Genellikle
büyük acılar ve bedeller pahasına elde edilen demokrasi, özgürlük ve hukuk
sevdalısı demokratların bir anlık rehavetiyle veya gafletiyle dahi zedelenebilecek
ve hatta yok olabilecek kadar kırılgan bir rejimdir. Çünkü faşizmin,
despotizmin, diktatorya ve keyfi sultanın ne zaman, kimin ya da neyin kılığına
girerek karşınıza çıkacağından, temel hak ve özgürlükleri yok ederek demokrasiyi
ve hukuk devletini tehdit edeceğinden asla emin olamazsınız. Tarih tanklarıyla,
toplarıyla demokrasiyi yıkan askeri darbelerle dolu olduğu gibi bizatihi demokrasinin
korunmasız naifliğinden ve imkanlarından yararlanarak, ikiyüzlü riyakarlıklarla
yol alıp, demokrasiyi yok eden yoz despotların ahlaksız zorbalıklarının
örnekleriyle de doludur.
20. yılına giren 28 Şubat 1997 post-modern askeri darbe süreci ve açık tehditleriyle
dönemin hükümetini erken seçime zorlayan 27 Nisan 2007 e-muhtırası gibi
örnekler demokrasiye kasteden askeri darbelerin nasıl şekilden şekle
girebildiğine iyi bir örnektir. İnişli çıkışlı demokratikleşme serüveni defalarca
askeri darbeler ve müdahalelerle kesintiye uğramış olan Türkiye, maalesef bugün
sözde sivil kıyafetlerle kamufle edilmiş en ağır darbe süreçlerinden birini daha
yaşıyor.
28 Şubat
post-modern askeri darbe sürecinin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin
Kıvrıkoğlu, “28 Şubat bin yıl sürecek” derken hiç şüphesiz ki darbeci subaylarla
birlikte askeri vesayetten nemalanan ya da askeri darbelerden meden uman anti-demokratik
kesimlere güven vermek istemişti. Bugün dönüp baktığımızda Gen. Kıvrıkoğlu’nun kibir
kokan bu cüretkar sözünü demokratlara yapılmış yerinde bir uyarı olarak da
değerlendirmek mümkün. Kıvrıkoğlu’nun niyeti ve kastı şüphesiz ki o olmasa dahi,
bu sözü “Ey demokratlar hep uyanık olun. Temel hak ve özgürlükleri, demokrasiyi
ve hukuk devletini tehdit edebilecek her türlü tehdite karşı teyakkuz halinde
bulunun. Yoksa 28 Şubat süreci şu ya da bu kılık içerisine girerek bin yıl
sürer” şeklinde de anlaşılabilir.
Nitekim
öyle de oldu. Sivil bir yönetim görüntüsü altında Türkiye, 28 Şubat post-modern
askeri darbe sürecinin adı konularak açıktan icra edildiği o anti-demokratik yıllardan
çok daha feci bir noktaya geldi. 2001 yılında 28 Şubat sürecinin oluşturduğu
anti-demokratik ve hukuksuz şartlara bir tepki olarak alabildiğine demokrat,
alabildiğine özgürlükçü ve liberal bir programla yola çıkan AKP, bugün despotlukta,
hukuksuzlukta, keyfilikte, yolsuzlukta, baskı ve zulümde 28 Şubat sürecinin
darbeci generallerini bile aratır noktaya geldi.
Hukuksuz ve
keyfi uygulamalarıyla dünyanın en büyük despotlarına dönüştükleri halde
kendilerini 28 Şubat sürecinin hala mağduru olarak pazarlamaktan hiç
utanmayanlar, 28 Şubat sürecinde halka reva görülen zulümlerin çok ama çok
ötesine geçtiler. 28 Şubat sürecinde sözde irticai faaliyetlerde bulundukları
iddiasıyla yargısız infaz yapılarak ordudan atılanların sayıları onlarla veya en
fazla yüzlerle ifade ediliyordu. Bugün ise sadece polis teşkilatında delilsiz
yargısız suçlamalarla binlerce, on binlerce kamu görevlisi tasfiye edildi. Binlerce
tecrübeli emniyet müdürü meslekten uzaklaştırıldı. Yüzlerce polis ve polis
müdürü hiçbir somut kanıt ortaya konulmaksızın ve yargılanmaksızın hapse
atıldı.
28 Şubat
sürecinde yasadışı bir şekilde askerler tarafından oluşturulan Batı Çalışma
Grubu’nun fişlediği devlet memurları ya da bürokratlardan bazıları takibata
uğradı ve bir kısmı haksız yere mağdur edildiler. O bürokratlar bile ne bugünkü
düzeyde bir cadı avına maruz kaldılar, ne yıllara dayalı emeklerinden mahrum bırakıldılar.
Ne de işlerinden atılarak ekmeğe muhtaç hale getirildiler. AKP/Erdoğan rejimi
altındaki bu depotik dönemde 28 Şubat süreci ile asla mukayese edilemeyecek
sayıda gerçekleşen kamu personeli ve bürokrat kıyımına küçük bir örnek olarak sadece
TÜBİTAK’ta 1300 civarında çalışanın işine son verildiğinden bahsetmekle
yetinelim. Ama şunu da bilelim ki şirazeden çıkmış, gözü dönmüş bir
paranoyaklık derecesindeki cadı avcılığının dokunmadığı ne öğretmen kaldı, ne
bürokrat, ne savcı, ne hakim, ne gazeteci, ne de aydın...
Muhafazakar
ve dindar kesimlere ait şirketler ya da markalar 28 Şubat sürecinde “yeşil
sermaye” diye yaftalanarak fişlendi, uzun uzadıya listeleri yapıldı. Ama
darbeci generaller bu şirketler hakkında ordunun alışveriş yapmasını
yasaklamaktan öte bir adım da atmadılar. O dönemde fişlenerek isimleri listeler
halinde kamuoyuna açıklanan bu şirketlerden ne herhangi birine el konuldu, ne
de bu şirketlerin sahiplerine veya çalışanlarına karşı ahlaksız bir cadı avına
girişildi. Bugün ise, 2 yıl önce bir anda uydurdukları “paralel devlet
yapılanması” diye bir safsatayla mücadele etme adına muhalif gördükleri her
kesime karşı “cadı avı” başlatanlar, hiçbir kanıt ortaya koyma ihtiyacı
duymadan keyfi bir şekilde “paralel” diye yaftaladıkları özel şirketlere haksız
ve hukuksuz bir şekilde el koymakta, el koydukları şirketlerin mallarını gasp
etmekte ve sermayesini ahlaksızca yağmalamakta, talan etmektedirler.
Anti-demokratik
28 Şubat süreci elbette ki bir çeşit askeri darbeydi ama dayanak noktası
ordunun silahlı güçlerinden, tanklarından, toplarından, tüfeklerinden ziyade büyük
bir kısmını doğrudan kontrol ettikleri medya ve propaganda araçlarıydı. O
dönemde darbeci generaller de kendilerinin sözünden çıkmayan, sürekli brife ve
endoktirne edilerek hizada tutulan, genelkurmayda belirlenen uyduruk haberleri
talimatla manşetlerine taşıyan, uyduruk mizansenler ve yalan haber dosyaları
üzerinden günlerce TV yayınları yapan bir medyaya sahipti. Özellikle bankacılık
ve madencilik sektörlerinde dönemin medya patronlarına sağladıkları haksız
imtiyazlar karşılığında kendilerini darbeci generallerin siyasi ihtiraslarına
peşkeş çeken bir kısım medyanın yanısıra, o dönemin şartları altında yine de hak
ve özgürlükler, demokrasi ve hukuk için mücadele veren irili ufaklı bir
bağımsız medya da vardı. Buna rağmen darbeci generallerin hiçbirinin aklına, bugün
yapıldığı gibi bu gazetelere ve televizyonlara el koymak, muhalif ekranları
hukuksuz bir şekilde karartmak, muhalif gazetecilere binlerce dava açarak
sindirmeye çalışmak, susmayanları uyduruk mahkemelerde yargılayarak hapse atmak
gelmemişti.
Tıpkı
anti-demokratik AKP/Erdoğan rejimi gibi toplumsal ve siyasal mühendisliğe
soyunan 28 Şubat post-modern darbe sürecinin de en temel ilgi alanlarından
birini hiç şüphesiz eğitim sektörü oluşturuyordu. Darbeci generaller de ilk iş
olarak eğitim sistemine el atmış ve dini eğitim veren imam-hatip liselerinin
yanı sıra meslek liselerinde okuyan onbinlerce öğrencinin üniversite hayallerine
darbe vurmuşlardı. Birer devlet okulları olan bu okulları hedef alan despotik
dayatma elbette ki kabul edilemezdi. Ama yine de hiçbirinin aklına bu okulların
kapısına doğrudan kilit vurmak gelmemişti.
Eğitim
üzerinden toplum mühendisliğine soyunan AKP/Erdoğan rejimi ise generallerin
tersine bu okulların önünü açtı. O kadarına ihtiyaç olmadığı halde ve akademik
başarıları yerlerde sürünmesine rağmen yine tepeden inmeci bir dayatmayla
yüzlerce yeni imam-hatip lisesi açtı. Ama, çarpık eğitim sisteminin yaralarını
sarmakta, eşit eğitim fırsatından mahrum bırakılan yoksul kesimlerin rekabet
eder hale gelmesinde önemli bir rol oynayan dershaneleri, üstelik ihtiyaçları ortadan
kadırmaksızın, keyfi bir şekilde ortadan kaldırmaya kalktı. Özel okullara ve dershanelere
tek tek el koyarak, fiillen gasp etti. Gönüllü öğretmenler tarafından işletilen
okuma ve etüd salonlarını kapattı. Türkiye’nin dünyadaki en önemli, belki de tek,
markası durumundaki Türk okullarına savaş açtı. Bütçesi birkaç kat artırıldığı
halde devlet okulları akademik ve pedagojik bir yıkım yaşarken, AKP/Erdoğan
rejimi kalitesini ispatlamış özel eğitim kurumlarını yok etmek için elinden
geleni yaptı.
Anti-demokratik
ve hukuksuz işlemleriyle bilinen 28 Şubat süreci yolsuzluklar, kayırmacılıklar,
bankacılık sistemindeki hortumlamalar, emekli generallerin önde
gelen kamu ve özel şirketlerin yönetim kurullarında haksız kazançlar elde
etmesi ve bunlar yüzünden ekonominin dibe vurmasıyla özdeşleşmişti. Ama gönül
rahatlığıyla söyleyebilirim ki, o dönemdekiler AKP/Erdoğan rejimi döneminde
yaşanan yolsuzluklar, kayırmacılıklar ve haksız kazançların yanında devede
kulak bile kalmaz. Ne demek istediğimi merak edenler, bu tür pisliklerin çok
azını oluşturduğundan emin olduğum 17/25 Aralık 2013 tarihinde ortalığa saçılan
rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık, talan ve kara para kanıtlarına şöyle baksın.
28 Şubat
sürecinin anti-demokratik koşullarına tepki olarak iktidara gelip, bir
süreliğine demokratik reformlar gerçekleştirerek iktidarını pekiştiren
AKP/Erdoğan rejimi, bugün hukuksuzlukta, keyfilikte, despotlukta 28 Şubat
sürecini bile mumla aratır hale gelmiştir. Böylece sadece ilk iki dönemlerinde
gerçekleştirdikleri reformları yok etmekle kalmamış, Türkiye’yi askeri darbe
dönemlerinin bile çok ama çok gerisine sürüklemişlerdir.
Öyle ki, bu
ülkenin demokratlarını “Mümkün olsa da Türkiye’yi yönetimi AKP’nin devraldığı
2002 Kasım ayı şartlarına yeniden döndürebilsek” der hale getirmişlerdir.
Ah keşke!