29 Haziran 2014 Pazar

Erdoğan despot olmak zorunda


Bazen bir grup ya da bir insan yanlış olduğunu bile bile apaçık bir yanlışa sürüklenebilir. Hele de o insan ya da grup yanlışı erkenden yanlış olarak kabul edip, yüzleşme ve yanlışlığın mağdur veya muhataplarından özür dileme veya hesap verme erdemini gösteremiyorsa yanlışta ısrar veya yanlışı tekrar kaçınılmaz olabilir.
Bilirsiniz, gerçek hayatta olduğu gibi hırsız-polis filmlerinde de olağan sahnelerdendir. Çalışıp hak etmedikleri bir konfora ulaşmak için banka soygununa teşebbüs eden hırsızlar direnişle karşılaşınca banka görevlilerini yaralayabilir, öldürebilirler. Oysa başlangıçtaki amaçları adam öldürmek değildir, sadece para çalmaktır. Böylece silah zoruyla banka soyma suçuna, adam öldürmeyi/yaralamayı da eklerler. Suçları büyümüştür ve suçu kabullenip yargı önünde hesap vermek o an kendileri için cazip bir tercih gibi gözükmez.
Bu yüzden korku ve panikle yeni suçlara kapıyı aralarlar. Mesela, muhtemel bir polis müdahalesine karşı kendilerini garanti altına almak için yanlarına rehine alırlar ve böylece suçlarına yeni bir suç eklerler. Bankadan rehineler sayesinde sağ salim çıksalar bile artık iyice tedirgindirler. Kendilerini yöneten baskın güdü de artık ne akıl ve mantık, ne de şefkat ve merhamet gibi insani duygulardır. Aklın ve insani hislerin yerini korku ve her şeye rağmen kendini koruma/savunma güdüsü alır. İnsanı insan olmaktan çıkaran bu korku ve savunma güdüsü soygun, adam öldürme/yaralama gibi suçların yanına yeni suçların eklenmesine yol açar.
Suçlular panikle kaçarken veya kovalamaca sırasında korkunun sebep olduğu şaşkınlıkla başka sivillere ve mallara da zarar verebilirler. Müdahale edeceğinden endişe duydukları kişi veya polislere de zarar verebilir, öldürebilirler. Bütün güdüleri ve hisleri alt eden kendini koruma güdüsü yeni vahim suçlara yol açar ve durum iyice bir fasit daireye dönüşür. Giderek derinleşen bu fasit daire, şu ya da bu şekilde suçlular yakayı ele verinceye kadar, hem suçlular hem de toplum için büyük bedellere sebep olmaya devam eder. Ne iyi ki, bu tür polisiye filmler genelde iyi bir sonla biter. Suçlular enselenir, kendilerinden hesap sorulur ve adalet tecelli eder.
Türkiye’de son zamanlarda yaşanmakta olan hadiseler de filmlerde sıklıkla karşılaştığımız bu sıradan kurgusal hikayeden farklı değil. Aşağı yukarı 10 yıllık bir başarılı süreçten sonra daha fazla güç ve imkana duydukları hırs ve ihtiras Erdoğan ve çevresindekileri tamamen yoldan çıkardı. Tatmin olmaz hırs ve ihtiraslarının sebep olduğu körlükle yanlış bir yola girdiler. Henüz yanlışlar küçükken yanlış olduklarını kabul etmek yerine, yanlışta ısrar ve itiraz edenlere zulmü tercih ettiler. İşlenen yanlışa engel olabilecek ya da kendilerinden hesap sormasından korkulan tüm kurumsal ve toplumsal yapılar tarumar ederek yapılan yanlış ve işlenen suçlara yenilerini eklediler. Böylece içine düştükleri fasit daireyi her geçen gün derinleştirdiler.
Açık bir zihnin, Erdoğan ve çevresindekilerin yaptığı vahim yanlışların ve işlediği ileri sürülen suçların üstünü örtmek için her geçen gün yeni yanlışlara yöneldiğini ve işlenen suçları derinleştirdiğini görmemesi imkansız. Yine de bu sistematik ve tehlikeli gidişatı daha anlaşılır kılmak için şöyle de izah etmek mümkün: Toplumsal destek sayesinde eski vesayetçi yapılara karşı 10 yıla yakın süredir verdikleri mücadeleden başarıyla çıkan Erdoğan ve çevresindekiler bir noktaya vardıklarında kendilerini artık tam muktedir hissettiler. Oysa yakın geçmişe kadar seçilmiş hükümet ayrı, devlet ise ayrı değerlendirilirdi. Seçilen hükümetler iktidar olur ama devlete söz geçiremedikleri için muktedir olamazlardı. 2010 anayasa referandumunun sağladığı demokratik imkanlar ve AKP’nin yüzde 50 oy aldığı 2011 genel seçimlerinden sonra ise, Erdoğan ve çevresindekiler kendilerini ilk kez muktedir hissetiler.
Böylece, 1990’lı yıllarda demokrasiyi “uygun durakta inilmesi gereken bir tren” olarak tanımlayan Erdoğan zihniyeti, belli ki, artık uygun istasyona varıldığına hükmetti. Madem artık yeterince muktedirlerdi neden siyasal İslamcılık olan kökenlerine yeniden dönmesinlerdi? Üstüne üstlük ulaştıkları kazanımların perspektifinden baktıklarında aşağı yukarı 10 yıllık iktidar dönemlerini de siyasal İslamcılığın emellerine ulaşma açısından bir kayıp olarak değerlendirmekteydiler. Öyleyse bu kaybı telafi edecek bir hızla hareket etmeliydiler. Ama mevcut toplumsal doku, kurumsal yapı, anayasal düzen ve hukuki sistem arzu edilen bu hıza pek uygun değildi. Bu toplumsal dokuyu değiştirmeye, yapı, düzen ve sistemi bypass etmeye yöneldiler.
Devlete tamamen hakim olmak ve emellerine uygun bir toplum tasarlamak için lüzumlu gördükleri propaganda, PR ve psikolojik harekatın gerektirdiği medyayı oluşturma çabalarına hız verdiler. Bu hedefleri hızla gerçekleştirebilmek için anayasal düzenin ve yargının denetleyici ve doğal olarak hız kesici unsurlarını büyük ölçüde paralize ettiler. Parlamentonun denetim işlevini tamamen yok ettiler. Meclis ve halk adına hükümetin icraatlarını denetleyen Sayıştay’ı felç ettiler. Şüpheli hedeflerine doğru hızlı ve keyfi yol alabilmek için evrensel hukuk ilkelerini yok sayan yeni dönemin hukukunu oluşturmaya çabaladılar. Tıpkı kamu ihale yasasında yaptıkları 160’dan fazla değişiklikte olduğu gibi, bunu başardılar. Denetimsiz, hukuksuz ve keyfi hareket edebilecekleri bir ortam oluşturdular.
Bir plan çerçevesinde kendi elleriyle hazırladıkları bu uygun ortamda anayasa, hukuk ve demokratik sistemin gereklerine uyma ihtiyacı duymayacak kadar kendilerini rahat hissettiler. Bu rahatlıkla normal bir hukuk sisteminde suç olan ne varsa yapmaya başladılar. 17/25 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonlarında ortaya çıkan skandallarda örneklerini gördüğümüz normalde suç olan işleri yaptıkça hukuksuzluğa daha da battılar. Suça battıkça bir gün kendilerinden hesap sorulacağı endişe ve korkusuna kapıldılar. Korktukça hukuksuzluğa daha fazla saplandılar. Hukuksuzluğa saplandıkça hukuku ve kurumlarını daha fazla hedef alır hale geldiler. Mesela keyfiliklerine ve hesap vermemezliklerine daha fazla alan açmak için 2010 referandumu sonrası oluşturdukları demokratik yargı sistemini tarumar ettiler. Güçler ayrılığı sistemini çökerterek despotlaşmanın iyice önünü açtılar. Despotlaştıkça daha fazla suç işlediler, suç işledikçe daha fazla korktular ve ne garip ki korkularına çareyi daha fazla despotlaşmakta buldular. Yani kendilerini de ülkeyi de büyük felaketlere yol açabilecek son derece tehlikeli bir kısır döngünün içerisine sürüklediler.
Öyle ki, bu saatten sonra, Erdoğan ve çevresindekilerin kendi inisiyatifleriyle Türkiye’yi yeniden gerçek bir demokrasi ve hukuk devleti yapma şansları bulunmamaktadır. Tam tersine herhangi bir demokratik hukuk devletinde onlarca hükümeti istifaya zorlayacak ve onları onlarca yıl cezaya çarptıracak suçları örtmek, yargıdan kaçırmak için daha fazla despotlaşmalarını beklemek akla ve gerçeğe daha uygun olacaktır. Zaten bu berbat gidişatın tüm emareleri açık seçik ortaya çıkmış durumdadır. İnternet yasası, HSYK yasası, MİT yasası, Cumhurbaşkanı Gül’ün diğer tüm berbat yasalarda olduğu gibi büyük bir basiretsizlik örneği sergileyerek hafta sonu onayladığı yüksek yargı yasası, yargısız bürokratik tasfiyelere imkan veren düzenlemeler ve uygulamalar Türkiye’nin bu yönde geri döndürülemez bir sürece doğru koşar adım ilerlediğini apaçık göstermektedir.
Bu berbat süreci durdurmak ve yeniden demokratik hukuk devleti rotasına sokmak kudreti, seçim sandıklarının nispeten demokratik fonksiyonunun hala işler olduğu şu dönemde sadece halkta bulunmaktadır. Ama siyasal rekabetin demokratik ve adil olma vasfını yitirdiği mevcut şartlarda halkın demokratik tercihlerinin sağlıklı bir şekilde tecelli etmesini beklemek bile sanırım yanıltıcı olacaktır. Halkın yüzde 50’ye yakınının yoğun bir medyatik kara propagandaya maruz kalarak adeta siyaseten efsunlandığı bir ortamda bu kısır döngüyü kırmanın kolay olmayacağı söylenebilir.  
Tüm bunların ışığında, haklarında ciddi yolsuzluk ve rüşvet iddiaları bulunan Erdoğan ve çevresindekilerin daha fazla anayasal suç işleme, hukuki kurumları tamamen felç ederek demokratik devleti yok etme ve daha da despotlaşma çabalarının hız kazanacağını tahmin etmek için kahin olmaya gerek yoktur. Çünkü haklarındaki iddialar çerçevesinde gırtlaklarına kadar suç batağına batmış Erdoğan ve çevresindekiler bu yönde ilerlemeye mahkum. Neticede demokrasi ve hukuk yeniden işlerlik kazandığında yakalarını yargıdan kurtarma imkanlarının kalmadığını en iyi kendileri biliyorlar.  
Erdoğan ve çevresindekilerin kendi kendilerini maruz bıraktıkları çaresizliğin ve anaforuna kapıldıkları fasit dairenin oluşturduğu tehlike maalesef çok, ama çok büyük! Bu büyük tehlikeye rağmen, izlediklerimizin aksine tamamen gerçek olan bu gerilim filminin sonu umarım iyi biter!

24 Haziran 2014 Salı

Yönünü yitirmiş, çivisi çıkmış ülke


Bazen öyle durumlarla karşılaşır ki insan, gördüğü veya yaşadığı akıl almaz olaylar ve gelişmelere makul ve mantıklı bir izah yolu bulamaz. Amin Maalouf’un Türkçe’ye “Çivisi Çıkmış Dünya” adıyla çevrilen Fransızca “Le Dereglement Du Monde” eseri de belki böylesine izahı zor durumlar karşısında oluşan şaşkınlığın ifadesi olarak vücut bulmuş olabilir. Maalouf’u “dünyanın çivisinin çıktığı” duygusuna iten sebepler şöyle ya da böyle biliniyor. Ama eminim ki, şayet Maalouf  Türkiye’de yaşıyor olsaydı son dönemde bu ülkede şahit olunan hadiselerin tasviri için “çivisi çıkmak” tabirinin bile yetersiz kalacağını düşünebilirdi.
Türkiye’nin demokratikleşmesi, hukuk standartlarının, sivil hak ve özgürlüklerin gelişmesi için onlarca yıldır sürdürdüğü faaliyetleriyle bilinen Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı doğru ve yerinde bir zamanlamayla geçtiğimiz hafta sonu  Düzce’nin Karadeniz kıyısındaki şirin ilçesi Akçakoca’da “Türkiye’nin Yönü” başlığıyla 33. Abant Toplantısı’nı düzenledi. Dış politikadan jeopolitiğe, hukuk sisteminden yönetim sistemine, değerler tercihinden kalkınmaya, şehirleşmeden çevre duyarlılığına uzanan bir skalada herhangi bir ülkenin ne olduğunu derli toplu anlamaya yarayan tüm konular bu toplantıda masaya yatırıldı. Toplantıya katılan her görüşten ülkenin entelektüel birikimini temsil eden aydınlar, üç gün süren toplantılar neticesinde, sadece dış politikada değil saydığımız tüm alanlarda Türkiye’nin yönünü tamamen yitirmiş, nereye yol aldığı belirsiz bir şaşkın ülke durumuna geldiğinde hemfikir oldular.
33. Abant Toplantısı olmasına ve yurtdışında düzenlenen birkaç istisna dışında bugüne kadar bu isimle bütün toplantıların Abant’ta yapılmasına rağmen toplantının bu sefer Akaçakoca’da yapılmak zorunda kalması bile başlı başına aslında ülkenin içinde bulunduğu dramatik durumu anlatmaya yeter. Baskı ve despotizmi karakteri haline getiren Erdoğan hükümetinin Abant Platformu’na salon ve oda vermemeleri için Abant’taki tüm otellere yaptığı baskılar, tek başına, yönünü iyice yitirmiş Türkiye’nin korkunç bir akıl tutulmasına maruz tehlikeli bir ekip tarafından nereye sürüklendiğini gösterir nitelikte.
Zihniyet olarak zaten sorunlu olan siyasal İslamcılığı kendi kötü niyetli hedefleri yönünde sınırsızca istismar eden Erdoğan hükümetinin hak ve hukuk ihlallerini burada sıralamaya kalksak bu köşeye sığmaz. Değerler tercihi konusunda köklü bir kopuş yaşayan Erdoğan hükümetinin Türkiye için demokrasi yerine despotizmi, hukuk yerine ilkel keyfiliği, katılımcılık yerine dışlayıcılığı, çoğulculuk (pluralizm) yerine çoğunlukçuluğu (majoritaranism), yönetişim yerine tahakkümü, serbest piyasa yerine kontrol ekonomisini tercih ettiği iyice aşikar hale gelmiş durumda. Bu tercihlerinin doğal bir sonucu olarak başta AB üyelik süreci olmak üzere Batı’ya, Batı değerlerine ve kurumlarına yüz çevirdiğinden de artık şüphe bulunmuyor.
Türkiye’nin belki yüzlerce yıllık yönelimini radikal bir şekilde rotasından çıkarıp, nereye demirleyeceği belli olmayan fırtınalı bir maceraya sürükleyen gözünü hırs bürümüş bu despotik zihniyetin ne temel insani hak ve özgürlükler, ne hukuk, ne de evrensel demokratik ilkeler gibi herhangi bir kısıtı maalesef bulunmuyor. Bu türden kısıtları olmayınca da, işlerine geldiği oranda hukuksuzluklar, keyfilikler, toplumun değişik kesimlerine yönelik baskı ve zulümler sonuç veren sıradan yöntemlere dönüşüyor.
“Cadı avı” gibi tarihin en karanlık sayfalarıyla birlikte anılan insanlık dışı bir aşağılık eylemi bile “cadı avıysa cadı avı da yapacağız” diyerek sahiplenen Başbakan Erdoğan’ın, hedefe koyduğu, Türkiye’nin en büyük sivil toplum hareketi olan Hizmet Hareketi’ne yönelik hukuk dışı kumpas ve komploların harekete geçirildiğine dair her gün yeni kanıtlar ve eylemler ortaya çıkıyor. 17-25 Aralık 2013 tarihli kapsamlı yolsuzluk operasyonları sonucunda milyarlarca dolarlık hacmiyle tarihin en büyük yolsuzluk, rüşvet, hırsızlık ve usulsüzlüklerinin faili olduğu somut kanıtlarıyla ortaya çıkan Başbakan Erdoğan ve çevresindekilerin bu skandalın üstünü örtmek için uygulamaya soktukları yöntemler ortada. On binlerce polis yetkilisini defalarca görevden alan, yüzlerce savcı ve hakimi iş yapamaz hale getiren, binlerce bürokratı görevden alan Erdoğan zaten cadı avını çoktan başlatmıştı.
Buna rağmen, hiçbir soruşturma ya da yargı kararı olmaksızın son 7 aydır toplumun bir kesimini terör örgütü, haşaşi, paralel devlet veya suç örgütü olmakla suçlayan Erdoğan, belli ki bahsini ettiği “cadı avı”yla bugüne kadar hukuk dışı ve keyfi yapıp ettiklerini kastetmiyor. Birkaç gün önce Erdoğan’ın, kendi kuklaları durumundaki sözde gazetecilere yaptığı açıklamalarda söylediği gibi, asıl cadı avı henüz başlamamış bile. Bugüne kadar üslubu ve yaptıklarıyla dört başı mamur bir despot görüntüsü sergileyen Erdoğan, belli ki önümüzdeki dönemde keyfilik ve hukuksuzlukta iyice vites büyütecek. Tüm sözleri ve ortaya çıkan kanıtlar maalesef böyle bir vehamete işaret ediyor.
Öyle ki, eski İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in gündeme getirdiği komplo adımlarını içeren 23 maddelik Hizmet Hareketi’ni bitirme planı tartışılıyorken Erdoğan’ın “Belli şeylerin oluşması gerekiyor. Bir proje geliştiriyoruz. O bitince süreç hızlanacak,” açıklaması Türkiye’nin yön şaşkınlığının hukuk ve insanlık dışı bir zemine doğru evrildiğini ortaya koyuyor. Erdoğan, yandaş gazetecilerin yönlendirmeli sorularına cevap verirken Yargıtay düzenlemesinin altındaki asıl gayeyi de ifşa ediyor. Yandaş gazetecilerin “İnlerine kadar gireceğiz diyorsunuz, girmeye başladınız mı?” sorusuna Erdoğan, “Yürütmenin adımlarını paralel yargı köstekliyor. Şimdi yaptığımız bazı yasal düzenlemeler Cumhurbaşkanı’nın önünde. Onun tarafından onaylanınca, hızlı adımlar atılacak… Kırmızı bültenler yayınlamaktan dava açmaya kadar her şey olacak. Onlar nasıl bize yüzlerce dava açtı, biz de onlara yüzlerce, binlerce dava açacağız. O zaman olay farklı gelişecek… Bir proje geliştiriyoruz. O bitince süreç hızlanacak” demişti.
Birileri yürütmenin bu hukuk tanımaz, bilmez başına acilen demokrasilerin ve hukuk devletinin olmazsa olmazı durumundaki güçler ayrılığı ilkesini ve yargının bağımsızlığını mutlaka hatırlatmalı. Yargıya müdahalenin ve yargıyı yönlendirmenin anayasal bir suç olarak eninde sonunda yargılanacağı uyarısında bulunmalı. Ama burada konumuz bu değil.
Konumuza dönecek olursak, malumunuz El Cezire Türkiye internet sitesi Pazartesi günü, Erdoğan hükümetinin hazırladığı ‘Hizmet Hareketi’ni bitirme planı’nın medyadan sonra yargı ayağının da hayata geçirildiği ortaya çıkardı. Eski İçişleri Bakanı Şahin’in soru önergesiyle deşifre ettiği planın ardından harekete geçen Erdoğancı bir savcının, Emniyet’e skandal fişleme talimatları verdiği öğrenildi. Today’s Zaman’da bugün ayrıntılarını okuyacağınız bu skandal, savcının hukuk dışı ve Anayasa’ya aykırı talimatlarıyla Erdoğan hükümetinin komploya yönelik eylem planındaki ifadelerin bire bir örtüştüğünü ortaya koyuyor.
11 Haziran 2014 tarihli savcılık talimatındaki Anayasa’ya ve hukuka aykırı talepler ‘soruşturma talebi’ şeklinde sıralanıyor. Yurtiçinde tüm il ve ilçelere kadar araştırma talep edilirken MİT, MASAK, TİB gibi devlet kurumları 76 milyon vatandaşı fişlemek için resmen harekete geçiriliyor. Talimatta Hizmet Hareketi’nin “silahlı bir terör örgütü” niteliği bulunup bulunmadığının tespit edilmesi gibi hiçbir delile dayanmayan, vatandaşların bir kısmını hedefe koyan hukuksuz talepler yer alıyor. Medyadan sivil toplum kuruluşlarına, akademi, okul, yurt, ev, dershane, şirket, vakıf ve derneklere ilişkin her türlü bilginin elde edilmesi talimatı, Erdoğan’ın ‘cadı avı’ projesini teyit ediyor.
Gırtlağına kadar rüşvet ve yolsuzluğa batarak tamamen yozlaşan bir iktidarın tasallutu altında demokrasi ve hukuk devletinden saparak yönünü kaybeden Türkiye’nin çivisinin iyice çıktığını söylemeyelim de ne yapalım? Siz söyleyin bana, başbakanının her geçen gün daha da despotlaşarak devleti hak ve hukuk tanımaz zorba bir mafyatik suç örgütü gibi yönetme eğilimi sergilediği bir ülkeyi başka nasıl adlandırabiliriz ki?

17 Haziran 2014 Salı

Çöküş ve siyasi olgunluk


Türkiye gerek iç siyaset, gerekse dış siyaset açısından tarihinin en zor döneminden geçiyor. Suriye ve Irak’taki gelişmelerle iyice kristalize olduğu gibi Türkiye’nin dış politikasında tam bir çöküş, tam bir hezimet yaşanıyor. Suriye ve Irak’ta Türkiye’yi tamamen edilgen bir sürece sokma ve en hayati çıkarlarını bile savunamaz hale getirme başarısını gösteren Davutoğlu stratejisi, çok iddialı olduğu Ortadoğu’nun genelinde de hızlanan bir ivmeyle baş aşağı bir seyir izliyor. Öyle ki, “Ortadoğu’da düzen kurucu ülke” olma iddiasıyla yola çıkan Davutoğlu stratejisi ve diplomasisi bugün bölgedeki belli başlı bütün başkentleri Türkiye’ye düşman etmiş durumda.
Şüphesiz ki, burnu havada, kibirli ve snop bir üslupla izlenen politikalardan farklı bir sonuca ulaşılması da beklenemezdi. Türkiye’nin uzun yıllar boyunca yaşadığı acı tecrübelerle edindiği diplomatik ve siyasi birikimini tamamen hiçe sayan, kendi ideolojik şablonları dışında kalan hiçbir görüşe kıymet vermeyen, hatta bu görüşleri dinleme zahmetine bile katlanamayan, farklı görüşleri küçümseyen, istişareye tamamen kapalı olan, en yapıcı eleştirileri bile düşmanlık veya ihanet olarak gören dar görüşlü bir zihniyetle Türk dış politikasının gelebileceği yer belliydi. Ne yazık ki Davutoğlu diplomasisinin vardığı yer beklenen ve korkulandan bile feci oldu.
Sadece Ortadoğu’da değil, Türkiye bugün hem Avrupa ile olan ilişkilerinde, hem de trans-Atlantik ilişkilerinde tarihinin en sorunlu dönemlerinden birini yaşıyor. Vaziyet o kadar berbat ki Avrupa ülkelerinin birçoğu kendi halkını bile birbirine düşman etmeyi başarmış bu ülkenin sürekli nefret pompalayan başbakanının muhtemel tahribatından kendini kurtarmak isteyen başkentler, bu başbakanın ülkelerini ziyaret etmekten vazgeçirmek için son derece aşağılayıcı bir üslupla açıktan çağrı yapma ihtiyacı duyuyor. Bütün bu tahkir edici çağrılara rağmen fiilen “istenmeyen adam” ilan edildiği ülkeleri ziyarette ısrar edince de, o ülke yönetimleri tarafından kendisine toplantı yapacağı salon vermemek için kırk dereden su getiriyorlar. Siz çevresindeki yalakaların “büyük dünya lideri” gibi temelsiz dalkavukluklarına bakmayın!  Bir ülke ve bir başbakan için gitmek istediği ülkelerce açıktan refüze edilmesinden daha onur kırıcı, daha zelil ve daha berbat ne olabilir ki!
Geçmişteki konjonktürel başarıların verdiği sarhoşluk ve güç zehirlenmesiyle kişilik deformasyonuna yol açacak ölçüde her biri büyük birer kibir abidesine dönüşen iktidar aktörlerinin Türkiye’ye içeride ve dışarıda yaşattıkları ortada. Anti-demokratik politikalar, hak ve hukuk tanımayan uygulamalarla içeride Türk halkını polarize ve birbirlerine düşman eden Erdoğan ve adamları, muhatapları tarafından “küstahlık” olarak tanımlanan üsluplarıyla dışarıda da Türkiye’yi hızla izole ediyorlar. İçerideki istişare yokluğu ve farklı fikirleri düşmanlaştırma eğilimin dış politikada da aynısıyla tekrarlandığına şahitlik ediyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse, Irak siyasetinin çökmesi, Suriye siyasetinin çökmesi, Mısır ve İsrail siyasetinin çıkmaza girmesinin başka bir açıklaması bulunmuyor. AB ve ABD ile olan gergin ilişkiler, Ukrayna ve Kırım gelişmelerinden sonra Rusya ile olan ilişkilerdeki kafa karışıklığı, yönünü yitirmiş bir aktörün sağa sola yalpalayan, şuursuzca oraya buraya çarpan bir bilinçsizlik hali sergiliyor.
Dışarıda olduğu kadar içeride de sebep olunan sosyo-politik fragmantasyon ve sürekli serpilen nefret ve düşmanlık tohumlarıyla beslenen kutuplaşma Alevilerle Sünniler, Kürtlerle Türkler, muhafazakarlarla seküler çevreler, sivil toplum hareketleriyle devlet iktidarını gasp etmiş klikler arasında düşmanlığa varan sorunlara ve kırılmalara yol açıyor.
Hem içerideki, hem de dışarıdaki bu yakıcı sorunların temelinde ise iktidara çöreklenmiş bu dar ve azgın kliğe hakim olan şahsiyet hamlıkları ve ülkenin hava ve su kadar ihtiyaç duyduğu siyasal olgunluktan ciddi mahrumiyetleri bulunuyor. Öyle ki, Türk siyasetinin son 12 yılına damgasını vuran iktidar partisi çevrelerinde, son birkaç yıldır tutarlılık ve ilkeli tavırdan uzak şahsiyetsizlikten bol bir şeye rastlanamazken, siyasal olgunluk ise yokluğundan en fazla mustarip olunan değeri teşkil ediyor. İşte böyle bir vasatta, gırtlağına kadar hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet ve yozlaşmaya batmış AKP ve Erdoğan hükümetinin ülkeyi sürüklediği uçurumun büyük oranda farkında olduklarından dolayı, özellikle son zamanlarda muhalefette beliren siyasal olgunluk emareleri, siyasetteki kısır döngünün sebep olduğu hayati sorunlar ve karamsarlıktan bunalmış geniş kitlelere büyük bir umut veriyor.
30 Mart 2014 yerel seçimleri öncesinden başlayarak siyasi yelpazenin ortasında birbirine zıt konumda bulunan muhalefet partilerinden CHP ve MHP arasındaki ilişkilerde gözlenen bu siyasal olgunluk tecrübeleri özellikle Türk siyasetinin geleceğini sağlıklı bir zemin üzerinde şekillendirmede büyük önem arz ediyor. Türkiye’nin ve Türk siyasetinin muhtaç olduğu bu yeni siyasi anlayış, şimdilik çok somut ve başarılı sonuçlar almamış olsa da, gelecek için umut veriyor. Doymak bilmez siyasal iktidar hırsının sebep olduğu körlükle Türkiye’yi uçuruma sürükleyen Erdoğan’a bir “dur” diyebilmek için cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik MHP lideri Devlet Bahçeli’nin ortaya attığı “muhalefetin ortak bir çatı adayı gösterme” teklifi bahsini ettiğimiz bu siyasal olgunluğun güzel bir örneğiydi. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun ise, Türk siyasetinde örneğine fazla rastlanılmayan bu yerinde teklifi kabul etmenin de ötesine geçerek uygulamaya geçirmek için bizzat kolları sıvaması ise çok daha büyük bir siyasal olgunluktu.  
Seküler ve Kemalist bir sol geçmişe ve geleneğe sahip CHP’nin muhafazakar, dindar ve sağ kimliğiyle bilinen saygın bir ilim adamı olan İslam İşbirliği Örgütü (OIC) eski Genel Sekreteri Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nu ortak “çatı adayı” olarak MHP’ye teklif etmesi ise Türk siyasetinde bilinen tüm ezberleri bozan ve geleneksel tüm kalıpları yıkan devrim niteliğindeki bir adımdır. Uluslararası çapta değerli bir ilim adamı ve iyi yetişmiş yetenekli bir diplomat olan İhsanoğlu, gireceği cumhurbaşkanlığı yarışında başarılı da olabilir, başarısız da. Bu konuda yorum yapmak için henüz erken. Sonuçları bekleyip göreceğiz. Ama gönül rahatlığıyla şimdiden şunu söyleyebilirim ki, İhsanoğlu kazansa da kazanmasa da cumhurbaşkanlığı seçiminin kazanını İhsanoğlu’nu ortak aday gösterme olgunluğunu sergileyen CHP ve MHP olmuştur. Gösterdikleri bu siyasal olgunluktan dolayı Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’nin şahsında CHP ve MHP ne kadar takdir ve tebrik edilse azdır.
Seçimlerde AKP’ye oy vermiş seçmenler de dahil olmak üzere CHP ve MHP’ye gönül vermiş kitlelerin yanı sıra tüm diğer siyasi parti ve gruplar da, bugün Türkiye’nin en fazla ihtiyaç duyduğu istişare, uzlaşı arayışı ve siyasal olgunluğun bir semeresi olan İhsanoğlu formülüne umarım sahip çıkar. Yine umarım ki, ortaya çıkan isimden ziyade, bu süreçte benimsenen siyasal üslubun ve incelikli medeni tarzın kıymeti her kesim tarafından takdir edilir ve bunun gereği yapılır.  
Muhalif partilerin ülkenin ve milletin çıkarları, hukuk sisteminin yeniden tesisi demokrasinin geleceği için attıkları ilk adım niteliğindeki bu uzlaşı, anlayış birlikteliği ve sergiledikleri siyasal olgunluk ülkemiz ve milletimize hayırlı olsun!