Bülent Keneş
17 Şubat 2020 Pazartesi
2 Mart 2016 Çarşamba
Günleri sayarken...
Bilirim
günler saymak için değil, çevrenizdekilerle ve sevdiklerinizle insanca
duyguları paylaşarak coşkuyla yaşamak içindir. Ama uzaktan, yakından
görebildiğiniz herkes, özlem ve sabırla bekledikleri o günlerin gelmesi için gelip
geçen günleri endişeli dualar eşliğinde tek tek sayarken öyle yaşanmıyor işte. Kahırla
saydıkları günlerden kurtulacakları günleri bekleyenlerle birlikte ne
getireceği tam olarak belli olmayan o muğlak bekleyişe mecburen siz de dahil
oluveriyorsunuz. Üstelik bu bekleyiş sebebiyle ya yaşamayı erteliyor ya da yaşıyormuş
gibi yapmakla yetiniyorsunuz.
Beklemek veya
gün saymak... Özünde illa da kötü çağrışımları olan şeyler değil. Mesela tabiat,
coşku dolu cıvıltılarla yeniden uyanmak üzere baharın o hayat veren soluklarını
duymak için aylar boyu günleri sayarak beklemez mi? Börtü böcekler, arılar,
kelebekler binbir renkle fışkıran çiçeklerle gelecek olan baharın yollarını
gözlemezler mi? Hatta insanlar, sırf ılık meltemlerin yüzlerini yaladığı güneşli
serin günlerin coşkun neşesini bir kez daha yaşamak için, ömürlerinden günler
düşme pahasına günleri saymazlar mı? Sevgililer sevdiklerine, gurbettekiler sıla
özlemiyle tutuştukarı vatanlarına kavuşmak için günleri sabırsızlıkla saymazlar
mı? İşçiler, memurlar ay sonu, öğrenciler haftasonu gelsin diye günleri saymaz
mı?
Keşke gün
saymaların tamamı bunlar gibi olsa. Bunların yanında bir de, belirli bir
müphemlik içerisinde olmakla birlikte, sizin için neredeyse mukadder olan bir
şerrin gelmesini beklerken gün saymak vardır. İşte bu türden gün saymalar
dayanılır gibi değildir. Mutlaka olacaksa uzak olmayan bir zamanda olacağını
bildiğiniz bir güne doğru eliniz kolunuz bağlı bir şekilde gün saymak, gün
saymaların en fecisidir. Böylesi, günü ve anı belli olmayan bir ecele doğru gün
saymaktan çok daha beterdir. Çünkü, ecel hiç beklemediğimiz bir anda apansız
gelir. Aldığımız her nefesle ona bir adım daha yaklaştığımızı bildiğimiz halde
onun bize ne kadar uzak ya da yakın olduğu bir sırdır. Ve büyük bir nimet olan
bu ilahi sır sayesinde ecel, bizi her an rahatsız eden dayanılmaz bir kaygı
olmaktan çıkıverir.
İçinde
debelendikleri suç deryasının ve siyasi ihtiraslarının yol açtığı eşsiz çuvallamaların
hesabını vermek istemedikçe daha da despotlaşan, despotlaştıkça işledikleri
suçları katlayan AKP/Erdoğan rejimi yüzünden milyonlarca insan bugünlerde
gönlünce yaşamayı erteleyip gün sayıyor. Bazıları ülkenin üzerine çöken bu
karabasandan kurtulacakları güzel günler için büyük bir istek ve umutla sayıyor
günleri. Benim gibi bazıları ise abuk subuk gerekçelerle zaten biteviye devam
eden soruşturmalar, yargılamalar, gözaltılar, tutuklamalar yaşarken keyfi bir
kararla yeniden hapse atılma ihtimaline dair gün sayıyor.
İhlal etmedik
Anayasa maddesi bırakmayan, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararlara bile
uymayarak sürekli suç işleyen bir zihniyetin emrindeki bazı güdümlü yargı
mercileri Türkiye’de tam bir cadı avı yürütüyor. Yaşanan yolsuzluklar,
haksızlıklara, despotluklara, keyfiliklere ve hukuksuzluklara karşı eleştirel
görüşleriyle ve cesur tavırlarıyla öne çıkan kim varsa bugün takibat altında
bulunuyor. Üstelik bazılarına yönelik onlarca soruşturma ve dava birden
yürütülüyor. Gün geçmiyor ki ajanslara 12-13 yaşındaki bir öğrencinin, umut
dolu bir gencin ya da yazdıklarıyla topluma ışık olan bir yazarın, bir
edebiyatçının veya bir gazetecinin adı bir soruşturmayla, gözaltıyla,
yargılanmayla ya da tutuklanmayla anılmasın.
Ülkenin
üzerine çöken zulüm ve baskı karanlığı karardıkça kararıyor. AKP/Erdoğan rejimi
tarafından eleştirel medya gruplarına el konuluyor, aylar içerisinde
batırılarak yok ediliyor. Televizyonların ekranları bir bir karartılıyor.
Twitter gibi sosyal medya mecralarına bile gem vurmak üzere plan üzerine
planlar yapılıyor. Aç gözlü yandaş işadamlarının devlet koruması altında çevre
talanına dur demek için harekete geçen sivil halk AKP/Erdoğan rejimi tarafından
terörize ediliyor. Güneydoğu’da şehirler aylarca abluka altında ağır ateş
altına alınıyor, yerle bir ediliyor, harabeye döndürülüyor, hala hayatta kalanlar
için yaşanmaz hale getiriliyor. Hırsızlıklar, yolsuzluklar, rüşvetler,
talanlar, yalanlar, iftiralar, hukuksuzluklar arttıkça artıyor, azdıkça azıyor.
Bu yaşanan
fecaatlere karşı yapacağınız tek bir eleştiri, devlet büyüklerine ya da
doğrudan Cumhurbaşkanı’na hakaret ettiğiniz iddiasıyla anında gözaltına
alınmanız ya da savcılıklarda ve mahkemelerde süründürülmeniz için yeterli
oluyor. Susanız, sinesiniz, yılasınız diye hakkınızda açılan soruşturmalara,
yapılan gözaltılara, hakkınızdaki davalara ya da verilen irili ufaklı hapis ve
para cezalarına rağmen hala susmuyorsanız sizin için günleri yeniden saymanın
vakti gelmiş demektir.
Onca işleri
arasında eleştirel medyayla, gazetecilerle, aydınlarla ve akademisyenlerle
bizzat uğraşmaya zaman ayıran Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Davutoğlu ve
bakanlarının ne yapıp edip sizi mutlaka hapsettireceklerinden emin
olabilirsiniz. Üstelik bu durum zamanla bir
“acaba” meselesi olmaktan çıkıyor ve hızla “ne zaman” meselesine dönüşüyor. Ve
o noktada artık derin düşünceler içinde beklemeye başlıyorsunuz, “abuk subuk
gerekçelere açılan falanca davanın bu duruşmasında mı tutuklanıp
hapsedileceğim, yoksa yine abuk subuk gerekçelerle açılan filanca davanın şu duruşmasında
mı?” diye.
Hukukun
kalan son kırıntılarını da adalet çöplüğüne süpürmekten başka bir hayrı olmayan
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın verdiği son rakamlara göre sadece Cumhurbaşkanı
Erdoğan’a yönelik olduğu iddiasına dayanarak “hakaret” suçlaması ile 1845
soruşturma açılmış. Bir de bu sözde suçun “Başbakana hakaret”, “bakana
hakaret”, “valiye hakaret”, “bürokrata hakaret” gibi versiyonlarını düşünecek
olursanız, yürürlükteki despotik ve keyfi uygulamalara yönelik eleştirel
fikirlerinden dolayı haklarında soruşturmalar, davalar açılan insanların sayısının
binlerce olduğunu kolaylıkla tahmin edebilirsiniz.
Tabii
bunlar yetmiyormuş gibi keyfi yorumlamalar ve uygulamalarla 1990’lı ve 2000’li
yıllar boyunca bu ülkede düşünen, konuşan, yazan herkesin kabusu haline gelen
“Türk milletini aşağılamak” suçunu düzenleyen TCK 301 var. Despotik AKP/Erdoğan
rejimi kaydeğer eleştirelerin hepsini “hakaret” kapsamında ele almanın
tuhaflığından sıkılmış olmalı ki, son zamanlarda TCK 301’i yeniden hortlattı.
Geçmiş yıllarda yakasını bu ceza yasası maddesine kaptırmamış bir gazeteci
olarak ben de hortlatılan TCK 301’den ilk nasibimi geçtiğimiz günlerde aldım.
Başbakan Davutoğlu’nun 2014 yılında hakkımda peşinen verdiği bir şikayet
dilekçesine dayanarak savcılık Twitter’da
2015 yılında yaptığım paylaşımları gerekçe göstererek hakkımda hapis
istemli ceza davası açtı. Ama bu sefer “Türk milletini aşağıladığım”
gerekçesine sığındı. Böylece, o davadan mı, yoksa bu davadan mı hapse
atacaklarına dair soruşturmalar ve davalar koleksiyonuma eşsiz bir halka daha
eklemiş oldum. Şimdilerde sürekli feyk infazlar tehditi altında yaşayan bir
tutsak gibi, bu soruşturmalardan ya da davlardan hangisinden içeri alınacağıma
dair papatya falları açıp gün sayıyorum.
Türk
medyasının ve yazı dünyasının yüzakı olan Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Ahmet
Altan, Can Dündar ve daha birçok duayen isim de maalesef benzer bir durum
yaşıyor. Onlar da, belki farklı duygularla da olsa, hayatları boyu
biriktirdikleri tecrüblerini imbiklerden süzdükleri şu en verimli dönemlerinde günlerini
savcılıklarda, mahkemelerde geçiriyor ve ne zaman tutuklanacaklarına dair gün
sayıyorlar. Tıpkı Hidayet Karaca, Gültekin Avcı, Mehmet Baransu’nun başlarına
gelenler gibi, bu ülkenin cesur kalemleri başlarına ne zaman ne geleceğine dair
gün sayarken Cumhurbaşkanı, Başbakan ya da ilgili bakanlar, görülmedik zulüm ve
baskılarlar yönettikleri ülkenin “dünyanın en özgür ülkesi” olduğunu,
“Türkiye’deki basın özgürlüğünün dünyanın hiçbir ülkesinde olmadığı”, “basın ve
ifade özgürlüğünün kendilerinin kırmız çizgileri olduğunu” hiç yüzleri
kızarmadan söyleyebiliyorlar.
Ne yapalım
bizler somut gerçeklere dayalı olarak onların baskılarını, zulumlerini,
hukuksuzluklarını, işledikleri suçları, despotluklarını yazıp eleştiriyoruz,
onlar da dönüyor bizimle birlikte tüm dünyayla alay edip, dalga geçiyorlar.
Sonra bize yine günleri saymak düşüyor.
Etiketler:
Ahmet Altan,
AK Parti,
AKP,
Can Dündar,
Davutoğlu,
erdoğan,
Gültekin Avcı,
Hasan Cemal,
Mehmet Baransu,
TCK 299,
TCK 301,
Türkiye
1 Mart 2016 Salı
Nomokrasi ve hukuk önünde eşitlik
Anayasa
Mahkemesi’nin (AYM), Suriye’ye yasadışı silah taşıdığı iddia edilen MİT
tırlarına dair bir haber yaptıkları için “casusluk”la yargılanan
gazeteci Can Dündar ve Erdem Gül hakkında verdiği karar tartışılmaya
devam ediliyor. AYM’ye bireysel başvuruları üzerine, tutuklanmak
suretiyle “kişi hürriyetine ve güvenliğine dair haklarının ihlal
edildiğine” hükmeden bu karar, 90 gün boyunca cezaevinde
tutulan iki değerli meslektaşımızın tahliye edilmesini sağladı.
Her
ne kadar ülkede hala hukuk kırıntıları olduğuna dair umutları yeşertse
de bu karar, başta Hidayet Karaca, Gültekin Avcı ve Mehmet Baransu
olmak üzere, sayıları 30’u aşan diğer tutuklu gazetecilere derhal
uygulanmadığı için “hukuk önünde eşitlik” tartışmalarını da beraberinde
getirdi. Temel hak ve özgürlüklere duyarlı oldukları kadar hukuka da
bağlı olan tüm çevrelerde sevinçle karşılanan bu
karara yönelik Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tuhaf tepkisi ise kamuoyunda
tam bir soğuk duş etkisi yaptı. Erdoğan’ın herhangi bir hukuk devletinde
örneğine rastlanmayacak “Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karara
uymuyorum, saygı da duymuyorum” şeklindeki demokrasiye
ve hukuk devletine yakışmayan tepki tartışmanın kapsamını bir anda
genişletti.
Bu
kararın eşitsiz uygulanması ve Erdoğan’ın tepkisi birçok hayati sorunun
yeniden gözden geçirilerek cevaplandırılmasını bir ihtiyaç haline
getirdi.
Türkiye Cumhuriyeti hakikaten bir hukuk devleti midir? “Hukukun
üstünlüğü” ilkesi devleti yönetenler tarafından ne kadar
içselleştirilmiştir? Hukuk önünde hakikaten herkes eşit midir? Anayasa
ve Türkiye’nin taraf olduğu üst hukuk normu niteliğindeki uluslararası
sözleşmeler tarafından garanti altına alınan hukuki haklar herkesi
kapsar mı? Cumhurbaşkanı ya da herhangi bir başka devlet görevlisi
hukuka tabi midir, yoksa hukukun üzerinde midir? Kendisini hukukun
üzerinde görenler, yaptıkları anayasa ihlalleri ve işledikleri
anayasal suçlar karşısında hukukun yaptırımlarından layüsel midir?
1860’lı
yıllardan itibaren hukuk ve siyaset bilimi literatürüne girmiş olan
“hukuk devleti” kavramı, en genel anlamıyla, sınırları içerisinde
hükümran olan kamu erkinin bir hukuk düzenine bağlı olduğu devlet
şeklini tanımlar. Mutlakiyetçi devletlerden farklı olarak,
vatandaşlarını keyfi uygulamalardan korumak amacıyla “hukuk devleti”nde
devlet gücü yasalar yardımıyla tanımlanır. “Hukuk devleti”nin
olmazsa olmazları vardır ve bu temel ilkeler şöyle sıralanır: Devletin
faaliyetlerinde hukuk kurallarıyla bağlı olması; hukuk önünde eşitlik ve
devletin tarafsızlığı; temel hakların güvence altına alınması; devletin
yargısal denetimi, hakim ve yargı bağımsızlığı.
Türkiye
Cumhuriyeti Anayasasının 10. Maddesi “kanun önünde eşitlik” ilkesine
güçlü bir vurgu yapar ve aynen şöyle der: “Herkes, dil, ırk, renk,
cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri
sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir… Devlet, bu
eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Hiçbir kişiye, aileye,
zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları
ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine
uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.”
AYM’nin
söz konusu kararını sadece Anayasa’nın bu açık maddesi ışığında analiz
etsek bile, bu kararın Karaca, Avcı ve Baransu gibi diğer tutuklu
gazetecilere hala tatbik edilmemiş olmasının Anayasa’nın hukuk önünde
eşitlik ilkesine ters düştüğünü net bir şekilde ifade edebiliriz.
Anayasa’nın 10. Maddesi herkesi bağladığı gibi en fazla da vatandaşların
hukuk önünde eşitliğini teminle sorumlu olan kamu
yetkililerini ve özellikle yargı mercilerini bağlar. Bu görevlerini
yerine getirmeyen yargı mercileri ya da Erdoğan’ın yaptığı gibi ilgili
yargı mercileri üzerinde alenen baskı kurmaya çalışanlar anayasal suç
işlemiş olur.
Kaldı
ki, pek beğenmediğimiz 1982 Anayasası, 1961 Anayasası’nın aksine “hukuk
önünde eşitlik” ilkesini “temel haklar ve ödevler” kısmına değil,
“genel esaslar” kısmına koymuştur. Anayasanın bu sistematiğinden,
“hukuk önünde eşitlik” ilkesini devlet yönetimine egemen olan bir “temel
ilke”, bir “genel esas” olarak düşündüğü sonucu çıkmaktadır. Yani
“hukuk önünde eşitlik” ilkesi tıpkı cumhuriyetçilik
ilkesi, laiklik ilkesi, hukuk devleti ilkesi gibi anayasal sistemin
temel yapısını belirleyen ilkelerdendir. Bu sayede “hukuk önünde
eşitlik” ilkesi, devlet organlarını, idare ve yargı makamlarını
vatandaşlar arasında ayrım yapmaktan net bir şekilde men eder.
Aynı
şekilde, hukuk devletini esas alan bu Anayasa maddesi, makamı ve görevi
ne olursa olsun hiç kimseye “Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karara
uymuyorum, saygı da duymuyorum” deme hakkı ve imtiyazı tanımaz.
Demokrasiye ve hukuk devletine yakışmayan bu tür keyfi ve nobran
çıkışlar doğrudan Anayasa’nın ihlali ve dolayısıyla anayasal suç işlemek
anlamına gelir. Kaldı ki Anayasa’nın 153. Maddesi de açıkça
“Anayasa Mahkemesi’nin kararları kesindir” der. Sonra da “Anayasa
Mahkemesi kararları Resmi Gazete’de hemen yayımlanır ve yasama, yürütme
ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri
bağlar,” diyerek hiçbir kişiye ve makama bu kararlara
keyfi şekilde uymama hakkı vermediğini açıkça ortaya koyar
Cumhurbaşkanı
Erdoğan başta olmak üzere pek çok yetkilinin, içselleştirmek şöyle
dursun şeklen bile benimsemediği artık net bir şekilde anlaşılan
“hukukun üstünlüğü”, “hukuk yönetmelidir” diyen Aristo’dan beri yaygın
kabul gören bir ilkedir. Devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti de “hukukun
üstünlüğü” ilkesini benimsemiş bir hukuk devletidir. Devletin bütün
eylemlerinde hukuka bağlı olmasını ve hukuki sınırlara
riayet etmesini talep eden “hukukun üstünlüğü” ilkesinin hayat bulması
ancak bağımsız bir yargı mekanizması ile mümkündür. Hukukun özellikle de
devlet ve hükümet yetkisini elinde tutanlara karşı üstünlüğünün altı
çizen bu ilkenin, bağımsızlığı ve tarafsızlığı
ortadan kaldırılarak büyük ölçüde partizan bir yargıya mahkum edilmiş
Türkiye gibi ülkelerde ise hayat alanı maalesef ya yoktur ya da
alabildiğine kısıtlıdır.
Öte
yandan, “hukukun üstünlüğü” her vatandaşın hukukun muhatabı olabileceği
anlamına da gelir. Yani “hukukun üstünlüğü” ilkesini benimsemiş bir
ülkede kimse imtiyazlı olamaz. Bu ilke, başbakan ve cumhurbaşkanı dahil
olmak üzere, hiç kimsenin ve hiçbir kurumun hukukun üstünde olmadığı
anlamına gelmektedir. Üzerinde anlaşılmış temel prensipleri bulunan
“hukukun üstünlüğü” bir ülkenin iyi yönetilip yönetilmediğini
gösteren ana kriterlerdendir. “Hukukun üstünlüğü”nü benimsemiş
yönetimlere Latince’de “hukukun yönetimi” anlamında “nomocracy” de
denilmektedir.
“Hukukun
üstünlüğü”nü ilkesel olarak benimsemiş Türkiye’de konumu her ne olursa
olsun tüm kamu görevlileri Anayasayı benimsemek ve her şeyin üzerinde
tutmak zorundadır. Çünkü göreve başlarken ettikleri yeminler hukukun
herkesten daha üstün olduğunu sembolize eder. Hal böyle olmakla birlikte
ortalık maalesef namusları ve şereflerini ortaya koyarak üzerine
ettikleri yemine uymayan ilkesiz ve değer tanımaz
kamu yetkililerinden ve sözde hukuk adamlarından geçilmiyor.
27 Şubat 2016 Cumartesi
"Bin yıl sürecek" 28 Şubat’ın 20. yılında yükselen despotizm
Demokrasi
hayat boyu süren bir mücadeledir. Hukuk tarafından şeklen güvenceye alınmış,
kontrol ve denge misyonuyla yüklü güçler ayrılığı sistemi ile kurumsallaşmış ve
geniş kitlelerce içselleştirilmiş ilkeleriyle görünürde muntazam işleyen bir
nizam haline gelmiş olsa dahi hukuktan, temel hak ve özgürlüklerden ayrı
düşünemeyeceğimiz demokrasiyi hedef alan tehlikelere ve tehditlere karşı hep
uyanık olmak, hep teyakkuz halinde bulunmak lazım. Tesisi için büyük
mücadelelerin ve eşsiz fedakarlıkların gerektiği demokrasiyi koruyarak
sürdürülebilir hale getirmek için de üzerine fasılasız titremek gerekir.
Genellikle
büyük acılar ve bedeller pahasına elde edilen demokrasi, özgürlük ve hukuk
sevdalısı demokratların bir anlık rehavetiyle veya gafletiyle dahi zedelenebilecek
ve hatta yok olabilecek kadar kırılgan bir rejimdir. Çünkü faşizmin,
despotizmin, diktatorya ve keyfi sultanın ne zaman, kimin ya da neyin kılığına
girerek karşınıza çıkacağından, temel hak ve özgürlükleri yok ederek demokrasiyi
ve hukuk devletini tehdit edeceğinden asla emin olamazsınız. Tarih tanklarıyla,
toplarıyla demokrasiyi yıkan askeri darbelerle dolu olduğu gibi bizatihi demokrasinin
korunmasız naifliğinden ve imkanlarından yararlanarak, ikiyüzlü riyakarlıklarla
yol alıp, demokrasiyi yok eden yoz despotların ahlaksız zorbalıklarının
örnekleriyle de doludur.
20. yılına giren 28 Şubat 1997 post-modern askeri darbe süreci ve açık tehditleriyle
dönemin hükümetini erken seçime zorlayan 27 Nisan 2007 e-muhtırası gibi
örnekler demokrasiye kasteden askeri darbelerin nasıl şekilden şekle
girebildiğine iyi bir örnektir. İnişli çıkışlı demokratikleşme serüveni defalarca
askeri darbeler ve müdahalelerle kesintiye uğramış olan Türkiye, maalesef bugün
sözde sivil kıyafetlerle kamufle edilmiş en ağır darbe süreçlerinden birini daha
yaşıyor.
28 Şubat
post-modern askeri darbe sürecinin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin
Kıvrıkoğlu, “28 Şubat bin yıl sürecek” derken hiç şüphesiz ki darbeci subaylarla
birlikte askeri vesayetten nemalanan ya da askeri darbelerden meden uman anti-demokratik
kesimlere güven vermek istemişti. Bugün dönüp baktığımızda Gen. Kıvrıkoğlu’nun kibir
kokan bu cüretkar sözünü demokratlara yapılmış yerinde bir uyarı olarak da
değerlendirmek mümkün. Kıvrıkoğlu’nun niyeti ve kastı şüphesiz ki o olmasa dahi,
bu sözü “Ey demokratlar hep uyanık olun. Temel hak ve özgürlükleri, demokrasiyi
ve hukuk devletini tehdit edebilecek her türlü tehdite karşı teyakkuz halinde
bulunun. Yoksa 28 Şubat süreci şu ya da bu kılık içerisine girerek bin yıl
sürer” şeklinde de anlaşılabilir.
Nitekim
öyle de oldu. Sivil bir yönetim görüntüsü altında Türkiye, 28 Şubat post-modern
askeri darbe sürecinin adı konularak açıktan icra edildiği o anti-demokratik yıllardan
çok daha feci bir noktaya geldi. 2001 yılında 28 Şubat sürecinin oluşturduğu
anti-demokratik ve hukuksuz şartlara bir tepki olarak alabildiğine demokrat,
alabildiğine özgürlükçü ve liberal bir programla yola çıkan AKP, bugün despotlukta,
hukuksuzlukta, keyfilikte, yolsuzlukta, baskı ve zulümde 28 Şubat sürecinin
darbeci generallerini bile aratır noktaya geldi.
Hukuksuz ve
keyfi uygulamalarıyla dünyanın en büyük despotlarına dönüştükleri halde
kendilerini 28 Şubat sürecinin hala mağduru olarak pazarlamaktan hiç
utanmayanlar, 28 Şubat sürecinde halka reva görülen zulümlerin çok ama çok
ötesine geçtiler. 28 Şubat sürecinde sözde irticai faaliyetlerde bulundukları
iddiasıyla yargısız infaz yapılarak ordudan atılanların sayıları onlarla veya en
fazla yüzlerle ifade ediliyordu. Bugün ise sadece polis teşkilatında delilsiz
yargısız suçlamalarla binlerce, on binlerce kamu görevlisi tasfiye edildi. Binlerce
tecrübeli emniyet müdürü meslekten uzaklaştırıldı. Yüzlerce polis ve polis
müdürü hiçbir somut kanıt ortaya konulmaksızın ve yargılanmaksızın hapse
atıldı.
28 Şubat
sürecinde yasadışı bir şekilde askerler tarafından oluşturulan Batı Çalışma
Grubu’nun fişlediği devlet memurları ya da bürokratlardan bazıları takibata
uğradı ve bir kısmı haksız yere mağdur edildiler. O bürokratlar bile ne bugünkü
düzeyde bir cadı avına maruz kaldılar, ne yıllara dayalı emeklerinden mahrum bırakıldılar.
Ne de işlerinden atılarak ekmeğe muhtaç hale getirildiler. AKP/Erdoğan rejimi
altındaki bu depotik dönemde 28 Şubat süreci ile asla mukayese edilemeyecek
sayıda gerçekleşen kamu personeli ve bürokrat kıyımına küçük bir örnek olarak sadece
TÜBİTAK’ta 1300 civarında çalışanın işine son verildiğinden bahsetmekle
yetinelim. Ama şunu da bilelim ki şirazeden çıkmış, gözü dönmüş bir
paranoyaklık derecesindeki cadı avcılığının dokunmadığı ne öğretmen kaldı, ne
bürokrat, ne savcı, ne hakim, ne gazeteci, ne de aydın...
Muhafazakar
ve dindar kesimlere ait şirketler ya da markalar 28 Şubat sürecinde “yeşil
sermaye” diye yaftalanarak fişlendi, uzun uzadıya listeleri yapıldı. Ama
darbeci generaller bu şirketler hakkında ordunun alışveriş yapmasını
yasaklamaktan öte bir adım da atmadılar. O dönemde fişlenerek isimleri listeler
halinde kamuoyuna açıklanan bu şirketlerden ne herhangi birine el konuldu, ne
de bu şirketlerin sahiplerine veya çalışanlarına karşı ahlaksız bir cadı avına
girişildi. Bugün ise, 2 yıl önce bir anda uydurdukları “paralel devlet
yapılanması” diye bir safsatayla mücadele etme adına muhalif gördükleri her
kesime karşı “cadı avı” başlatanlar, hiçbir kanıt ortaya koyma ihtiyacı
duymadan keyfi bir şekilde “paralel” diye yaftaladıkları özel şirketlere haksız
ve hukuksuz bir şekilde el koymakta, el koydukları şirketlerin mallarını gasp
etmekte ve sermayesini ahlaksızca yağmalamakta, talan etmektedirler.
Anti-demokratik
28 Şubat süreci elbette ki bir çeşit askeri darbeydi ama dayanak noktası
ordunun silahlı güçlerinden, tanklarından, toplarından, tüfeklerinden ziyade büyük
bir kısmını doğrudan kontrol ettikleri medya ve propaganda araçlarıydı. O
dönemde darbeci generaller de kendilerinin sözünden çıkmayan, sürekli brife ve
endoktirne edilerek hizada tutulan, genelkurmayda belirlenen uyduruk haberleri
talimatla manşetlerine taşıyan, uyduruk mizansenler ve yalan haber dosyaları
üzerinden günlerce TV yayınları yapan bir medyaya sahipti. Özellikle bankacılık
ve madencilik sektörlerinde dönemin medya patronlarına sağladıkları haksız
imtiyazlar karşılığında kendilerini darbeci generallerin siyasi ihtiraslarına
peşkeş çeken bir kısım medyanın yanısıra, o dönemin şartları altında yine de hak
ve özgürlükler, demokrasi ve hukuk için mücadele veren irili ufaklı bir
bağımsız medya da vardı. Buna rağmen darbeci generallerin hiçbirinin aklına, bugün
yapıldığı gibi bu gazetelere ve televizyonlara el koymak, muhalif ekranları
hukuksuz bir şekilde karartmak, muhalif gazetecilere binlerce dava açarak
sindirmeye çalışmak, susmayanları uyduruk mahkemelerde yargılayarak hapse atmak
gelmemişti.
Tıpkı
anti-demokratik AKP/Erdoğan rejimi gibi toplumsal ve siyasal mühendisliğe
soyunan 28 Şubat post-modern darbe sürecinin de en temel ilgi alanlarından
birini hiç şüphesiz eğitim sektörü oluşturuyordu. Darbeci generaller de ilk iş
olarak eğitim sistemine el atmış ve dini eğitim veren imam-hatip liselerinin
yanı sıra meslek liselerinde okuyan onbinlerce öğrencinin üniversite hayallerine
darbe vurmuşlardı. Birer devlet okulları olan bu okulları hedef alan despotik
dayatma elbette ki kabul edilemezdi. Ama yine de hiçbirinin aklına bu okulların
kapısına doğrudan kilit vurmak gelmemişti.
Eğitim
üzerinden toplum mühendisliğine soyunan AKP/Erdoğan rejimi ise generallerin
tersine bu okulların önünü açtı. O kadarına ihtiyaç olmadığı halde ve akademik
başarıları yerlerde sürünmesine rağmen yine tepeden inmeci bir dayatmayla
yüzlerce yeni imam-hatip lisesi açtı. Ama, çarpık eğitim sisteminin yaralarını
sarmakta, eşit eğitim fırsatından mahrum bırakılan yoksul kesimlerin rekabet
eder hale gelmesinde önemli bir rol oynayan dershaneleri, üstelik ihtiyaçları ortadan
kadırmaksızın, keyfi bir şekilde ortadan kaldırmaya kalktı. Özel okullara ve dershanelere
tek tek el koyarak, fiillen gasp etti. Gönüllü öğretmenler tarafından işletilen
okuma ve etüd salonlarını kapattı. Türkiye’nin dünyadaki en önemli, belki de tek,
markası durumundaki Türk okullarına savaş açtı. Bütçesi birkaç kat artırıldığı
halde devlet okulları akademik ve pedagojik bir yıkım yaşarken, AKP/Erdoğan
rejimi kalitesini ispatlamış özel eğitim kurumlarını yok etmek için elinden
geleni yaptı.
Anti-demokratik
ve hukuksuz işlemleriyle bilinen 28 Şubat süreci yolsuzluklar, kayırmacılıklar,
bankacılık sistemindeki hortumlamalar, emekli generallerin önde
gelen kamu ve özel şirketlerin yönetim kurullarında haksız kazançlar elde
etmesi ve bunlar yüzünden ekonominin dibe vurmasıyla özdeşleşmişti. Ama gönül
rahatlığıyla söyleyebilirim ki, o dönemdekiler AKP/Erdoğan rejimi döneminde
yaşanan yolsuzluklar, kayırmacılıklar ve haksız kazançların yanında devede
kulak bile kalmaz. Ne demek istediğimi merak edenler, bu tür pisliklerin çok
azını oluşturduğundan emin olduğum 17/25 Aralık 2013 tarihinde ortalığa saçılan
rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık, talan ve kara para kanıtlarına şöyle baksın.
28 Şubat
sürecinin anti-demokratik koşullarına tepki olarak iktidara gelip, bir
süreliğine demokratik reformlar gerçekleştirerek iktidarını pekiştiren
AKP/Erdoğan rejimi, bugün hukuksuzlukta, keyfilikte, despotlukta 28 Şubat
sürecini bile mumla aratır hale gelmiştir. Böylece sadece ilk iki dönemlerinde
gerçekleştirdikleri reformları yok etmekle kalmamış, Türkiye’yi askeri darbe
dönemlerinin bile çok ama çok gerisine sürüklemişlerdir.
Öyle ki, bu
ülkenin demokratlarını “Mümkün olsa da Türkiye’yi yönetimi AKP’nin devraldığı
2002 Kasım ayı şartlarına yeniden döndürebilsek” der hale getirmişlerdir.
Ah keşke!
25 Şubat 2016 Perşembe
‘Cadı avı’ genelgesi, fişleme yasası ve İslamo-Faşizm
Faşizm işte
böye bir şey. En temel hak ve özgürlükleri kemirdikçe, demokratik normları,
teamülleri ve kurumları aşındırdıkça, hukukun yerine keyfiliği koydukça kendi
alanını genişletikçe genişletir. Her anı karabasanlarla dolu ölümcül bir
hastalık gibi sardığı ülkede yaşayan insanların yaşam alanlarını, hak ve
özgürlüklerini daralttıkça daraltır. Bir kere devlet hüviyetine bürünmeye
görsün, faşizm insanların ne canına kıymet verir ne malına, ne özeline/mahremiyetine
saygı gösterir ne yaşam tarzına, ne inancına ne de siyasi düşüncesine.
Türkiye bir-kaç yıldır siyasal İslamcı bir
muktedir kliğin ihtirasları ve emelleri doğrultusunda hızla İslamo-Faşist bir
rejime doğru yol alıyor. Üstelik son aylarda bu gidişat daha da hızlanmış
durumda. İnsanlar etnik kökenlerinden, dini inançlarından, siyasi görüşlerinden
veya yaşam tarzlarından dolayı ötekileştiriliyor, düşmanlaştırılıyor,
şeytanlaştırılıyor ve en aşağılık cadı avlarının hedefi haline getirilebiliyorlar.
İnsanlar haksız,
hukuksuz ve keyfi şekilde gözaltına alınıp günlerce nezarethanelerde
bekletilebiliyor. Bazıları Sulh Ceza Hakimliği diye sonradan uydurulan güdümlü merciler
tarafından keyfi bir şekilde tutuklanıp ceza evine atılabiliyor. Erdoğan’ın bir
proje olarak kurdurduğunu açıkça itiraf ettiği yine aynı hakimliklerin hukuksuz
ve keyfi kararlarıyla Türkiye’nin en başarılı şirketleri ile eğitim
kurumlarının yönetimine el konulabiliyor ya da şirketlerin kendileri doğrudan
gasp edilebiliyor. Muhalif gazetelere el konularak susturuluyor, bağımsız
televizyonların ekranları karartılıp kapılarına kilit vuruluyor. Fikirlerinden,
eleştirilerinden dolayı gazetecilere dava üstüne dava açılıyor, sudan
bahanelerle gözaltına alıyor ve hatta hapse atabiliyorlar. Akademisyenler ve
aydınlar sırf fikirlerinden dolayı hedef haline getiriliyor, en üst düzeyden
tehdit ediliyor, üniversitelerden atılıyor, mahkemelerde süründürülüyor.
Tüm bunlar
Uluslararası Af Örgütü’nün son raporunda Türkiye’de insan hakları durumunun
“ciddi biçimde kötüye gittiğini” söyleyerek özetlediği baskıların, zulümlerin,
sansürün, hukuksuzlukların ve keyfiliklerin ne kadar yaygınlaştığını
gösteriyor. Farklı düşünce ve inançlardaki insanlara yaşam alanı bırakmayan AKP/Erdoğan
rejiminin İslamo-Faşist anlayışı tüm bunları yeterli görmemiş olmalı ki yeni bazı
vahim hamlelere girişmiş durumda. Son haftalarda uygulamaya giren bir
başbakanlık genelgesi ve Meclis gündemine gelen bir yasa tasarısı İslamo-Faşizminin
iyice vites büyüttüğünün açık delillerini oluşturuyor.
Geçtiğimiz
günlerde Başbakan Davutoğlu tarafından imzalanarak Resmi Gazete’de yayınlanan
“Milli Güvenliği Tehdit Eden Örgüt ve Yapılarla İrtibatlı Kamu Çalışanları
Hakkında” başlıklı genelge “cadı avcılığı”nda yeni bir aşamaya gelindiğini
gösteriyor. Anayasa ve Türk Ceza Kanunu’na aykırı olan bu genelge keyfi bir
şekilde fişlenerek hedefe konulacak kamu çalışanlarının özetle “önce infazını,
sonra yargılanmasını...” emrediyor. Açıkça söyleyelim, Başbakan Davutoğlu, kamuda
görev yapan amirlere yapacakları hukuksuz fişlemelere dayalı olarak kamu çalışanlarını
önce işlerinden atmalarını ve ancak ondan sonra hukuki süreci başlatmalarını
emretmek suretiyle bu genelgeyle açıkça suç işliyor.
“Terör örgütleri veya legal görünüm altında
illegal faaliyet yürüten yapılarla ilişki kuran ya da eylem birliği içerisinde
olduğu tespit edilen kamu çalışanları” hakkında derhal idari işlem yapılmasını
isteyen Başbakan, “suç teşkil eden fiiller yönünden ise durumun adli mercilere
ivedilikle bildirilmesini” istiyor. Büşra Erdal’ın Zaman gazetesindeki bir
yazısında belirttiği gibi, kamu görevlisi, bir suç gördüğünde adli mercilere
bunu zaten bildirmek zorunda. Bu genelgede kamuyu ve vatandaşı ilgilendiren asıl
kısım ‘yapılması istenen idari işlemler’. Yani aslında ‘suç olmayan’ eylemler
idarenin keyfi uygulamalarına tabii olacak ve kamu çalışanları haksız ve
hukuksuz işten çıkarmalarla karşı karşıya kalacak.
Aslında bu genelge
ile idareye açıkça deniliyor ki, ortada adli bir suç olmadığı halde bile bütün
muhaliflere ‘terör’ iddiasıyla keyfi işlem yapın. Siyaset ve hukuk
literatüründe tam da buna fişleme ve “cadı avı” deniliyor. Başbakan Davutoğlu,
bu genelgeyle, kamudaki idari mercilere kendilerini yargı yerine koymalarını,
kimin terör örgütü üyesi olup olmadığına, bir örgüt ya da yapının emir ve
talimatlarıyla hareket edip etmediğine keyfi şekilde karar vermelerini ve bu
keyfi kararı anında infaz etmeleri talimatı veriyor. Yani zaten alev alev yanan
“cadı avı” kazanının altına büyük bir pervasızlıkla yeni odunlar atıyor.
Erdoğan/AKP
rejiminin İslamo-Faşizmi ülkeyi hızla yaşanmaz hale getirirken Meclis’e sunulan
yeni bir yasa tasarısı ise vatandaşların cinsel hayatına varıncaya kadar özel
hayatlarının bile fişlenmesini yasal hale getiriyor. Yani tüm demokrasilerde
olduğu gibi, bütün dinlerde ve kültürlerde kutsal sayılarak dokunulmazlık
atfedilen özel hayatın gizliliği AKP hükümetinin İslamo-Faşist anlayışının son
kurbanı olmaya aday gibi görünüyor. “Konut dokunulmazlığı’ ve ‘haberleşme hürriyeti’ni
de kapsayan özel hayatın gizliliğinin korunması Anayasa’nın 20, 21 ve 22. maddelerinde
güvence altına alınmış olmasına rağmen bu haklar bugün büyük bir risk altında
bulunuyor.
Türkiye’de
yargıyı yürütmenin despotik bir uzvu haline getirmekte büyük rol oynayan Adalet
Bakanı Bekir Bozdağ, her ne kadar aksini söylese de, gerek yasanın içeriği,
gerekse bu yasanın gereklerini yerine getirecek kurulun oluşum şekli insanların
dinlerine, dillerine, siyasi görüşlerine, yaşam tarzlarına ve hatta cinsel
hayatlarına varıncaya kadar fişlenmelerinin önünü açtığını gösteriyor. Oldukça
sorunlu “Kişisel Veriler Kanunu Tasarısı’ kapsamında kurulacak olan “Kişisel
Veriler Koruma Kurulu”nun üyelerinin tamamının yürütme tarafından seçilecek
olması bile başlı başına bir fecaat oluşturuyor. Özerk olmaları gerekirken
AKP’nin despotik birer sopasına dönüşen 9 denetleyici üst kuruluşun mevcut
durumu ortadayken böyle bir yapının, toplayacağı kişisel verileri siyasi veya
başka amaçlı istismar etmeyeceğine kimse inanmıyor.
Aslında kişisel
verilerin korunmasına dair ihtiyaç tam 33 yıldır Türkiye’nin gündeminde.
Türkiye, bu alandaki ilk uluslararası belge olan Avrupa Konseyi’nin 1981’de imzaya
açtığı San Marino Sözleşmesi olarak bilinen 108 sayılı “Kişisel Verilerin
Otomatik İşleme Tabi Tutulması Karşısında Bireylerin Korunmasına Dair
Sözleşme”yi ilk imza atan ülkelerden biri. Ancak, Meclis’teki onay sürecini
işletmemiş olan tek ülke konumundadır da. Uluslararası Antalya Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Savaş Bozbel’e göre, 1980’li yıllardan beri bu
konuda kanun ya da çerçeve bir düzenlemenin çıkartılmaması devletteki fişleme
zihniyeti ve geleneğinden kaynaklanıyor.
Belki bir
paradoks gibi görülse de, Prof. Dr. Bozbel’e göre, bugün çıkarılması düşünülen
sorunlu yasa da yine bu fişleme zihniyeti ve geleneğinin bir eseri. Çünkü,
tartışılan yasa tasarısı kişisel veri sahibininin hakları ve faydalanacağı
korumalardan ziyade verileri işleyenlerin hangi haklara ne surette haiz olduklarına
ağırlık veriyor. Tasarının hazırlanmasında esas alınması gereken 108 sayılı sözleşmeden
ve üyelik müzakerelerindeki 4 faslı doğrudan ilgilendirdiği için mutlaka önem
verilmesi gereken AB direktiflerinden uzaklaşıldığı görülüyor.
Prof. Bozbel
çok daha ciddi bir kuşkusunu daha dile getiriyor ve şöyle diyor: “Açıkçası, Son
zamanlarda çıkartılan kanunların mantığına bakıldığında demokratik müktesebatı
geliştirme yönünde bir adım atılacağını zannetmiyorum. Daha ziyade, mevcut
durumdaki fişlemelere hukuki zemin hazırlanacağını düşünüyorum. Bu haliyle,
tasarının AB kriterlerine uymak gibi bir kaygısının olduğunu düşünmüyorum... Tasarıda,
ayrıca kişisel verilerin
işlenmesi konusunda geniş istisnalar getiriliyor. Düzenlemeyle, polis, jandarma
ve MİT’e fişleme için yasal kılıf sağlanıyor. Bu çerçevede polis, jandarma ve
MİT yasası kapsamına giren suçlar “veri koruması” dışında tutulacak. Bu
hallerde kişilerin hak arama kapsamında yapacakları başvuruları da doğrudan
reddedilecek.”
Türkiye’de maalesef
hayatın bütün alanları kesif bir İslamo-Faşizmin açık veya sinsi tahakkümü
altına giriyor. Bundan daha beteri ise çoğunluğun bu fecaatin hala farkında
bile olmaması.
Etiketler:
Af Örgütü,
AK Parti,
AKP,
Amnesty International,
Davutoğlu,
erdoğan,
İslamo-Faşizm,
jandarma,
MİT,
polis,
Sulh Ceza,
Türkiye
22 Şubat 2016 Pazartesi
Suriye açmazı ve Rus muhasarası
AKP/Erdoğan rejimi
tarafından 2011 yılından beri izlenen yanlış Suriye politikasının Türkiye’ye
bedeli çok ağır oldu. Geleneksel Türk dış politikasından sapılarak girişilen “komşu
ülkede rejim değiştirme” macerasının sebep olduğu maliyet sadece ikili ilişkilerle
ve bölge politikalarıyla sınırlı kalmadı. Tamamen boş hayallere ve şahsi ihtiraslara
dayalı yanlış varsayımlarla yürütülen yanlış Suriye politikası Türkiye’nin
uluslararası güçlerle ve örgütlerle olan ilişkilerinde zehirleyici vahim sonuçlar
doğurdu. Bunların yanı sıra, ülkenin iç güvenliğini, toprak bütünlüğünü, milli
beraberliğini, sosyal barışını ve ekonomisini tehdit eder hale geldi.
Suriye’de aldığı yanlış tavır
sonucu AKP/Erdoğan rejiminin oluşturduğu krizler anaforuna kaptırılarak
zedelenen Türkiye’nin kritik ikili ya da uluslararası ilişkilerini burada saymakla
bitiremeyiz. Ama ilk akla gelenlerin İran, Irak, Rusya, ABD, AB ve hatta NATO
ile olan ilişkiler olduğunu söyleyebiliriz. Şayet AKP/Erdoğan rejimi sorunlu
Suriye politikasının tamamen çöktüğünü kabullenerek çok keskin bir manevra yapamazsa
korkarım ki krizin Türkiye’ye ödeteceği bedeller daha da ağırlaşacaktır.
Uğradığımız kayıplar geri döndürülemez noktalara varacaktır.
Sadece Türk-Rus
ilişkilerindeki berbat gidişata baksak dahi Suriye’de izlenen yanlış
politikaların Türkiye’nin milli çıkarları üzerindeki yıkıcı sonuçlarını kolayca
görebiliriz. Rusya, bu yanlış politikalar yüzünden, daha şimdiden, yüzyıllar
boyunca erişemediği büyük bir jeo-stratejik imkana kavuşmuş durumda. Uluslararası
hukuk açısından kolayca izah edebileceği meşru gerekçelere dayanan,
uluslararası toplumun IŞİD’e olan haklı nefretini başarıyla kullanan Rusya, Türkiye’nin
910 km ortak sınırının bulunduğu Suriye’ye askeri ve siyasi olarak yerleşmeyi
başardı. Bu sayede Doğu Akdeniz’de de yüzyıllardır hayal ettiği bir nüfuz alanı
oluşturdu.
Yakın zamana kadar ortak bakanlar
toplantısı yapacak, vizeyi karşılıklı kaldıracak kadar iyi ilişkilerin
bulunduğu Türkiye ile Rusya arasındaki siyasi, ticari ve ekonomik münasebetler bugün
maalesef baş aşağı bir seyir izliyor. Yıllık 32 milyar dolar seviyesine ulaşmış
Türk-Rus ekonomik ilişkileri artık bir hayal, tıpkı Rus yatırımlarının ve Rus turistlerin
artık birer hayal olması gibi.
Türkiye’nin ödediği siyasi,
ekonomik, askeri ve stratejik bedeller bunlarla kalsa yine iyi. 17 saniyelik sınır
ihlali gerekçesiyle bir Rus savaş uçağının düşürülmesinden bu yana Türkiye dört
bir tarafından fiilen bir Rus askeri muhasarası altına alınmış durumda. Üstelik
Rusya, düşürülen uçağına karşı bir misillemede bulunarak intikam almak için Türkiye’yi
çatışma zeminine çekmenin de arayışı içerisinde. Çevremizde oluşan vahim tabloya
baktığımızda şu tür analizler yapmak mümkün:
Rusya, büyük ölçüde
AKP/Erdoğan rejiminin yanlış politikalarının oluşturduğu fırsatları
değerlendirerek ve her türlü muhtemel çatışmaya hazırlıklı olacak şekilde Suriye’ye
yerleşmiştir. Rusya’nın büyük bir askeri varlıkla bu ülkeye yerleşmesinin sınırlı
bir süre için olduğuna dair ise herhangi bir veri ya da gösterge
bulunmamaktadır.
Bu hamlesiyle Rusya, Türkiye’nin
her türlü muhtemel tepkisini göze almıştır. Hatta Ankara’yı tepki göstermeye kışkırtan
bir tavır içerisindedir. Öte yandan, ABD, AB ve NATO’dan ciddi bir itiraz beklemeyen
Rusya, büyük bir ihtimalle, bundan böyle hep Suriye’de kalacaktır. Dahası Suriye’de
oluşacak siyasi ve askeri yapı ancak Rusya’nın arzu ettiği ve Rusya’nın
çıkarlarına uygun bir istikrardan ibaret olacaktır.
Bir savaş uçağının
düşürülmesini büyük bir stratejik hamle için fırsata çeviren Rusya, bu sayede Türk
savaş uçaklarının Suriye hava sahasındaki etkinliğini tamamen yok etmiştir. Böylece
Türk ordusuna Suriye’deki PYD/YPG/PKK unsurlarına top ateşinden başka bir alan bırakmamıştır.
Üstelik Rusya’nın çok sınırlı etkiye sahip bu top ateşini de Suriye’nin “meşru”
unsurlarına yönelik bir “saldırgan eylem” olarak görme riski bulunmaktadır.
Çünkü Esed rejimi PYD/YPG güçlerini meşru görmektedir. Ve bu resmi görüşünü BM
Güvenlik Konseyi kayıtlarına da geçirmiştir. Rusya da silahlı PYD/YPG güçlerini
resmen Suriye’deki “vatansever muhalif unsur” olarak tanımlamıştır.
Kritik soru şu: Moskova-Şam
arasındaki ikili savunma antlaşmaları çerçevesinde Suriye’de bulunan Rus askeri
varlığı bu ülkedeki PYD/YPG/PKK unsurlarına yönelik Türk topçu ateşine karşı bir
mukabelede bulunabilir mi? Böyle bir müdahalenin fiili sonuçları ne olur? Böyle
muhtemel bir tepkime durumunda Türk ordusu cevap olarak Suriye’ye
giremeyeceğine göre, Türkiye’nin sınır aşan ve hatta sınır üzerindeki askeri etkisi
daha da yitirilebilir mi? Yapılan yoğun top ateşine rağmen YPG’nin ilerlemesi
engellenemiyorsa bu uygulamanın mantığı gözden geçirilemez mi?
27 Şubat’ta başlayacak olan
ateşkes öncesi sahadaki güçlerin hızla hareket ederek etki alanlarını genişletmeleri
ve pozisyonlarını güçlendirmeleri beklenebilir. Böyle bir durumda, iddia
edildiği gibi, Esed rejimi ve Rusya’nın “terörist” olarak tanımladığı muhalif
savaşçıları geceleri sınırdan Suriye’ye sokmak Türkiye’nin çıkarlarına ne kadar
uygundur? Bu pratiğin Rusya’ya yeni kozlar verdiğinden hiç mi kuşku
duyulmamaktadır?
Türkiye-Suriye ortak
sınırı büyük ölçüde PYD kontrolünde olsa da bunun Rusya sayesinde mümkün olduğu
herkes tarafından bilinmektedir. Yani Türkiye, çok az bir kısmı dışında, 910 km’lik
Suriye sınırının neredeyse tamamında Rusya ile fiilen sınırdaş hale gelmiştir.
Üstelik Türkiye’nin Rusya tarafından muhasarası sadece Suriye toprakları
üzerinden de değildir. Çünkü Rusya, tarih boyunca izlediği Ortodoksların hamiliği
politikasını bugün de sürdürmektedir. Bu bağlamda Ermenistan, AB üyesi Kıbrıs
Rum kesimi, AB ve NATO üyesi Yunanistan Rusya’nın doğal müttefikleridir. İran’ın
yanı sıra bu komşularına da yerleştirilen Rus S-300’leri ve S-400’leri Türkiye’nin
çevresini kuşatmış durumdadır.
Öte yandan, Ermenistan’da
konuşlandırdığı savaş uçaklarının sayısını daha da artıran Rusya, Mart ayından
itibaren bölgede devriye uçuşlarına başlayacaktır. 1500 Rus subayının görev
yaptığı Ermenistan Sınır Kuvvetleri’ne ait 29 karakolun 14’ünün Türkiye
sınırına çok yakın olması kaygı vericidir. Rusya’nın Türkiye muhasarası
Karadeniz üzerinde de güçlenerek devam etmektedir. Rusya, Kuban hava üssüne 40 yeni
savaş uçağı ve helikopteri göndererek Türk savaş uçaklarının keşif
kabiliyetlerini Karadeniz üzerinde de ciddi şekilde kısıtlanmıştır.
Görüleceği gibi AKP/Erdoğan
rejiminin Ankara’yı sapladığı Suriye açmazı Türkiye’ye her cephede kaybettiriyor.
Bir örümcek ağı gibi ülkemizi kuşatan Rus muhasarasından çıkmanın yolu ise tescilli
yanlışlardan dönülerek öncelikle Suriye açmazından çıkmaktan geçiyor.
Etiketler:
AB; NATO,
ABD,
AK Parti,
AKP,
erdoğan,
Ermenistan,
İran,
Kıbrıs Rum Kesimi,
PKK,
PYD,
Rusya,
Suriye,
Türkiye,
YPG,
Yunanistan
20 Şubat 2016 Cumartesi
Caydırıcılık, tutarsızlık ve inandırıcılık sorunu
Uluslararası
ilişkilerde milli menfaatlerin korunması ve geliştirilmesi için hasım güçlere
karşı caydırıcılık ne kadar önemliyse uluslararası kamuoyu nezdinde tutarlılık
ve inandırıcılık da o kadar önemlidir.
Caydırıcılık
elbette ki milli menfaatler konusunda sürekli “kırmızı çizgiler” ilan etmekten
ibaret değildir. Çok kısa süre içerisinde bu “kırmızı çizgiler”in flulaşması karşısında
eli kolu bağlı kalmak hiç değildir. Çünkü caydırıcılık ile blöf arasında derin farklar
ve uçurumlar vardır. Bununla birlikte somut hamlelerle desteklenen caydırıcı
eylem veya söylemlerle uluslararası hasımlarını tavır değişikliğine
zorlayabilen güçlerin, gerçeklik algısını zaafa uğratmamak kaydıyla, blöfler
yapmasının da uluslararası ilişkilerde kısıtılı bir yeri vardır. Ancak sürekli “kırmızı
çizgi”ler ilan eder, muhatap olduğunuz her kriz karşısında aklınıza gelen en cüretkar
sözleri sarf eder, çok üst perdeden tehditleri birbiri ardına sıralar ama
bunların hiçbirinin gereğini yapamazsanız sizi bir daha kimse ciddiye almaz.
Mesela,
tarihin gerilimli akışı içerisinde çok ama çok gerektiğinde, ve tabii çok nadir
olarak, “kimse bizim kudretimizi/sabrımızı sınamasın” diyebilirsiniz. Birileri bu
kararlılığınızı sınamaya cüret ettiğinde ise tehdidinizin gereği neyse
yaparsınız. Şayet bu türden büyük laflar ettiğinizde sizi hamleye davet eden
karşıt eylemlerin dayatan gereklerini yerine getiremezseniz sadece caydırıcılık
etkisini tümden yitirmekle kalmaz, alay konusu da olursunuz.
Hassas
uluslararası sorunları kitleleri coşturmak için iç siyaset malzemesi olarak
kullanmayı bir alışkanlık haline getirirseniz belki oy desteğinizi
artırabilirsiniz ama burnunuzu da krizlerden çıkaramaz hale gelirsiniz. Üstelik
uluslararası itibarınızdan, inandırıcılığınızdan ve caydırıcılığınızdan geriye
hiçbir şey kalmaz. Sıklıkla ilan ettiği sözde kırmızı çizgilere, yüksek
perdeden dillendirdiği tehditlere rağmen hasım aktörlerden gelen cüretkar
hareketler karşısında tek hamle bile yapamayan Ankara’daki mevcut siyasi
iradenin başına gelen de doğrusu bundan başkası değildir.
Çünkü,
caydırıcılık son yıllarda sıklıkla karşılaştığımız gibi bir kuru hamaset sanatı
değildir. Caydırıcılığın silahı ve mühimmatı tumturaklı laf kalabalığından ve üst
perdeden kof tehditlerden ziyade reel sosyo-ekonomik ve siyasi güçtür. Ülkeyi savunma
kapasitesi ve muhtemel tehditlere karşı taarruz gücüdür. Güçlü silah stoğudur.
Bu silah ve mühimmat stoğu ve envanterini en zor şartlarda yalnız başına kalsa
bile kendi başına ikame etme kabiliyetidir. Bu türden imkan ve kabiliyetleriniz
yeterli düzeyde değilse hasımlarınıza yönelteceğiniz caydırıcı söylemler alay
konusu olan blöflerden öteye geçemez.
Uluslararası
ilişkilerde caydırıcılıktan daha önemli olan ise özellikle dost unsurlar
nezdindeki tutarlılık ve güvenilirliktir. Bir ülke yönetimi uluslararası
toplumda sürekli olarak yalanları, çarpıtmaları, tutarsızlıkları ve
güvenilmezliği ile gündeme geliyorsa, o yönetimin zaman zaman dile getirdiği
doğrulara da kimse itibar etmez. AKP hükümeti ve Erdoğan rejimi altında
inandırıcılığını büyük ölçüde yitiren Türkiye’nin son yıllarda başına gelen budur.
Bu ülke tarihinde mevcut yönetim kadar uluslararası muhatapları tarafından yalanlanan
bir başka iktidar olmamıştır.
Ülkeler
için en büyük itibar kredisi olan inandırıcılıklarını yitirmesinin faturası
elbette ki çok ağırdır. Bunun en son ve belki de en vahim örneklerinden birini,
çoğu asker 28 vatandaşımızın şehit olduğu, 61 vatandaşımızın yaralandığı
Ankara’nın kalpgahındaki alçakça terör saldırısı sonrası yaşanan gelişmelerle
gördük. Bu terör saldırısı maalesef AKP iktidarının ve Erdoğan rejiminin
uluslararası toplum nezdindeki güven ve inandırıcılık sorununun ne kadar ileri
boyutlara ulaştığını görmek isteyen herkese gösterdi.
Erdoğan
rejimi, terör örgütleri listesine hala almadığı, mahkemelere gönderdiği resmi
yazılarda “terör örgütü” olarak görmediğini deklare ettiği, lideri Salih Müslim’i
defaatle Ankara’ya resmen davet ederek en üst düzeyde ağırladığı, 2014 yılında IŞİD
saldırıları karşısında kendilerine her türlü yardımı açıktan yapmaktan gururla
bahsettiği PYD’yi şimdi birden bire uluslararası topluma terör örgütü olarak
lanse etmeye çalışıyor. Tabii bu çabası, doğal olarak hiç kimseden itibar
görmüyor.
Erdoğan
rejiminin özellikle PYD’yi hedef almak üzere kuzey Suriye’de bir kara
operasyonuna mazeret aradığı ve uluslararası toplumu PYD’nin bir terörist örgüt
olduğuna ikna etmeye çabaladığı günlerde gerçekleşen Ankara’daki saldırıyı
saatler içerisinde PYD ile ilişkilendirmesi hiç kimseye inandırıcı gelmedi. Tıpkı
Suriye’deki kırmızı çizgisini sivillere karşı kitle imha silahlarının
kullanılması olarak açıklayan Obama yönetimini kırmızı çizgisinin aşıldığına
ikna etmek üzere, tam da Suriye’deki krizin de ele alınacağı bir G-20 zirvesi öncesinde,
21 Ağustos 2013 günü 1500 sivilin ölümüyle sonuçlanan Guta’da kimyasal silah kullanımından
Esed rejimini sorumlu tutan argümanların hiç inandırıcı bulunmaması gibi.
Bloomberg
haber ajansının Türkiye eski büro şefi Mark Bentley’in Twitter’da yaptığı bir
anket bu konuda yabancı kamuoyundaki vahim algıyı bütün çıplaklığıyla gösterir
nitelikteydi. Her ne kadar bilimsel bir veri olarak kabul edemesek de bu anlık anketin
sonuçları Türkiye’yi yönetenlerin tutarlılığı, uluslararası kamuoyundaki
inandırıcılıkları ve itibarları hakkında çok şeyler söylüyor. Bentley’in
“Ankara bombalamasını kim yaptı? En isabetli tahmininiz...” şeklindeki sorusuna
cevap veren 8276 kişiden yüzde 15’i PYD, yüzde 16’sı IŞİD, yüzde 6’sı diğer
cevabı verirken maalesef yüzde 63’ünün “Türk istihbaratı” demesi Ankara’yı
yönetenlerin itibarındaki sıfırlanmayı açıkça gözler önüne sermiştir.
Erdoğan rejimi
altındaki Ankara inandırıcılığını ve itibarını nasıl yitirmesin ki? Kısa süre
öncesine kadar meşru bir örgüt gibi resmen muhatap alınan, her türlü askeri ve
siyasi destek sağlanan, üstelik ülkenin terör örgütleri listesine hala
alınmamış olan PYD’nin şimdi çıkıp terör örgütü olduğunu savunursanız sadece
bir şeyi ispatlamış olursunuz: Ne kadar basiretsiz, öngörüsüz, tutarsız ve
güvenilmez bir rejim ve yönetim olduğunuzu.
Hele hele
ülkede terör ve şiddet kol geziyorken, çevreniz ateş çemberine dönmüşken
ülkenin istihbarat gücünü, kamu güvenliğine dair imkanlarını bugüne kadar tek
bir şiddet ve terör eylemine karışmadıkları halde keyfi bir şekilde “terör
örgütü” ilan ettiğiniz Hizmet Hareketi’ne karşı kullanırsanız, gün gelir gerçek
terör örgütlerine dair sözlerinize ve sözde kanıtlarınıza inanacak hiç kimseyi
bulamazsınız.
Şahsi siyasi
hırsları için düne kadar terör örgütü PKK’yı “meşru muhatap” kabul eden Erdoğan
rejimi tutarsızlıklarla, yalanlarla dolu inandırıcılıktan yoksun bu gidişatla
korkarım ki PYD’yi uluslararası aktörlere bir terör örgütü olarak kabul ettirmeyi
değil belki ama PKK’yı terör listelerinden çıkarmayı başaracak. Tıpkı masum
insanlara haksız, hukuksuz ve keyfi bir şekilde terörist muamelesi yapmalarında
olduğu gibi bu kifayetsizliklerinin ve beceriksizliklerinin ceremesini de yine
bu ülke ve bu millet çekecek.
Etiketler:
AK Parti,
AKP,
anket,
caydırıclık,
erdoğan,
Guta,
Hizmet Hareketi,
Mark Bentley,
PKK,
PYD,
Salih Müslim,
Suriye,
terör,
terörizm,
tutarlılık,
Türkiye,
twitter
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)