31 Mart 2015 Salı

Yalan Krallığı

Şair Murathan Mungan’ın vakti zamanında söylediği “Türkiye’de her şey olabilirsiniz ama rezil olamazsınız” sözü galiba hiçbir zaman son dönemdeki kadar gerçek olmamıştı. Özellikle 17/25 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonlarında suçüstü yakalandıklarından bu yana Erdoğan rejiminin bakanıyla, bürokratıyla, medyasıyla söyledikleri yalanlar ayyuka çıktı. Bir tanesi bile insan olanı nesiller boyu rezil etmeye yetecek yalanlar Türkiye’nin adeta yeni normu oldu. Başta bizzat Erdoğan’ın söylediği akıl almaz, ahlak kaldırmaz yalanlar olmak üzere kamuoyuna her gün boca edilen yalanları sıralamaya kalksak emin olun ki ciltler dolusu bir utanç antolojisi olur. Öyle ki, son döneme damgasını vuran “hırsızların, rüşvetçilerin arsız saltanatında tahtta kim oturuyor?” diye sorulacak olsa hiç düşünmeden “yalan” derim.
Yalan Türk siyaseti için yeni bir şey değil. Hatta genel siyaset için de yeni bir şey olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten bileşik iki kelimeden oluşan “politika” teriminin Latince kökeni bile yalana uygun çağrışımlar yapmakta. Malumunuz “poli” Latincede “çok”, tica” ise “yüz” anlamına gelmektedir. Çok yüzlülüğün yalandan daha güçlü bir sermayesi de olamaz herhalde. Tüm politikacılara yalancı veya çok yüzlü sahtekar elbette diyemeyiz. Ama  hırsızlık, rüşvet, talan ve hukuksuzluklarıyla şöhret bulmuş Erdoğan dikta rejiminin “politika”nın etimolojk anlamının hakkını fazlasıyla verdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
17/25 Aralık 2013 operasyonlarının hemen akabinde bizzat Erdoğan tarafından ortaya atılan “paralel yapı” gibi iddialı bir yalanla yola çıkanların, son 15 ay boyunca yeni bir yalan veya yalanlar üretmedikleri neredeyse tek bir gün yok. Hatta Erdoğan rejiminin siyasetçileri ve medyasının aynı gün içerisinde ürettiği yalanlar bazı günler o kadar çok ki, tek bir gün de söylenenleri bile belki kallavi bir kitabı doldurmaya yeter. 15 aydır Saray medyasının onlarca gazetesi için manşet manşet kurgulanan, onlarca televizyonunda ekran ekran tartışılan, bizzat Erdoğan ve kendilerine tek şiar olarak Erdoğan’a yalakalığı edinmiş yakın çevresinin meydan meydan dolaşarak pazarladığı yalanlardan bahsediyoruz.
Bu yalanların neredeyse tamamının tedavüle girdiği andan sadece dakikalar sonra apaçık ve ahlaksızca üretilmiş bir yalan olduğunun ispatlanması da maalesef hiçbir şeyi değiştirmiyor. O kadar ilginç ve o kadar rahatsız edici ki bu ülkede yaşananlar Erdoğan gibi adeta birer yalan makinasına dönüşen iktidar siyasetçileri, bürokratları, gazetecileri ve organik aydınları söyledikleri yalanlardan dolayı asla rezil olmuyorlar. Utanmıyorlar, arlanmıyorlar, hiçbir utanç duymuyorlar. Yalanları apaçık ortaya konulmuş olan yalancıların hiçbirinden onurlu bir istifa gelmiyor mesela. Üstelik kamuoyunu aldatmayı, milletin farklı kesimlerini birbirilerine karşı kin ve nefrete kışkırtan bu sistematik çabaya boyun eğdikleri despotizmin bir parçasına dönüşen hukuki mercilerden de dişe dokunur bir adım gelmiyor.
Her gün yepyeni ve akıl almaz yalanlarla kamuoyunun önüne çıkan ahlaken bir büyük çürümüşlük içerisinde debelenen Erdoğan dikta rejiminin yozlaşmış ekipleri, insanların gözlerinin içine baka baka söyledikleri yalanların dolayı halktan hak ettiği herhangi bir tepki de görmüyor. Bu tepkisizlik suça ve günaha gömülmüş Erdoğan rejiminin bir siyasi çaresizlik girdabında savrulduğu yozlaşmanın toplum katmanlarına derinlemesine sirayetinin önünü açıyor. Hırsızlar ve rüşvetçilerin saltanat sürdüğü Erdoğan dikta rejiminde toplum da yozlaştıkça yozlaşıyor ve böylece toplumsal doku tamiri hiç de kolay olmayacak bir çürümeye maruz kalıyor.
Elbette ki, Erdoğan dikta rejiminin milleti ahmak yerine koyan rezilane yalanları “17/25 Aralık soruşturmaları bir darbe girişimidir” yalanıyla başlamadı. 2013 Haziran’ındaki Gezi Parkı olayları sırasında söylenen yalanlar da en az son 15 aydaki kesintisiz yalanlar kadar vahimdi. Kabataş’ta AKP’li bir siyasetçinin başörtülü gelinine ve bebeğine “üzerleri çıplak ve deri kıyafetli 100’e yakın fantastik erkeğin tacizi”nden başlayarak üretilen mide bulandırıcı yalanların haddi hesabı yok. Sadece Kabataş yalanı bile bir hükümeti düşürmeye, o yalanın parçası olan siyasetçileri, organik aydınları ve gazetecileri insan içine çıkamaz hale getirmeye yetmesi gerekirken, tüm bunlar bulundukları konumları ahlaksızca işgal etmeyi sürdürüyor. Hatta hiç utanmadan ahlak ve erdem diskurları bile çekebiliyorlar.
İlmek ilmek çözümlenerek en aşağılığından bir yalan olduğu apaçık ortaya konulan Kabataş skandalından belki kat kat büyük yalanlar ise “paralel yapı” ana yalanının alt katmanları olarak kamuoyuna sunulmaya devam ediliyor. Öyle ki Erdoğan ve medyası ortaya attıkları yalanların akıbeti ile bir daha ilgilenme ihtiyacı bile duymadan her gün, her an yeni bir yalan üretme gayretini sürdürüyor. Ürettikleri bu ahlaksız yalanlara dayalı yayınların ve demeçlerin gazete küpürlerini suç delili haline getirerek hedefe koydukları kesimlere dair hukuksuz soruşturmalar açacak meslek onuruna saygısız savcı, polis ve hakimler bulmakta da hiç zorlanmıyolar. Ondan sonra gelsin algıya ve yeni yalanlara zemin oluşturmaya yönelik operasyonlar…
Bu yalanlar arasında neler yok ki? Mesela Fethullah Gülen’i bir gün manşetlerden Vatikan’ın adamı olduğunu yazıyorlar, ertesi gün MOSSAD ajanı olduğunu. Bir başka gün CIA ajanı olduğu yalanını ortaya atıyorlar, bir diğer gün Türkiye’de şeriat rejimi kurmaya çalışan bir radikal dinci olduğunu. En son ürettikleri buram buram sahtecilik kokan bir sözde belge üzerinden Gülen’in Mason olduğunu da ilan ettiler. ABD’de yaşadığını iddia ettikleri “onlarca milyon dolarlık sarayı” da Saray medyasının pek çok gazetesinde günlerce manşet oldu, Boğaziçi kıyısındaki yalıları, Ankara’daki sarayı, Bursa’daki köşkü de… Gülen’in Güney Afrika’ya kaçtığı da, Kanada’ya kaçmaktan son anda vazgeçtiği de, defalarca Türkiye’ye iade edilmesinin an meselesi olduğu yalanları da hala Erdoğan’ın rezil medyasında manşet olmaya devam ediyor.  
İki insan arasında geçen masum bir telefon görüşmesinin illegal dinlemeleri sırasında kaydedilen “ananas, tespih” gibi sıradan kelimeler bile aylarca bir gizli örgütün gizli şifreleri olarak sunuldu bu ülkede. Erdoğan medyasında manşetlerde günlerce yasadışı elmas ticaretinin ve kaçakçılığın şifreleriymiş gibi destansı manşetler atıldı. 15 aydır dış seyahatlerinde de Hizmet hareketi ve Gülen Erdoğan’ın ana konusu oldu. Sırf bu konuda muhataplarına ait olmayan beyanları varmış gibi sunduğu için bizzat Erdoğan defalarca Obama yönetimi ve Avrupalı muhatapları tarafından yalanlandı. Peki Erdoğan söylediği bu açık yalanlardan dolayı hiç utandı mı? Yaptıklarından dolayı hiç pişman oldu mu? Ne münasebet! Sadece Murathan Mungan’ın girişte paylaştığım sözünü haklı çıkarmakla yetindi.
Elbette ki Erdoğan pervasızca ve ahlaksızca ürettikleri bu yalanları sadece medyasında bırakmadı. Bu yalanları aldı dolaştığı meydanlarda, çıktığı yandaş televizyon programlarında hiç yüzü kızarmadan sürekli kullandı ve yalanlarla hedefe koyduğu masum insanların şahsiyet ve onurları üzerinde adeta ilkel bir kabile büyücüsü gibi hoyratça tepindi. Bu ilişki tek yönlü değildi. Kah medyasının ürettiği yalanları kendisi aldı propaganda malzemesi olarak kullandı, kah da kendi uydurduğu akıl almaz derecedeki ahlaksız yalanları medyası aldı manşetlerine taşıdı.
Böyle böyle yalanlarda o kadar pervasızlaştılar ki Hizmet hareketine yakın eğitim kurumları terör örgütü evleri gibi, öğretmenleri ve öğrencileri terörist militan gibi gösterilebildi. Tek bir suçu olmayan insanlar terör örgütlerinden daha tehlikeliymiş gibi hedefe konuldu. Bir insani yardım ve hayır kurumu günlerce manşetlerde yer aldıktan sonra Bakanlar Kurulu kararıyla yardım faaliyetlerini sürdüremez hale getirilmeye çalışıldı. Bank Asya gibi son derece başarılı ve sağlıklı bir banka Erdoğan’ın bizzat ürettiği ve medyası tarafından köpürtülen alçakça yalanlar üzerinden iktidar mafyası tarafından fiilen gasp edildi. TUSKON üyesi iş adamları yalan manşetlerle hedefe konurken, sıradan vatandaşlar bir anda kendilerini “dünyayı yöneten büyük bir gizli örgüt”ün parçası olarak televizyon ekranlarında ve gazete manşetlerinde görür oldular.
Yalan ve ahlaksızlıkta sınır tanımayan Erdoğan dikta rejimi ve hiçbir değer tanımayan medyası yalanlarının ajitasyon etkisini artırmak için bizzat Erdoğan’ın kızı Sümeyye’yi bile günlerce ve adice kullanmaktan çekinmedi. Erdoğan, bu gazetenin bir yazarıyla birlikte CHP’nin kızı Sümeyye’ye düzenleyeceğini iddia ettiği suikast yalanından bir baba olarak rencide olması şöyle dursun, aldı kendi kızını malzeme olarak kullanan bu alçakça yalanı meydanlarda ve ekranlarda hiç utanmadan, hiç arlanmadan haftalarca kullandı. Kurgu ve yalan olduğu ispatlanan bu komplo tamamen çökmüş olsa da Erdoğan bu yalanı kullanmaya hala devam ediyor. 
Dedim ya 15 ay boyunca ürettikleri irili ufaklı tüm yalanları listelesem değil bu köşeye, gazetenin tüm sayfalarına, kitaplara bile sığmaz. Ne yazık ki, adeta yalana bağımlılık kazanmışçasına yalanları arttıkça daha fazlasına ihtiyaç duydular. Daha fazla yalana ihtiyaç duydukça pervasızlıkları ve arsızlıkları daha fazla arttı. Ve nihayet iş pazartesi günü bizzat Erdoğan’ın Slovenya’ya gitmeden önce tüm kameralar karşısında ve onlarca kanaldan canlı yayın esnasında “okudum” dediği AKP seçim beyannamesini, 5 saat sonra gittiği ülkede yaptığı açıklamada yine kameralar karşısında ve onlarca kanaldan canlı yayın esnasında “okumadım” diyebileceği inanılmaz bir noktaya vardı.
Erdoğan rejiminin üzerine oturduğu yalanlardan sadece çok az bir kısmını anlattığım bu yazıdan sonra, siz de takdir edersiniz ki, değerli şair Mungan’ın o çok yerinde sözü aslında ciddi bir değişikliğe ve sağlam bir tevile muhtaç gibi. Acaba Mungan’ın “Türkiye’de her şey olabilirsiniz ama rezil olamazsınız” sözünü “Arsız yalanlarınızla zaten tescilli bir rezilseniz yalanlar krallığına dönüşen Türkiye’de rezil değil vezir bile olabilirsiniz” şeklinde biraz değiştirsek mi?

19 Mart 2015 Perşembe

Herkes yanlış, sadece Erdoğan diktası mı doğru?


Meşhur fıkradır. Mutlaka duymuşsunuzdur. Fıkramızın kahramanı Temel otoyolda ters yöne girer. Bunu gören trafik polisi, sürücüleri uyarmak için radyodan anons yaptırır. Bu arada ters yolda ilerleyen Temel de radyo dinlemektedir. Polis radyodan, “Lütfen dikkat! Ters yönde ilerleyen bir araç var!” diye anons yapar. Temel kızgınlık içerisinde bağırır, “Ne bir tanesi hepsi hepsi!..”
Türkiye’yi medeni ve özgür dünyanın bir parçası yapan demokratik, hukuki, temel hak ve özgürlükleri önceleyen ne kadar değer ve norm varsa hoyratça aşındırıp, büyük ölçüde yok ederek Türkiye’yi ait olduğu dünyadan koparıp hızla yalnızlaştıran Erdoğan dikta rejiminin durumu da tıpkı fıkradaki Temel’in durumu gibi. Ters yöne girdiği son derece aşikar olduğu halde, doğru yolda olduğuna dair güçlü iddia ve propagandasını sürdürüyor. Erdoğan’ın fıkradaki naif kahramandan farkı da bu zaten! Temel farkında olmayarak ters yönde ilerlediği halde Erdoğan, kendisi ve çevresindekilerin adının karıştığı vahim şaibelerden kurtuluşu bilinçli ve planlı bir şekilde ters yöne girmekte ve o yönde ilerlemekte görüyor.
Polisiye filmlerde de polisin kovaladığı hırsız ya da katillerin yakalarını kurtarmak için araçlarıyla ters yöne girdikleri sahneler hani az değildir. Bunlar film meraklıları için heyecanlı sahneler olsa da gerçek hayatta hırsız ve caniler ters yöne girmekle sadece kendilerinin değil, takip eden polisler ile karşı yönden gelen masum sürücülerin ve yolcuların da hayatını riske ederler. Suçüstü yapılan şaibelerinden dolayı yurtiçinde hukukun kırıntısını, bağımsız yargının esamisini bırakmamaya azmetmiş olan Erdoğan diktası, bana göre son derece bilinçli olarak Türkiye’yi de dünyadan koparmaya çabalıyor. Böylece uluslararası hukukun ve uluslararası hukuki mercilerin alanına da girme tehlikesi bulunan şaibelerinin hesabını vermekten kurtulmayı hesaplıyor. Türkiye’yi uluslararası hukukun etki alanının dışına taşıma gayretinin ise Özbekistanlaşma ya da Kuzey Koreleşmeden başka bir yolu bulunmuyor. Zaten ters yöndeki Türkiye de hızla oraya doğru ilerliyor.
Bu yüzden yazının başlığında “Herkes yanlış, sadece Erdoğan diktası mı doğru?” diye sormamızın ciddi gerekçeleri var. Erdoğan’ın ve ekibinin ilk 2 dönemlerinde Türkiye’yi Avrupa Birliği ile üyelik müzakerelerine taşıyan devrim niteliğindeki pek çok demokratikleşme hamlelerinin ulusal ve uluslararası demokratik çevrelerden sürekli teşvik, destek ve övgü gördüğünü bilmeyenimiz yok. Bu teşvikleri ve övgüleri yapan ulusal ya da uluslararası tüm toplumsal kesimlerin, sivil toplum örgütlerinin, özgür medyanın, fikir önderlerinin, kurum ve kuruluşların bugün tamamının Erdoğan ve çevresindeki çeteye sert eleştiriler yönelten bir pozisyonda olması hiç basit bir tesadüf olabilir mi?
İsterseniz sadece son 10 gün içerisinde Erdoğan diktası ve çetevari eylemleriyle dikkat çeken çevresine yönelik uluslararası saygın çevrelerden ve kuruluşlardan gelen sert eleştirilere şöyle bir göz atalım. Göz atalım ki Erdoğan diktasının ters yönde ilerlediğinin ne kadar açık ve seçik olduğuna dair hiç kimsenin herhangi bir kuşkusu kalmasın.
Avrupa Birliği: 8 Ekim 2014 tarihinde yayınlanan Türkiye’nin 2014 AB İlerleme Raporu’nda Türkiye’de demokrasi ve hukuk devletinden geriye gidiş konusunda güçlü tespitler ve sert uyarılar yer aldı. Raporda bağımsızlığı ciddi darbe yiyen yargı ve HSYK’nın bağımsız kalması gerektiği vurgulanarak, Twitter ve YouTube yasakları ile basını hedef alan sansür girişimleri ve baskılar sert bir dille eleştirildi.
Ayrıca AB mercileri, Türk demokrasisi için önemli bir kırılma noktası olan 14 Aralık medya darbesi ile ilgili de defalarca açıklama yaptı. AB mercilerinin ilk açıklaması özgür medyaya saldırının gerçekleştiği gün geldi. AB Yüksek Temsilcisi ve AB Komisyonu Başkan Yardımcısı Federica Mogherini ve Genişleme’den sorumlu AB Komisyonu üyesi Johannes Hahn’ın, 14 Aralık 2104 Pazar günü, yaptıkları ortak açıklamada, polis baskını ve tutuklamalarının demokrasinin temel ilkesi olan basın hürriyeti ile bağdaşmadığı vurgulandı. AB’nin ancak çok önemli gördüğü konularda ortak açıklama yaptığını da bir yere not edelim.
Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ): 17 Aralık 2014 günü Türkiye’ye özel bir basın özgürlüğü raporu yayınlayan CPJ’ye göre Türkiye aralarında; Eritre, Etiyopya, Çin ve Bangladeş’in de olduğu dünyanın en kötü 10 ülkesi arasında yer alıyor. Rapora göre, Türkiye dünyada en çok gazetecinin hapiste olduğu ülkeler arasında da 10. Sırada bulunuyor. CPJ, basına olan baskının önceki yıllara göre yüzde 10 civarında daha da arttığını kayıtlara geçirmiş durumda.
İngiliz Gazeteciler Birliği (NUJ): 38 bin üyeli İngiliz Gazeteciler Birliği (NUJ), 24 Aralık 2014 tarihinde yaptığı açıklamada, Türkiye'de medyanın yüzde 70’inin hükümet tarafından kontrol altında tutulduğunu belirtti. NUJ sene başından itibaren Türkiye’de sosyal medya siteleri ve bağımsız medya kuruluşlarına uygulanan sansüre dikkat çekilerek, bu baskılar karşısında İngiltere hükümetine sessiz kalmaması için çağrıda bulunuldu.
Avrupa Parlamentosu: Erdoğan diktası ve AKP iktidarı Avrupa Parlamentosu’ndan tarihinin en ağır diplomatik ikazına 15 Ocak 2015 günü muhatap oldu. Aralarında Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve Samanyolu Medya Grubu Başkanı Hidayet Karaca’nın da olduğu gazetecilere yönelik ‘14 Aralık Özgür Basına Darbe Operasyonu’nun kınandığı karar, 593 vekilden 551’inin oylarıyla onandı. AKP’nin üye olduğu ECR grubu dahi kınamaya destek verdi. Bazı iktidar partisi üyelerinin son dakika lobi faaliyetleri ise büyük hüsranla sonuçlandı.
ABD Temsilciler Meclisi: Türkiye’de basın özgürlüğüne yönelik saldırılar, 435 sandalyeli ABD Temsilciler Meclisi’de yer alan Demokrat ve Cumhuriyetçi partinin 90 üyesinin 2 Şubat 2015 günü Dışişleri Bakanı John Kerry’ye yazdığı bir mektupla sert bir dille eleştirildi. Zaman ve Samanyolu TV’ye yapılan polis baskınlarına değinen ABD’li siyasetçiler, Kerry’ye ‘derin kaygı’larını iletti.
Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü (RSF): 11 Şubat 2015 günü Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’ni yayınlayan RSF, değerlendirdiği 180 ülke arasında Türkiye’yi basın ve ifade özgürlüğü alanındaki çok ciddi ihlallerinden dolayı 149. sıraya yerleştirdi. 44,16 puanla Türkiye, Burundi, Myanmar, Zimbabve ve Kamboçya gibi ülkelerin gerisinde kaldı.
Freedom House: Demokrasi ve özgürlükler konusundaki derecelendirmesiyle bilinen Freedom House’un her yıl yayınladığı “Basın Özgürlüğü Raporu”nda 2014 yılında “özgür olmayan ülkeler” kategorisinde yer alan Türkiye, bu yıl kendisine ancak “yarı özgür ülkeler” kategorisinde yer bulabildi. Temel gösterge olarak “cezaevindeki gazeteci sayılarını” alan Freedom House, hapis dışında basına yapılan dayanılmaz baskılara yeterli düzeyde hassas olmamakla eleştiriliyor.  
Center for American Progress (CAP): ABD Başkanı Obama’ya yakınlığıyla ve Türkiye dostu olmakla bilinen Washington merkezli düşünce kuruluşu CAP, 12 Mart 2015 günü yayınladığı “Türk Amerikan ilişkileri: Bir Adım İleri, Üç Adım Geri (The U.S.-Turkey Partnership: One Step Forward, Three Steps Back)” başlıklı raporunda, adeta AKP’den yaka silkerek, “ABD, AKP’nin hükümet yanlısı seslerinin ülkenin ‘değerli yalnızlığı’ olarak adlandırdıkları şeyin keyfini çıkarmasına izin vermeli,” denildi.
Avrupa’nın Fikir Önderleri: 13 Mart 2015 günü aralarında eski cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanların olduğu Avrupa fikir dünyasının önde gelen 8 entelektüeli, Project Syndicate için kaleme aldıkları ortak bir makaleyle Erdoğanlı son yılların Türkiye’sini hak ve özgürlükler açısından yerden yere vurdu. Finlandiya’nın Nobel Barış Ödüllü eski Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari ve eski Fransa Başbakanı Michel Rocard ile İtalya, İspanya ve Hollanda’nın eski Dışişleri bakanları Emma Bonino, Marcellno Oreja Aguirre ve Hans van den Broek’un yanı sıra Avusturya Dışişleri Bakanlığı eski Genel Sekreteri Albert Rohan, Münih Güvenlik Zirvesi Başkanı Wolfgang Ischinger ve Roma’daki Uluslararası İşler Enstitüsü Başkan Yardımcısı Nathalie Tocci’nin imzalarının yer aldığı “An EU-Turkey Reset (Bir AB-Türkiye Sıfırlaması)” başlıklı makalede “İfade hürriyeti, kuvvetler ayrılığı ve hukukun üstünlüğü Erdoğan yönetiminde artan bir şekilde erozyona uğratıldı” tespiti yapıldı. 
Bipartisan Policy Center (BPC): ABD’nin saygın düşünce kuruluşlarından BPC’nin yine 13 Mart 2015 günü yayınladığı raporda, Erdoğan rejiminin yargıya, hukuka ve ifade özgürlüğüne saldırılarının, politika ve ekonomiyi kalbinden vurduğu belirtildi. BPC raporunda, ‘artan otoriterlik, ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar ve yolsuzluk’ Türkiye’nin kronik problemleri olarak sıralandı. Hükümetin (Bank Asya gibi) halka açık şirketlere müdahalesi ve yabancı yatırımcıları gerekçesiz bir şekilde denetlemesinin, yatırımların azalmakta olan inancını daha da olumsuz etkileyen demokrasi dışı eğilimi gösterdiği kaydedildi.
New York Times (NYT): Demokrasi ve insan hakları ihlalleri konusunda duyarlı pek çok Batılı medya kuruluşu gibi NYT’da da sıklıkla Türkiye’deki diktatoryal gidişata dair analizler yer alıyor. En son 13 Mart 2015 günü Obama Yönetimi’ne yakınlığıyla bilinen NYT’da yayınlanan başmakalede Erdoğan liderliğinde Türkiye’nin giderek artan bir şekilde otoriterleştiği ve NATO ile bağlarının kopmaya başladığı kaydedilerek sert eleştiriler yöneltildi.
ABD Senatosu: Ve nihayet, Türkiye’deki basın özgürlüğü ihlalleri ABD’de Cumhuriyetçi ve Demokrat Partili senatörleri farklılıklarını bir kenara bırakarak 18 Mart 2015 günü Dışişleri Bakanı John Kerry’ye hitaben ortak bir mektup yazmaya itti. 100 senatörden 74’ünün imza verdiği tarihî mektup, 14 Aralık’ta gerçekleşen özgür basına yönelik darbe operasyonunu da sert ifadelerle eleştirdi.
Örnekleri çok daha uzatmak mümkün ama sanırım bu kadarı kafi. Diyeceğim o ki iyice çok geç olmadan, birileri ne yapıp edip, ters yönde hız yapıp pervasızca yol alarak herkesin can güvenliğini tehlikeye atan Temel’e ulaşmalı. Şöyle sıkı bir sarsmalı ve yapmakta olduğu şeyin ne kadar tehlikeli ve ahmakça olduğunu anlamasını sağlamalı. İş işten geçmeden önce bunu yapabilecek birileri var mı acaba?


17 Mart 2015 Salı

Erdoğan, CEO’luğa mı daha çok yakışır yoksa mafya babalığına mı?


Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bağımsız yargıyı, sivil toplumu, muhalefet partilerini, muhalif aydınları, boyun eğmemekte direnen bir avuç akademisyeni ve can çekişen özgür medyayı tek adam rejimi kurma heveslerinin önündeki en büyük engeller gördüğü sır değil. Bu yüzden Erdoğan, önemli bir kısmını zaten ekarte ettiği bu engellerin tamamen üstesinden gelmek için her gün yeni bir argümanla milletin karşısına çıkıyor. Son icadı ise, “devleti şirket gibi yönetmek”.
Erdoğan’ın her gün birkaç kez yaptığı, uzun ve sıkıcı tekrarlardan ibaret olan konuşmalarından biri birkaç gün önce Balıkesir’deki bir programa denk geldi. Buradaki konuşmasında Erdoğan, aynen şunları söylüyordu: “Sizler bir iş adamı gibi bu ülkenin yönetilmesini istemez misiniz? Benim derdim ne biliyor musunuz? Bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa, Türkiye de öyle yönetilmelidir. Yoksa bileklerine bağlıyorlar prangayı, yürü yürüyebilirsen. Bu ülke bu şekilde sıçramaz.”
Her ne kadar kastı o olmasa da, Erdoğan “Benim derdim ne biliyor musunuz?” diye sorduğuna göre, insanlarda bıraktığı intibaa çerçevesinde verilecek her türlü cevaba da hazırlıklı olmalı. Mesela bende bıraktığı intibaaya göre, Erdoğan’ın tek ama tek derdi var: Adı, kamuflajı veya halka pazarlama paketi ne olursa olsun tam teşekküllü bir tek adam rejimi, bir hanedan diktatoryası kurmak.
Şundan emin olabilirsiniz ki, bugün dünyanın ulaştığı gelişmişlik düzeyinde şayet kabile yönetimleri sıkıntılı bir durum oluşturmasaydı, ihtirasıyla yanıp kavrulduğu “tek adam yönetimi”ni tesis amacıyla Erdoğan güçlü bir “kabile şefi” olmak için çırpınırdı. Şayet Ortaçağ’ın beylikler döneminde yaşıyor olsaydık Erdoğan’ı çoktan astığı astık, kestiği kestik hak hukuk tanımaz despotik bir derebeyi olarak görebilirdik. Bu dönemin baskın lider tipi sultan olsaydı, derhal devrin sultanlarına bile taş çıkaracak bir sultanlık kisvesine bürünürdü. Maalesef devir şöyle ya da böyle bunlara müsait değil. Yapıp ettiklerinizle bil hakkın diktatör bile olsanız, hem dünyaya hem de kitlelere kendinizi başka türlü sunmak, tanıtmak zorundasınız. Demokratmış, hukuka bağlıymış, medeniymiş, özgürlükçüymüş, yolsuzluklardan uzak, temiz ve ahlaklıymış gibi yapmalısınız.
Onun içindir ki yapıp ettikleri tam anlamıyla yozlaşmış bir diktatörlüğe denk düşse de Erdoğan ve avaneleri, yönetimlerine “ileri demokrasi” demek zorunda. Herkesi rüşvete, haraca, komisyona bağlayan; dahası hukuku mezara gömüp kendi keyfi kurallarını dayatan bir mafya gibi hareket etseler de, bunların toplumun iyiliği gereği olduğunu savunmak mecburiyetinde. Çoktan anayasa, hukuk, ahlak, etik tanımayan su katılmamış bir suç örgütüne dönüşmüş olsalar da, bunun “hainler”le ve “düşmanlar”la mücadele için bir gereklilik olduğunu söyleyerek kandırdıkları kitleleri kandırmayı sürdürmek zorundalar.
Erdoğan’ın tam da yaptığı ve olduğu şeyi milletin önüne çıkıp deklare etmesini zaten beklemiyoruz. “Ülkeyi hukuksuz ve zalim bir suç çetesi ya da toplumdaki her kesimin ne yapacağı konusunda keyfi racon kesen bir mafya lideri gibi yönetmek istiyorum” demesi Erdoğan için bile biraz fazla olurdu sanırım. Bunları diyemeyeceğine göre, siyaset biliminden, kamu yönetiminden, hukuktan, işletme kültüründen, devlet bilgisi ve terbiyesinden alabildiğine mahrum bir edayla “Bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa, Türkiye de öyle yönetilmelidir” demekten başka çaresi kalmıyor.  
Oysa aralarında çok derin farklar olduğu için bir devletin asla şirket gibi yönetilemeyeceğini asgari bilgi birikimi olan herkes bilir. Yıllarca devlette üst düzey görevlerde bulunmuş bir akademisyen ve yazar olan Mahfi Eğilmez’in bir yazısında belirttiği gibi şirketin patronu bellidir. Oysa devlette patron belli değildir. Devlet, uyguladığı maliye ve para politikasıyla bütün ülkeyi, toplumu ve şirketleri etkileyebilir. Hiçbir anonim şirket hiçbir uygulamasıyla böyle bir etki yaratamaz. Devlet, şirketlerden farklı olarak vergi toplama yetkisine sahiptir. Yani finansman sıkıntısına düşse basar parayı finansmanı sağlar. Sonunda enflasyon olur ama enflasyonu tek başına devlet değil bütün toplum paylaşır. Oysa şirketler finansman sıkıntısına düşse böyle bir imkânları yoktur. Şirketler malvarlıklarının değerini bilirler ve bilançolarında gösterirler. Devletlerin bilançosu olmadığı gibi bir piyasa değeri de yoktur. Devletlerin bütçesi olur.
Şirket yönetimi iki temel kural üzerine dayanır: Kâr etmek ve elde edilen kârın bir bölümünü hissedarlara dağıtmak. Devlet yönetimi şirket yönetiminden farklı olarak kâr etmek temeline dayanmaz. Tam tersine toplumdan alınan vergileri kullanarak toplum yararına, gerektiğinde zarar etmeyi göze alır. Bu çerçevede devletlerin kâr/zarar cetveli olmaz. Sürekli zarar eden bir şirket sonunda iflas eder ve tasfiyeye girer. Devletler zarar etmez ve iflas da etmezler. Dolayısıyla tasfiyeye girmezler. Batmış gibi görünseler de batmazlar.
Kendisinin ve ailesinin isimleri pek çok yolsuzluk, rüşvet, komisyon ve netameli işlere karışan Erdoğan, aslında doğrudan diktatörlük yetkileri, krallık konumu, sultanlık saltanatı talep edemediği için kıvranıyor. Bu yüzden şark kurnazlığıyla halkın desteğini kapıp güya meşrulaştıracağını sandığı diktatörlüğüne kah başkanlık diyor, kah kendisini şirket yöneticisi bir CEO gibi pazarlamak istiyor. Oysa CEO’luk kılıfı içerisinde istediği kuralsız bir mafyatik liderlikten başkası değil. Sadece bilimsel tanımlamalarına bakmak bile Erdoğan’ın karakterinin CEO’luğa mı yoksa mafya babalığına mı daha denk geldiği konusunda herkese ciddi bir fikir verecektir.
CEO (Chief Executive Officer), yönetim kurulundan aldığı hedefi gerçekleştirmek için strateji oluşturup uygulayan; şirketin bugününü yönetirken yarınını da planlayan ve yönetim kuruluna hesap veren kişidir. CEO,  “yöneticilerin yöneticisidir”. Büyük şirketlerde yönetim kuruluyla icra kurulunun arasında bağlantıyı kuran kişidir. Yaygın anlayışa göre CEO’nun birinci görevi şirketi kâr ettirmektir. Kârlılık bir işin her aşamasının doğru yapıldığının kanıtıdır. Eğer bir şirket kâr ediyorsa birçok doğruyu aynı anda yapıyor demektir.
Şimdi de mafya babalarının tanımına bakalım. Belirgin bir meslek sahibi değillerdir. Eğitim seviyeleri düşüktür. Çeşitli suçlara meyillidirler. Sosyal konum ve saygınlığa oluşturdukları örgüt aracılığıyla ulaşmaya çalışırlar. Rantın yüksek olduğu sektörlerde sözde 'hakemlik hukuku' sağlayıp, yani racon kesip anlaşmazlıkları çözerek haksız kazanç sağlarlar. Mafyanın ilgilendiği sektörler arasında inşaat, emlak, kamu ihaleleri, eğlence, turizm, sağlık, nakliye başı çeker.
Haksız menfaat temin etmeyi kendilerine amaç edinen mafya liderleri her türlü suçu işleyebilir. Suçlara doğrudan iştirak etmemeye özen gösteren mafya babaları, adamlarını para, kadın, konum gibi vaatlerle motive eder. Örgüt üyelerine karşı acımasız bir tavır sergileyen mafya babaları topluma karşı dürüst, yardımsever ve sempatik görünmeye çalışır. Ayrıca halkın milli ve manevi duygularını istismar eder. İtibardan tasarruf etmekten kaçınan mafya babaları lüks yaşamayı bir güç göstergesi olarak görür. Kanunsuz işlerini gizlemek için görünür hukuki kimliklerini maske olarak kullanırlar.
Şimdi rant için şehirlerin nasıl talan edildiğini, çevre katliamını, inşaat ve emlakta dönen dümenleri, madencilik sektöründeki dalavereleri gözden geçirin ve bu alanlarda racon kesen kişi olarak Erdoğan’ın bir CEO’ya mı, yoksa yüksek kaliberli, işinin ehli dört dörtlük bir mafya babasına mı benzediğine siz karar verin. Bunlara kamu ihalelerine fesat karıştırma, rantı yüksek telekomuniskasyon ve ulaştırma gibi sektörlerde son sözü söyleme, özel mülklerin üzerine çökme, kamu ihaleleriyle ve kamu kredileriyle beslediği işadamları üzerinden yandaş medya için para havuzları kurma, bazı işadamlarının malvarlıklarına ele geçirip yandaş işadamlarına peşkeş çekme vs. gibi hukuksuz ve keyfi despotlukları eklemeyi de unutmayın sakın!