlatılmasından ibaret bir yazı kaleme alayım. Ama maalesef 2014 Türkiye için Soma, Ermenek, Mecidiyeköy katliamlarıyla anılan, demokrasiden, hukuktan, temel hak ve özgürlüklerden, medeni dünyadan uzaklaşılan, biraz daha fakirleşilen, zenginle fakir arasındaki uçurumun daha da açıldığı insani, siyasi, hukuki ve sosyal felaketkerle dolu bir yıl oldu.
Demokrasiyi, sadece şu ya da bu şekilde aldatmayı ya da ikna etmeyi başardıkları bir kitlenin oyuyla iktidara gelmek sanan bir siyasal klik, maalesef Türkiye’de tam teşekküllü bir dikta rejimi kurma yönünde çok yol aldı. Sandıktan çıktıktan sonra hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet dahil her şeyi yapmaya hakları olduğunu sanan bu despotik klik ülkeyi adeta yaşanmaz, hatta nefes alınamaz bir hale getirdi. 2014’ün son haftalarına damgasını vuran ABD’de polis tarafından katledilen siyahi Eric Garner’ın dillere pelesenk olan son sözünü tekrarlamak gibi olacak belki ama bu ülkenin özgürlükçü demokratlarından artık hergün “nefes alamıyoruz” çığlıkları yükseliyor.
            Medyanın ağırlıklı kısmını kontrolü altına alıp yalan ve iftiralarla dolu bir kara propaganda makinasına çeviren Recep Tayyip Erdoğan, demokrasilerin olmazsa olmazı  ifade ve medya özgürlüğünü neredeyse tamamen yok etmiş durumda. Manşetleri doğrudan Erdoğan veya ekürisi tarafından atılan onlarca gazete ve TV kanalının yanısıra varlık mücadelesi veren bir avuç özgür medya organı ise her türlü tehdit altında görevini sürdürmeye çaba harcıyor. Erdoğan Diktatörlüğü’nün 14 Aralık’ta Türkiye’nin geriye kalan iki özgür medya grubundan Zaman Grubu ve Samanyolu Grubu’nun üst düzey yöneticilerini dizi senaryosu ile iki köşe yazısı ve bir haberi bahane göstererek gözaltına alma cüretkarlığı, baskıcılıkta gelmiş olduğumuz son noktayı iyice gözler önüne serdi. Samanyolu Grubu yöneticisi Hidayet Karaca’yı  tam 17 gündür hapiste tutan Erdoğan Diktası, gözaltına alıp 120 saat keyfi bir şekilde alıkoyduktan sonra bıraktığı Zaman Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’yı da  tutuklamak için bahane arıyor.
Dumanlı’nın yanı sıra daha bir çok muhalif gazeteci de sıranın kendilerine ne zaman geleceğinin merakı içerisinde işlerini yapmaya çabalıyor ve bu tehdit altında günlerini geçiriyor. Tek adam rejimini iyice tesis ettikten sonra kontrolü altındaki medyanın genel yayın yönetmeni gibi hareket eden, gazetelere manşetler attıran, televizyonların alt yazılarına bile müdahale eden Erdoğan, bir taraftan da savcılığa, hakimliğe soyunarak medyadan daha kimlerin  tutuklanabileceğine dair müjdeler vermeyi de ihmal etmiyor. Tek meziyetleri Erdoğan Diktasına hizmet olan yandaş medyanın türedi aktörleri ise Zaman gazetesi ve Samanyolu TV gibi muhalif medya kurumlarına cebren el konulacağını yazıp duruyor. Tüm bu olup bitenlere  ragmen Erdoğan çıkıp hiç çekinmeden, hiç utanmadan “dünyanın en özgür medyası Türkiye’de” diyebiliyor.
Bunları yazıyor olmam sakın sizi yanıltmasın. Dört dörtlük bir diktatöre diktatör diyebiliyor olmam asla içinde bulunduğumuz ortamın özgürlüğünden kaynaklanmıyor. Bu, ülkenin giderek bir açık hava cezaevine dönmesine sessis sedasız şahit olmaktansa, hapis veya daha kötüsü dahil her türlü bedeli göze alarak gerekenleri deme cesaretini hala gösterebilmemizden kaynaklanıyor. Her gün tehditlerin havalarda uçuştuğu, yargının, yasamanın ve elbbete ki yürütmenin Erdoğan diktasına boyun eğdiği; medyanın ağırlıklı kısmının, iş dünyasının, sivil toplumun menfaatleri için ya diktatörü alkışladığı ya da en azından sesini çıkaramaz hale geldiği bir ülkede bu ve benzeri yazılar belki duyabileceğiniz son özgür çığlıklar da olabilir.
Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün basın özgürlüğü açısından 180 ülke arasında 154. sıraya koyduğu, Freedom House’un “özgür olmayan ülke” kategorsinde değerlendirdiği, demokratların nefes aldığı yegane mecralara dönüşen Twitter, Youtube, Facebook gibi sosyal medya mecralarının sürekli kapatılma tehdidi altında bulunduğu, devlet zoruyla el konulan medya gruplarının kamu ihaleleriyle beslenen yandaş işadamlarına peşkeş çekildiği, yeterince yalakalık yapmayan ya da hala eleştiride bulunma cesaretini gösteren gazetecilerin tek tek ya da toplu halde işlerinden atıldığı, muhalif medyanın en büyüklerine sabahın erken saatlerinde polis baskın düzenleyip yayın yönetmenlerinin canlı yayınlar eşliğinde tutuklandığı bu ülkede gerçekten de nefes alabilmek gün geçtikçe daha da zorlaşıyor. Diktatörü mutlu edemeyen binlerce meslektaşımız eften püften sebeplerle işlerini kaybederken, hala mesleğin onuruna sahip çıkmaya çalışan yüzlerce meslektaşımız ise her türlü bedeli göze alarak işlerini yapmaya çalışıyor.
Polis okulları, polis akademilerinin kapılarına kilit vurularak polis komiserlerinin parti teşkilatı referanslı üniversite talebeleri arasından seçildiği; bağlılığı hukuka, devlete veya millete değil doğrudan Erdoğan’a olan 50 bin kişilik “milis gücü” niteliğinde yeni bir polis gücünün kurulmaya çalışıldığı bir ortamda sadece gazetecilerin değil, farklı düşünce ya da yaşam tarzına saygı bekleyen herkes tehdit altında bulunuyor.
Kamu harcamalarını denetleyen Sayıştay’ın tamamen devre dışı bırakıldığı, HSYK’nın bir parti organına dönüştürüldüğü, yargı sisteminin parti referanslı binlerce avukatın savcılar ve hakimler olarak atanmasıyla doldurulduğu, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın medyaya yansıya ifadesiyle “ Yargıtay’a, Danıştay’a otobüslerle, kamyonlarla taşır gibi üye doldurarak” yüksek yargının da sıradan bir parti organına dönüştürüldüğü bir ortamda hukuk güvenliği ya da yargı güvencesinden bahsetmenin de  artık imkanı kalmamıştır.
Sadece yüzde biri herhangi bir demokratik hukuk devletinde olsa en az yüz hükümeti istifaya zorlayacak olan 17/25 Aralık 2013’te ortalığa saçılan yolsuzluk ve rüşvet skandalıyla suçluluklarına dair somut deliller ayan beyan ortaya çıkan yoz bir siyasi grup, son dönemde yeni kanunlar yaparak, hedefi belli yeni mahkemeler kurarak ve buralara dikta yanlısı savcılar, hakimler atayarak “makul şüphe” gibi keyfi yaklaşımlarla en ufak muhalif sesi bile kriminalize etmenin imkanını bulmuş durumda. Attığınız basit bir tweet mesajı, diktatörün hoşuna gitmeyecek birkaç kelime “makul şüphe”li olarak keyfi şekilde tutuklanmanız için artık yeterli.
Sanmayın ki bu baskı ve zulüm sadece Türkiye’de geriye bir avuç kalmış cesur demokrat aydınları ilgilendiriyor. Bu gidişat maalesef Türkiye’yi demokrasi ve hukukun üstünlüğünü şiar edinmiş medeni dünyadan hızla koparıyor, sonu belli olmayan tehlikeli bir maceraya sürüklüyor. Ülke gün geçtikçe bir despot güruhunun tahakkümüne daha fazla girdikçe Kürt sorununun çözümü, Alevi sorununun ele alınması, gayr-i Müslimlerin haklarının iadesi konusu da asla gerçekleşmeyecek kuru bir retorikten ibaret kalıyor. Yerli iş adamlarının bile tedirgin olup yatırımlarının en azından bir kısmını yurtdışına taşıdığı böyle hukuksuz, istikrarsız, güvencesiz, keyfi ve öngörülemez bir ortamda yabancı yatırımcı beklemek ise  hayal oluyor. Olan Türkiye’ye oluyor, bu ülkede yaşayan ve yaşamaya devam edecek olan halkın gelecek umutlarına oluyor!
Maalesef 2014 Türkiye’nin karabasanlarla yatıp kalktığı bir yıl oldu. Umarım 2015 ülkenin demokrasi ve özgürlüklerin canına okuyan muktedir mafya güruhundan kurtulmayı başardığı bir yıl olur…
Mutlu yıllar...

23 Aralık 2014 Salı

Aydınlardan yükselen çığlık


“Her şerde bir hayır vardır” derler. Bazen hayatlarımızı karartan şerre takılıp o şerle birlikte kapımızı umutla çalan hayırları göremeyebiliyoruz. Oysa dünya ve hayat karanlıkla aydınlığın, siyahla beyazın, iyi ile kötünün, hayır ile şerrin iç içe olduğu, birinin diğerinin sebebi veya sonucu olduğu durumlardan ibaret değil midir?
Şayet 14 Aralık 2014 günü, aralarında yaklaşık 1 milyon tirajıyla Türkiye’nin en çok satan gazetesi Zaman’ın Genel Yayın Yönetmeni ve bünyesinde Türkiye’nin en fazla izlenen 14 TV ve radyoların bulunduğu Samanyolu Grubu CEO’su Hidayet Karaca’nın da bulunduğu 31 kişinin ipe sapa gelmez iddialarla gözaltına alınması büyük bir şer ve zulümse, mutlaka bu zulüm ve şerrin sebep olduğu hayırları da görmemiz gerekiyor. Elbette ki hayırları görebilmek için yaşanan şerre şöyle biraz daha yakından ve farklı bir pencereden bakmak gerekiyor.
Her şeyden önce Türkiye’de son dönemde olup biteni, ülkedeki anti-demokratik ve despotik gidişatı belki biz demokratlar yerli ve yabancı dostlarımıza anlatmakta hala güçlük çekiyorduk. Dumanlı’nın, polis tarafından gazete basılarak gözaltına alınması, 80 saat boyunca haksız ve hukuksuz bir şekilde gözaltında tutulması, Hidayet Karaca’nın kurgusal bir TV dizisinin senaristi, yönetmeni ve oyuncularıyla birlikte gözaltına alınması, akabinde yine haksız ve hukuksuz bir şekilde terör örgütü kurmakla suçlanıp tutuklanarak hapse atılması Türkiye’nin içinde bulunduğu vahim durumu tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriverdi.
Türkiye’nin hak, hukuk tanımaz bir despotun elinde nasıl keyfi, hukuksuz ve anti-demokratik bir noktaya savrulduğu herkesin gözünde iyice kristalize oldu. Erdoğan diktası altındaki ülkenin demokrasi liginden ne kadar uzaklaştığı tartışmaya mahal kalmayacak şekilde ispatlandı. Özgür basına yönelik akıl almaz bu son darbe, Erdoğan ve ekürisinin nasıl birer zalim despotlara dönüştükleri konusunda doğusuyla batısıyla, kuzeyiyle güneyiyle tüm dünyada hiçbir şüpheyi geride bırakmayacak şekilde bir mutabakata yol açtı.
Enteresan bir şekilde Erdoğan dikta yönetiminin hak ve özgürlükleri hedef alan, basın özgürlüğünü yok etmeyi amaçlayan bu son saldırısı Türkiye içinde de demokrasi ve hukuk hassasiyetini sürdüren herkesi ortak bir ses vermeye teşvik etti. İdeolojik tercih ve yaşam tarzı açısından birbirinden tamamen farklı çevreler bu vesileyle bir araya geldi. Demokrasinin hayatiyeti, hukuk devletinin sürdürülmesi ve Türkiye’nin demokrat ve medeni dünyanın bir parçası olarak kalması için farklı çevrelerden önde gelen aydınlar ortak bir tavır aldı. Solcusu, sağcısı, muhafazakarı, liberali, milliyetçisiyle tüm demokrat aydınların ortak duyarlıklarla verdikleri bu ses dünyanın dört bir tarafında duyulacak adeta bir çığlığa dönüştü.
İlk olarak, 17 Aralık günü gazetelerde yayınladıkları tam sayfa bir bildiriyle Türkiye’nin aydınları, yapılan baskınların ve göz altıların “basın özgürlüğüne ve Türkiye’nin demokratik geleceğine bir darbe” olduğunun altını kalın çizgilerle çizdiler. Aralarında Doğan Akın’dan, Murat Aksoy’a, Mustafa Akyol’dan Mehmet Altan’a, Hayko Bağdat’tan Can Dündar’a, Ali Bulaç’tan Hasan Cemal’e, Yasemin Çongar’dan Nuray Mert’e, Metin Münir’den Zeynep Tanbay’a, Pınar Türenç’ten Perihan Mağden’e, Utku Çakırözer’den Cengiz Çandar’a, Neşe Düzel’den Cafer Solgun’a, Derya Sazak’tan Atilla Sertel’e, Amberin Zaman’dan Yılmaz Odabaşı’na uzanan Türkiye’nin entelektüel birikiminin parlak temsilcileri olan onlarca aydın bu ortak bildiriye imza atarak gazetecilerin derhal serbest bırakılmalarını talep ettiler.
“Bu vahim olayın özgür basına yönelik sistematik hale gelen baskı, yasak ve yıldırma çabalarının son halkası” olduğuna dikkat çekerek, medya ve düşünce özgülüğüne yönelik her türlü müdahaleye sert ifadelerle karşı çıktılar. Zulme ve baskıya karşı özgür medyadan yana tavır alarak onurlu, cesur ve asil duruşlarıyla kıymetli isimlerini tarihe altın harflerle yazdılar ve gelecek nesillere övünç duyabilecekleri bir miras bıraktılar.
Hukuksuzluk, keyfilik, despotizm ve diktanın zirve yaptığı bu zor dönemde aydın izzetine ve namusuna halel getirmeyen ve böylelikle Türkiye’nin entelektüel birikiminin bilhakkın temsilcileri olduklarını ispatlayan bu saygın isimlere 22 Aralık günü yenileri eklendi. Hep birlikte bir “Aydınlar Deklarasyonu” yayınladılar. Türkiye’nin gururu bu aydınlar güçlü bir çığlık halinde “Türkiye demokrasisi için çok geç olmadan, AKP hükümetini girdiği tehlikeli yoldan dönmeye” davet ettiler.
Ahmet Altan’dan, Ahmet İnsel’e, Ahmet Turan Alkan’dan Altan Tan’a, Asaf Savaş Akat’tan Aslı Tunç’a, Ataol Behramoğlu’ndan Aydın Engin’e kimler yoktu ki change.org’ta imzaya açılan bildirinin ana imzacılar listesinde: Ayhan Aktar,  Baskın Oran, Cafer Solgun, Cemal Uşşak, Cengiz Aktar, Cengiz Çandar, Ceren Sözeri, Ceyda Karan, Cihangir İslam, Cüneyt Ülsever, Daron Acemoğlu, Dengir Mir Mehmet Fırat, Doğan Akın, Doğan Satmış, Doğu Ergil, Ergun Babahan, Erkam Tufan Aytav, Erkan Saka, Ertuğrul Günay, Ferhat Kentel, Gencay Gürsoy, Hadi Uluengin, Hasan Cemal, Hayko Bağdat, Herkül Milas, Hilmi Yavuz, İbrahim Betil, İştar Gözaydın, Kazım Güleçyüz, Koray Çalışkan, Kürşat Bumin, Levent Köker, Mario Levi, Maya Arakon, Mehmet Altan, Mehmet Betil, Mehveş Evin, Melis Behlil, Murat Aksoy, Murat Belge, Mustafa Erdoğan, Mustafa Yeşil, Müge Göcek, Mümtaz’er Türköne, Namık Çınar,          Nazlı Ilıcak Neşe Düzel, Nil Mutluer, Nilüfer Göle, Niyazi Öktem, Nuray Mert, Orhan Kemal Cengiz, Osman Kavala, Oya Baydar, Ömer Laçiner, Ömer Madra, Pelin Batu, Reha Çamuroğlu, Sait Çetinoğlu Samim Akgönül, Selahattin Özel, Seyfettin Gürsel, Suat Kınıklıoğlu, Şahin Alpay, Tahir Özyurtseven, Taner Akçam, Tayfun Atay, Tuğba Tekerek, Ufuk Uras, Ümit Kardaş, Yasemin Çongar, Yasemin İnceoğlu, Yavuz Baydar, Yavuz Oğhan, Yüksel Taşkın.
Solcusu-sağcısı, Alevisi-Sünnisi, Türkü-Kürdü, Müslümanı-gayri Müslimi ile asil ve tarihi bir duruş sergileyen bu aydınların imzalayarak Change.org’ta yayınladığı bildirilere on binlerce insan da imzalarıyla destek verdiler, vermeye de halen devam ediyorlar.
“Geçmişte askeri darbelerle kesintiye uğrayan Türkiye demokrasisi, bugün sivil bir yönetimin idaresi altında büyük bir hızla kan kaybediyor” tespitinde bulunan bu 2. bildiri, “Kuvvetler ayrılığını, yargının bağımsızlığını, parlamento denetimini, barışçıl toplanma ve gösteri hürriyetinin kullanılmasını ve basın özgürlüğünü kendisine bir tehdit/darbe olarak algılayan, demokrasinin klasik denge ve denetim sistemlerini “milli iradenin” önünde engel olarak sunan bir iktidar Türkiye’de işbaşındadır” teşhisinde bulunuyordu.
Türkiye’nin Erdoğan diktası altında nerelere savrulduğu ise şu ifadelerle dile getiriliyordu: “Son bir kaç yılda pek çok yasa değiştirilerek, hukuk sistemi evrensel hukuk normlarından uzaklaştırılmış ve temel kişi hak ve özgürlükleri aleyhine bir baskı aracına dönüştürülmüştür. Her geçen gün daha da otoriterleşen AKP hükümeti yüzlerce gazeteci ve köşe yazarını uyguladığı baskılarla işlerinden attırmış, kamu gücünü kullanarak birçok gazete ve televizyonların, kendisine taraftar sermaye sahiplerine devredilmesini sağlamıştır.
“Son olarak 14 Aralık 2014’te Zaman Gazetesi ve Samanyolu TV yöneticileri başta olmak üzere gazeteciler, televizyon yapımcıları ve dizi oyuncuları ‘terör örgütü’ üyesi oldukları ve devletin egemenliğini ele geçirmeye çalıştıkları gerekçesiyle gözaltına alınmış ve bir kısmı da tutuklanmıştır. İktidar tarafından yeniden kurgulanan ceza yasaları ve yargı organları devreye sokularak eleştirel medya tamamen susturulmak istenmekte, gazetecilik bir meslek olarak bitirilmeye çalışılmaktadır.”
Türkiye’de yaşamaya devam edecek bir demokrat vatandaş olarak bu saygıdeğer aydınlarımıza minnetle teşekkür ediyorum.. İyi ki varsınız ve iyi ki hak-hukuk, demokrasi ve özgürlüklerden yana yükseltilen bu güçlü sese ortaksınız!..

18 Aralık 2014 Perşembe

Erdoğan diktatörlüğünde gazetecilik artık suç



14 Aralık 2014 günü Türkiye’de bugüne kadar görülmedik bir şey yaşandı ve Türkiye’nin en çok satan gazetesi Zaman binası polis tarafından basılarak Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı gözaltına alındı. Aynı gün Türkiye’nin önde gelen televizyon ve radyo yayıncısı Samanyolu Medya Grubu’nun Genel Müdürü Hidayet Karaca da gözaltına alındı. “Devletin egemenliğini ele geçirmek” ithamıyla yapılan ve tüm dünyada şok etkisi yaratan bu göz altıların hangi gerekçelere dayandığı ise en merak edilen konuydu.
Bu gerekçelerin ne olduğunu öğrenmek için Dumanlı ve Karaca ile birlikte avukatları ve kamuoyu tam dört gün beklemek zorunda kaldı. Dört günün sonuna yaklaşılıncaya kadar tek soru sorulmadığı halde hürriyetleri tahdit edilerek psikolojik işkencelere maruz kalan Dumanlı ve Karaca’ya nihayet yöneltilen sorular ise Yeni Türkiye diktatörlüğünün şefi Erdoğan’ın demokrasi ve hukuku adım adım yok ederek kurduğu yeni düzende sıradan bir gazetecilik faaliyetinin bile artık darbecilikle itham edilecek bir suç olarak görüldüğünü gözler önüne serdi.  
Tıpkı Hürriyet, Sabah, Vatan ve benzeri gazetelerde, CNN Türk, Habertürk gibi televizyonlarda yapıldığı gibi Zaman gazetesinin bir terör örgütüne yönelik yapılan operasyona dair yayınladığı 1 haber ve 2 köşe yazısından dolayı Türkiye’nin en etkin gazetesinin genel yayın yönetmeni anayasal düzene karşı suç işlemekle itham edildi. “Taşhiyeciler” denen grubun ne olduğu, MİT’in ihbarı, halen AKP’de milletvekili olan dönemin Emniyet Genel Müdürü’nün talimatı, daha sonra içişleri bakanlığı da yapacak olan ve halen AKP milletvekili olan dönemin İstanbul Valisi Muammer Güler’in kontrolünde gerçekleştirilen polis operasyonuna dair ayrıntılı haberleri okumuş olmalısınız. Konunun ayrıntılarına girmeyeceğim, ama Türkiye’nin bir polis operasyonu konusunda haber ve yorum yayınlandığı için bir gazetenin yöneticisinin darbe yapmakla suçlandığı bir ülke haline gelmiş olması gerçekten ürkütücü.
Ürkütücü çünkü Erdoğan diktasına hizmeti belli ki şeref bilen savcı Fuzuli Aydoğdu’nun  hiç çekinmeden şu soruları Ekrem Dumanlı’ya nasıl sorabildiğini anlamakta inanın güçlük çekiyorum. Sorulardan biri aynen şöyle: “Genel Yayın Müdürlüğünü yaptığınız Zaman gazetesinin 08-09-10-11-14 Ekim 2013 tarihli yayımlarında ve 25 Kasım 2013 tarihli yayımında dershaneler konusunun sürekli sistematik bir şekilde işlendiği ve haberlerinin yapıldığı tespit edilmiştir. Dershaneler konusunun sürekli gazetede işlenmesinin amacı nedir?”
Basın özgürlüğüne açık bir saldırı niteliğindeki bu soruya verilecek en güzel cevap elbette ki “Sana ne, seni ne ilgilendirir”dir. Ama Ekrem Dumanlı, medeni edepten binasip ve basın özgürlüğüne açık müdahale niteliğindeki bu soruya cevap olarak nezaketini bozmaksızın uzun uzun açıklamalar yapmış.
Savcı tatmin olmamış olmalı ya da talimatla hareket ediyor olmalı ki aynı soruyu bu sefer başka bir kalıpla yeniden sormuş: “25/11/2013 tarihli Zaman gazetesinde Başbakana Açık Mektup konulu haberin yapıldığı ve sizin de Dershane konusu ile ilgili daha önceki Başbakan şimdiki Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a yazdığınız mektubun olduğu tespit edilmiştir. Herhangi bir dershane ile yasal bağınız var mı? Açıklayınız. Dershane konusunun Genel Yayın Müdürlüğünü yaptığınız gazetede sürekli gündeme getirilmesinin sebebi nedir?
Ekrem Dumanlı’nın köşe yazısını mektup gibi değerlendirerek formülize edilen bu saçma sapan ve basın özgürlüğüne yine çok açık müdahale anlamına gelen soruya  verilecek en güzel cevap da “Sana ne, seni ne ilgilendirir!”dir. Ama Ekrem Dumanlı yine nezaketini bozmaksızın önceki soruya verdiği cevaba atıfla cevabını vermiş.
Ya peki şu soruya ne dersiniz? “Daha önce Zaman gazetesinde köşe yazarlığı yapan Hüseyin Gülerce, Zaman gazetesi köşe yazarı olan Ahmet Şahin ve Bugün gazetesi yazarı Nuh Gönültaş adlı kişilerle tanışıklığınız var mı? Hüseyin Gülerce adlı kişinin köşe yazılarını ve demeçlerini takip eder misiniz? Ahmet Şahin adlı kişinin köşe yazılarını ve demeçlerini takip eder misiniz? Nuh Gönültaş adlı kişinin köşe yazılarını ve canlı yayın konuşmalarını takip eder misiniz?”
Bir başka soru: 22/07/2014 tarihinde 2014/41637 sayılı soruşturma kapsamında gözaltına alınarak tutuklanan eski Emniyet mensubu Ömer Köse, Yurt Atayün ve bu kişilerle beraber gözaltına alınan birçoğu emniyet mensubu olan kişilerin haberlerinin Genel Yayın Müdürlüğünü yaptığınız Zaman gazetesinde günlerce yayımlanmasının sebebi nedir? Gözaltına alınan ve tutuklanan bu kişilerle herhangi bir akrabalık bağınız var mı? Bu kişilerin haberlerinin diğer basın kuruluşlarına göre daha uzun süre ve adil yargılamayı etkileyecek şekilde çarpıtarak (“Çarpıtma” ve “adil yargılamayı etkileme” ithamlarını Dumanlı güçlü ifadelerle reddediyor. – B.K.) yayınlanmasının sebebi nedir?”
Bir gazete genel yayın yönetmenine kurgulanmış savcılar tarafından böyle bir sorunun sorulabildiği rejime demokrasi ya da hukuk devleti demenin artık imkanı kalmamıştır.
Ayrıca Dumanlı ve Karaca’nın avukatlarına suçlamalarla ilgili bilgi verilmeyip savunma hakkı ihlal edilerek, savcılık soruşturması Terörle Mücadele Şubesi’nde silahların gölgesinde yapılarak adil yargılamaya gölge düşürülmüş ve insan hakları ile temel hukuk ilkeleri ihlal edilmiştir. Ama olsun! Bundan böyle sanırım Erdoğan’ın dikta yargısı için önemli olan sonuca ulaşmak.
Erdoğan 15/12/2014’te yaptığı bir konuşmada hiç çekinmeden şu ifadeleri kullanıyor: “…Olay bir basın özgürlüğü meselesi değil, şikayet üzerine açılmış bir sürecin bedelini ödüyorlar ve bedelini ödeyecekler…” Yine aynı gün bir başka konuşmasında “Ulusal güvenliğimizi tehdit eden unsurlar gereken cevabı alacaklardır” diyor ve henüz soruşturmanın ilk aşamasında olan bir sürece dair peşinen bir kararın verildiğini ve yargı mercilerinin buna alet edildiğini adeta ikrar ediyor.
Şimdi sormak lazım hak, hukuk, ahlak tanımayan Erdoğan’a “siz cumhurbaşkanı mısınız, yoksa savcı ya da hakim misiniz?” Siz kimsiniz ki henüz haklarında herhangi bir yargı kararı bulunmayan masum insanlara yönelik hüküm içeren suçlamalarda bulunmaktan çekinmiyorsunuz!
Hayır, hayır… Siz ne bir savcı ne de bir hakimsiniz. Siz olsa olsa su katılmamış bir diktatörsünüz! Ve sizin için hukuki süreçlere, şekli prosedürlere ihtiyaç yok! Madem ki su katılmamış bir diktatörsünüz, kimseyi aldatmayın! Diktatörlüğünüzün hakkını verin ve tadını çıkarın! Kamuoyunu kurmaca mahkemeler, hukuksuz yasal düzenlemelerle oyalamayın! Mesela toplayın hepimizi kurşuna dizdirin!..  Olmadı gaz odaları kurun, toptan yok edin?
Sizin gibi diktatörlere bakın bu çok yakışır! Nasıl olsa bu zulmünüzü de alkışlayacak midesinden kendinize bağladığınız yüzlerce satılık aydının desteğini de bulursunuz! Çekinmeyin, korkmayın, yapın… Diktatörsünüz, hakkını verin! Mentorünüz Hitler’den hiç mi bir şey öğrenmediniz! Hadi yapın!...


   

29 Ekim 2014 Çarşamba

Türkiye’de medya ve demokrasi



Basın ve ifade özgürlüğü demokrasilerin şaşmaz bir barometresi niteliğindedir. Bir ülkenin gerçek bir demokrasiye ve işleyen bir hukuk devletine sahip olup olmadığını anlamak için ilk bakmanız gereken şey o ülkede basının ne kadar özgür olduğu, insanların ifade özgürlüğü konusunda kendilerini ne kadar rahat hissettikleri olmalıdır.
Tüm organları ve kurumları baskı altına alınmış bir ülkede bile şayet medya hala işlevini yerine getirebilecek kadar özgürse o ülkenin demokratik hukuk devleti vasıflarını yeniden kazanabileceği konusunda umutlarınızı koruyabilirsiniz. Medyanın, demokratik hukuk devletini oluşturan güçler ayrılığı sisteminde yürütme, yargı ve yasama erklerini kamu adına denetleme görevini yerine getireceğinden emin olabilirsiniz.
Medya bu denetimi elbette ki kendinden menkul bir güçle değil, toplumu bilgilendirme ve bilinçlendirme yoluyla duyarlılık ve gündem oluşturarak gerçekleştirecektir. Böylece demokratik hukuk devletinden her irili ufaklı sapmayı halkın fark etmesini sağlayacak ve işleri yeniden rayına oturtmasına imkan verecektir. Bu hayati rolünden dolayı medya, gelişmiş çoğulcu demokrasilerde 4. kuvvet olarak tanımlanır ve sistem içerisindeki saygın yerini alır.
Bir ülkedeki basın özgürlüğünün durumu o ülkenin demokrasisinin barometresi niteliğinde olduğu gibi tersi de doğrudur. Şayet bir ülkenin medyası özgür değilse, gazetecileri baskı altındaysa ya da medya organları ve gazeteciler iktidar odaklarıyla olması gereken eleştirel mesafelerini kaybetmişlerse o ülkede hakiki bir demokrasiden bahsetmek de imkansız hale gelir. Hele hele demokrasi ve demokratik hukukun evrensel ilkelerinden sapan despotlaşmış bir rejim yürüttüğü toplum mühendisliğinin en temel araçlarından biri olarak gördüğü medyaya yönelik bir medya mühendisliği çabası içerisine girmişse orada ne demokrasiden ne de basın özgürlüğünden söz etmenin imkanı kalır.
Basın özgürlüğü özü itibariyle muktedirin ve müsaade ettiklerinin söz hakkını diledikleri gibi kullanmalarından ibaret değildir. Rejimin karakteri ister demokrasi, ister monarşi, isterse de diktatörlük olsun tüm rejimlerde muktedir olanlar zaten rahatlıkla konuşma lüksüne sahiptir. Bu yüzden basın ve ifade özgürlüğünü ölçen hassas terazi ancak muhaliflerin ve etnik, dini, kültürel veya siyasi azınlıkların özgürlüklerinin başladığı yerde çalışmaya başlar. Bu yüzden basın ve ifade özgürlüğü toplumdaki en küçük azınlığın kendisini ifade edebilme özgürlüğü ile ölçülür.
Türkiye’deki gibi baskıcı bir iktidarın makro ve mikro seviyelerde her türlü medya mühendisliğine pervasızca soyunduğu ülkelerde medya organlarının çokluğu da asla ve asla yanıltıcı olmamalıdır. Çünkü demokratik dünyada basın özgürlüğü medya sektöründeki yayın organlarının çokluğuyla ilgili bir konu değil, çoğulculuğuyla ilgili bir konudur. Çoğulculuğun, çok sesliliğin ve çok renkliliğin olmadığı bir medya ortamının özgür bir medya ortamı olduğu iddia bile edilemez.
İktidarın çizgisinde veya iktidarı destekleyen bir çizgide dilediğince yayın yapmak, gazete yayınlamak ve fikirleri ifade etmek de basın ve ifade özgürlüğüne dair bir konu değildir. Medyanın denetim ve eleştiri rolünü bir kenara bırakarak muktedirin çizgisinde dilediğince yayın yapmak bir özgürlük göstergesi olmadığı gibi bunlar gazetecilik mesleğinden ziyade halkla ilişkiler, PR ve propagandanın alanına girer. Gazetecilik özü itibariyle bir eleştiri ve kamu adına ortak iyiyi arama mesleğidir. Bu fonksiyonlarını yerine getiremeyen her sözde medya organı medya olma vasfını fazlasıyla yitirir.
Demokratik ve çoğulcu bir medya atmosferinde elbette ki iktidarın izlediği politikaları ve fikirleri savunacak medya organları ve gazeteciler de olacaktır. Ancak en küçük, en marjinal muhalif medya kurumu ya da gazeteciler şayet iktidara yakın medya ve mensupları kadar kendilerini güvende hissedemiyorsa orada demokrasiden de medya özgürlüğünden de söz etmek mümkün olamaz. Bu yüzden ABD ve İngiltere gibi demokrasilerde, bütün demokratik hassasiyetlerin ötesinde basın özgürlüğüne büyük önem atfedilmekte, basın ve ifade özgürlüğü güçlü hukuksal araçların teminatı altına alınmaktadır.
Bizim gibi gerçek bir demokratik hukuk devleti olabilme yolunda inişli çıkışlı bir serüven yaşayan, kah ileri adımlar atan, kah attığı adımların 30 yıl gerisine düşen kafası karışık ülkelerde maalesef gerçek anlamda ne bir demokrasiden, ne bir hukuk devletinden bahsedilemeyeceği gibi basın özgürlüğünden de asla bahsedilemez. Şayet bir ülkede anaakım medyanın tamamı gerek havuçla, gerekse sopayla hükümetin denetimi altına alınmışsa orada basın özgürlüğünden bahsetmek mümkün olmadığı gibi demokrasi ve hukuk devletinden de bahsetmek mümkün olamaz.
150 yılı aşan demokratikleşme serüvenine rağmen ne yazık ki hiçbir zaman gerçek bir demokrasi ve hukuk devleti olmayı başaramayan Türkiye, bu konuda bazı dönemler iyileşmeler, bazı dönemler ise geriye gidişler yaşamıştır. Medya özgürlükleri bütün bu iniş ve çıkışlarda demokratik ve hukuki standartların yükseliş ve düşüşüne paralel bir yol izlemiştir. 2002’den bu yana ülkeyi yöneten Recep Tayyip Erdoğan’ın AKP’si de bu genel seyre uygun bir yol izlemiştir.
Erdoğan ve AKP askeri vesayet yapısının oluşturduğu kırılganlık altında geçirdiği iktidarının ilk 10 yılında ciddi bir demokratikleştirici rol oynamıştır. Ancak gerçekten muktedir olduğunu düşündüğü 2011 seçimleri sonrasındaki dönemde tüm evrensel demokratik ilke ve kriterleri yok sayan ülkenin geleceği adına dehşet verici bir yola sapmıştır. Bu sapmanın en belirgin tezahürleri ise kendisini medya sektöründe ve basın özgürlüğü alanında göstermiştir.
2002-2011 yılları arasında Türkiye, reform ve demokratikleşme çabalarıyla, hak ve özgürlük standartlarının yükseltilmesiyle, başta Avrupa Birliği olmak üzere dünyanın demokratik kısmı ile olan ilişkilerini geliştirme girişimleri ile tanınmıştır. Ancak Erdoğan’ın seçmenlerin yüzde 50’sinin oyunu aldığı 2011 seçimleri sonrası bu durum tamamen değişmiş ve Türkiye demokratikleşme sürecinden saparak tam tersi bir istikamete yönelmiştir. Bu yeni dönemde güçler ayrılığı sistemi ciddi şekilde aşındırılmış, yasama neredeyse tümüyle yürütmenin emri altın alınmış, Sayıştay gibi denetim mekanizmaları tamamen devre dışı bırakılmış ve yargı üzerinde muazzam bir baskı kurulmaya çalışılmıştır. Aynı dönemde eğitim politikalarındaki dayatmacı uygulamalarla Erdoğan’ın anladığı anlamda bir dindar toplum oluşturmak üzere toplum mühendisliğine soyunulmuş ve bu çaba girişilen medya mühendisliği ile desteklenmiştir.
Geldiğimiz vahim noktada bugün Türkiye’de şayet çok izlenen, çok okunan, tecrübeli, cesur ve etkili bir basın mensubuysanız ciddi bir tehdit altındasınız demektir. Zaten bugün Türkiye’de Erdoğan ve çevresindekilerin gerek el koyma, gerek satın alma, gerek kurdurma, gerekse var olanı vergi cezalarıyla sindirme ya da patronları karlı kamu ihaleleriyle ödüllendirerek kendi yanına çekme taktikleriyle çok azı dışında bağımsız bir medyadan bahsetmenin imkanı da kalmamıştır.
Hala var olmaya çalışarak bağımsız ve özgür yayıncılık yapma cesaretini gösteren medya organları ve gazeteciler ise her türlü hukuki, mali ve fiziki tehdidi göze almak pahasına işlerini yapmaya çaba harcamaktadırlar. Bu türden gazete, televizyon ve gazetecilerin varlığı yanıltıcı olmamalıdır. Yaptığınız işin her türden bedeli peşinen ödemeyi göze aldığınız müddetçe her yerde gazeteciliği özgürce(!) yapabilir ve sonuçlarına katlanırsınız.
Gerçek şu ki bugün Türkiye’de gazeteciler işlerini kaybetmekte, gazete ve televizyonlara devlet organları üzerinden el konularak bu kurumlar yandaş iş adamlarına peşkeş çekilmekte, kamu yayını yapan kurumların hükümetin propaganda borazanı haline getirilmesi yetmiyormuş gibi kamu imkanları kullanılarak medyanın neredeyse tamamı tek sesli bir hükümet medyası haline getirilmektedir.
Bunun dışında kalmakta direnen medya şirketleri ise mali açıdan sıkıştırılmakta, satışları engellenmeye çalışılmakta ve bu medya organlarına reklam veren şirketler hükümet çevrelerince tehdit edilmektedir. Tek tek gazeteciler ise artık rutine binen korkunç karakter suikastlerine ve sistematik linç kampanyalarına hedef olmaktadırlar. Öte yandan, medyanın denetim işlevine ve eleştiri hakkına sadece nispeten daha marjinal yayın organlarında müsaade edilerek, bu işlevlerinin tesirsiz bir hal alması amaçlanmaktadır.
Aslında 2013 Haziran’ında yaşanan Gezi Parkı protestoları ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük yolsuzluk skandalının ortaya çıktığı 17 ve 25 Aralık 2013 tarihinden bu yana medyada yaşananlar ülkemizdeki basın özgürlüğünün ve dolayısıyla Türk demokrasisinin içler acısı durumunu gözler önüne sermeye yeter.
Gezi eylemleri sonrası artan baskıların sonucu 94 gazeteci işten çıkarılmış, 37 gazeteci ise istifa etmeye zorlanmıştır. Yolsuzluk skandalının ortaya çıkması sonrası ise, sadece 2014 yılının ilk yarısında 981 basın mensubu işten çıkartılmıştır. 56 basın mensubu ise çeşitli baskılar nedeniyle istifa etmeyi tercih etmiştir. Erdoğan hükümetinin Türkiye’nin en büyük barışçıl sivil toplum hareketi olan Hizmet Hareketi'ne karşı başlattığı 'cadı avı' da özellikle yandaş medyada işten çıkarmaların önemli bir nedeni olmuştur. Sadece bu yılın Nisan ayı içerisinde en az 210 gazeteci işsiz kalmıştır.
Halen Taraf, Zaman, Today's Zaman, Cumhuriyet, Cihan Haber Ajansı ve Samanyolu TV, Bugün ve bir dizi diğer muhalif medya sürekli olarak hükümetin baskılarına muhatap olmakta, çeşitli yöntemlerle haber almaları engellenmektedir. Hükümetin uyguladığı baskı en tepedeki patrondan sahada görev yapan muhabire kadar hissedilmektedir. Öte yandan, AKP iktidarı bir taraftan havuç ve sopa politikası ile mevcut medya kurumlarını şekillendirirken, bir taraftan da güdümündeki iş adamları eliyle emir komuta ile çalışan kendi medyasını kurmayı başarmıştır. Objektif kamu yayıncılığı yapması gerekirken fiilen iktidar partisinin propaganda bültenine dönüştürülen TRT ve AA da dahil edildiğinde hükümet medyası bugün Türk medyasının ağırlıklı bir kısmını oluşturur hale gelmiştir.
Dikkat çekici bu vahim durum sık sık uluslararası insan hakları ve gazetecilik örgütlerinin raporlarına yansımaktadır. Bu bağlamda Freedom House son raporunda Türkiye’yi basın özgürlüğü açısından “özgür olmayan ülke” kategorisine alırken, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü değerlendirmeye aldığı 180 ülke arasında Türkiye’yi 154. sıraya yerleştirmiştir.
Türkiye artık maalesef özgür ve bağımsız medyanın iyice can çekiştiği, objektif ve tecrübeli gazetecilerin işlerinden edildiği can çekişmekte olan bir demokrasi durumuna gelmiştir. Tabii bu kadar baskıya, medya mühendisliği çabalarına, tehdide ve sansüre hedef olan bir medyanın bulunduğu ülkeye hala demokrasi denilebilirse…

For English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes/media-and-democracy-in-turkey_362891.html#