31 Aralık 2015 Perşembe

Keşke

Tıpkı 1925 (Kürtler ve dindarlar için), 1937 (Aleviler için), 1942 (gayr-i Müslim vatandaşlarımız için), 1960 (muhafazakarlar için), 1980 (tüm askeri darbe mağdurları için), 1997 (yine dindarlar için) gibi Türkiye tarihine görülmedik bir “zulüm ve baskı yılı” olarak geçecek 2015 yılı boyunca yaşanan haksızlıkları, hukuksuzlukları bu yazıda anlatabilirdim. Ama bunu yapmayacağım. Madem ki her yeni yıl yeni bir başlangıç, ben de yeni yılın bu ilk yazısında bu yeni başlangıca dair umutlarımı, temennilerimi dile getirmeye çalışacağım. En büyük dileğim odur ki, son gününe vardığımızda 2016 yılı da bir zulüm yılı olan 2015 gibi tarihe bir “yad-ı kâbih” olarak geçmez.
Keşke 2016 yılında, Türkiye’de kimsede huzur bırakmayan Kürt sorunu, siyasi çıkar hesaplarıyla terör örgütü PKK ile yürütülen kirli pazarlıklardan ya da girişilen kirli savaştan ibaret görülmese. Bu ülkede yaşayan herkesin Avrupa Birliği norm ve standatlarında haklarını, özgürlüklerini, hukukunu koruyacak gerçek bir özgürlükçü demokratik hukuk devletine yakışır adımlar hızla atılsa. Muhatap olarak tüm Kürt vatandaşlarımız alınsa, hak ve özgürlükleri PKK başta olmak üzere hiç kimseyle al-vere dayalı çirkin pazarlıkların konusu edilmese. Tüm hak ve özgürlükleri çağdaş demokratik değerler çerçevesinde derhal teslim edilse. Kürt sorunu tek adam rejimi peşindeki muhterislerin siyasi ihtiyaçlarına göre bazen şiddetten uzaklaşıp, ihtiyaca göre şiddete teslim edilen bir istismar alanı olmaktan çıkarılabilse. Ülke her sorunu siyasi amaçları doğrultusunda araçsallaştıran muhteris despotların tahakkümünden bir an önce kurtulsa. Barış, huzur ve istikrar yeniden gelse. 
Keşke 2016 yılında, başkalarının haklarını ihlal etmemek kaydıyla, kim nasıl istiyorsa öyle yaşayabileceği bir özgürlükler ülkesi olmayı başarabilsek. İnançlarından, düşüncelerinden ya da yaşam tarzından dolayı kimsenin kimseyi yargılamadığı, aşağılamadığı, ötekileştirmediği, düşmanlaştırmadığı bir toplumsal olgunluğa erişebilsek. Mesela Alevi vatandaşlarımız istediği gibi yaşayıp, istedikleri ibadet mekanlarında ibadet edebilseler, dini anlayışları çerçevesinde inançlarını yaşayabilseler. Bunun kime ne zararı olur. Gayr-i Müslim vatandaşlarımız ise “gayr-i Müslim” diye tanımlanmaya bile ihtiyaç kalmayacak bir özgürlük atmosferinde dinlerinin gereğini özgürce yerine getirebilseler.İhtiyaç duydukları dini eğitim ve dinadamı yetiştirme imkanlarına hiç bir koşula tabii olmadan kavuşabilseler. Bu vatandaşlarımızın en tabii hakları keşke hak-hukuk bilmez despotların çirkin pazarlıklarına konu edilmese. Ezan seslerinin çan sesleriyle raks ettiği kadim kültürümüzün ruhuna uygun bir şekilde toplumsal ve kültürel zenginliğimizin rengarenk unsurları olarak hiçbir endişe taşımadan, tehdit hissetmeden, tam bir demokratik çoğulculuk atmosferi içerisinde huzur ve mutlulukla yaşayabilseler.
Keşke 2016 yılında, kadınlara da huzur, güven, eşitlik ve adalet gelse. Yeni yıl dövülme, sövülme, ayrımcılığa uğrama ve hatta öldürülme endişesi taşımadan geçirebilecekleri bir yıl olsa. Pek çok şey kökten değişse de sırf cinsiyetinden, yaşamveya giyim tarzından dolayı tek bir kadının bile mağduriyet yaşamadığı medeni ve nezaketli bir toplum olabilsek. Son araştırmalar 2015 yılında yazılı basında kadınlara yönelik sözlü, fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik şiddete dairhaberlerin geçen seneye göre yüzde 20 arttığını gösteriyor. Muhtemeldir ki bu çirkin vakaların sayılarında da benzer bir artış söz konusu. Umarım yeni yıl bu utancı tekrar yaşayacağımız bir yıl olmaz
Keşke 2016 yılında, basın ve ifade özgürlüğü gerçek demokratik hukuk devletleri seviyesine ulaşabilse. Despotik baskılar ve müdahaleler sonucu 1300 gazetecinin işini kaybettiğ, 15 TV kanalının birden kapatıldığı, bünyesinde 2 ulusal TV kanalı ve 2 ulusal gazete olan bir medya grubuna el konulduğu, özgür ve bağımsız gazetecilerin bizzat cumhurbaşkanı ve başbakan tarafından açılan yüzlerce keyfi ve hukuksuz davayla bunaltılarak kitlesel mobinge maruz bırakıldığı 2015 benzeri bir yıl olmaz. Keyfi talimatlarla gazetelerin ve televizyonların yazı işlerine polis baskınları düzenlenmez. Onlarca gazeteci sırf gazetecilik yaptıkları için uyduruk mahkemelerce gerekçesiz tutuklanarak hapse atılmaz. Gerçek gazeteciler despotlaşan iktidar çevrelerinin, medyadaki kiralık lejyonerlerinin yılışık ve arsız alkışları eşliğinde,tehditlerine maruz kalmaz. Umarım halka haber vermeleri gerekirken aldıkları tehditler, hedef oldukları baskınlar, gözaltılar, tutuklamalar, el koymalarla gazete, TVler vegazeteciler bu yıl da kendileri haber konusu olmaz. Ve umarım Hidayet Karaca, Mehmet Baransu, Gültekin Avcı, Can Dündar, Erdem Gül başta olmak üzere cezaevindeki 30 gazeteci derhal ögürlüklerine kavuşur. 
Keşke 2016 yılında, hırsızlık, yolsuzluk yapıp, tarihin görebileceği en büyük rüşvetleri alırken suçüstü yakalanan muktedirlerin masum insanlara yönelik giriştikleri kitlesel cadı avları bir son bulsa. 0-5 yaşındaki bebeklerin olduğu kreşler ağır silahlı polisler eşliğinde basılmaz. Sırf yolsuzluklara ve hukuksuzluklara itiraz ettikleri için Hizmet Hareketi’ne yakın görülen masum kadınlar, yaşlılar ve tüm hayırsever insanlar gözaltına alınıp, tutuklanmazlar. Türkiye’nin en başarılı okullarınaen nezih yurtlarına, en temiz şirketlerine, en ilkeli medya kuruluşlarına baskın üzerine baskınlar yapılmaz. Ülkenin en muteber şirketlerine ve bankalarına keyfi ve hukuksuz bir şekilde el konulmaz. Umarım Anayasa’yı, evrensel hukuk ilkelerini, demokratik teamülleri ve teşebbüs hürriyeti ile mülkiyet hakkına saygıyı gerektiren özgürlükçü ve rekabetçi piyasa ekonomisi ile mülkiyet dokunulmazlığını esas alan İslam ahlakını hiçe sayan despotluk heveslisi muktedirlerin masumlardan hesap sorduğu değil, yaptıkları hukuksuzluk ve zulümlerin hukuk önünde hesabını verecekleri bir yıl olur 2016
Keşke 2016 yılında, Türkiye’nin eğitim sistemine sihirli bir el değse de eğitime aktarılan onca mali kaynağa rağmen işbilmezlerin elinde dünyanın en berbat eğitim kalitesine sahip bir ülke olmaktan çıksak. Aldıkları 12 yıllık sözde eğitimden sonra yapılan üniversite sınavlarında onbinlerce gencin sıfır veya daha altı sonuç aldığı kepazelik umarım bir son bulur. PİSA’da alay konusu olan sonuçlar, OECD sıralamasında utanç duyulan sıralamalar geçmişe ait fecaatler ve kötü hatıralar olarak kalır. 
Keşke 2016 yılında, şehirlere ve doğaya yönelik katliamlar ve işgaller bir son bulsa. Yabancı gözlemcilerin bile “Arapların petrolü varsa, Erdoğan’ın da İstanbul’u var. Araplar petrolü, Erdoğan İstanbul’u satarak parasını kullanıyor” şeklinde görükleri çarpık anlayış artık bir son bulsa. Elbette ki satılan sadece İstanbul, onun tarihi ve güzellikleri değil. Tüm ülkenin tarihi dokusu, doğal zenginlikleri, nehirleri, ormanları, gölleri, kıyıları... Bu talan düzeni umarım 2016’da son bulur. Doymak bilmez muhteristalancılardan hukuk önünde hesap sorulur. 
Keşke 2016 yılında, zengin azınlık ile yoksul kitleler arasındaki gelir uçurumu daha da genişlemese. Adaletsiz gelir dağılımı, yolsuzluklar, rüşvetler, talanlarla, kayırmalarla, yandaş işadamlarına peşkeş çekilen ballı kamu ihaleleriyle birileri özenle zenginleştirilirken, geniş kitleler yokluğa ve yoksulluğa mahkum edilmese. 2002-2012 arasında en zengin yüzde 1’lik kesimin milli gelirden aldığı payı yüzde 39’dan yüzde 54’lere çıkaran gelir uçurumu ve sosyal adaletsizlik bir son bulsa. Keşke 1150 odalı şataftlı saraylar, 250 odalı gösterişli malikaneler, sayısı belli olmayan lüks villalar, devasa uçaklar, en pahalısından makam araçları ile itibar aranacağına sosyal adaletle, topluma yayılmış adil refahla itibar aransa. Halk işsizlik ve yoksulluk içerisindeyken siyaseti ve devlet adamlığını hak edilmemiş bir zenginliğe, lükse, şatafata ve debdebeye ulaşma yolu olarak gören müsrif ve çarpık zihniyet keşke bir an önce tarihe karışsa. 
Keşke 2016 yılında, yakın zamana kadar dostluk ilişkisi içerisinde bulunduğumuz tüm ülkelerle kısır çekişmeler ve şahsi ihtiraslarla başlatılan düşmanlıklar son bulsa. Birilerinin şahsi ihtiraslarını tatmin etmek için artık bir dğnya savaşı çıkarma potansiyeline erişmiş olan Suriye ve Irak’therkese daha fazla kan ve gözyaşı vaat eden aptalca yanlışlardan vazgeçilse. Türkiye’yi tüm dünyada radikal terör örgütleri ile anılan bir ülke haline getiren basiretsizlik, ferasetsizlik ve ihtiraslar bir son bulsa. Rusya, Mısır, Libya gibi ülkelerin halklarıyla yapıcı ilişkiler yeniden kurulabilse. Dış politikamız ırkçılık ve mezhepçiliğin yanısıra kendini ve haddini bilmez güç budalalarının elinden bir an önce kurtulsa. Muhteris muktedirlerin doyumsuz ihtiraslarının ağır bedelini kıyıya vuran masum bebekler ödemek zorunda kalmasa.

29 Aralık 2015 Salı

Kanayan yara

Üstü bir türlü kabuk bağlayamayan derin kesikler gibi kanayan yaralarımızla fersiz mecalsiz bir yılın sonuna daha geldik. Üstelik geçmiş yıllarda açıldığı halde hala kanayan yaralarımıza bu yıl yenilerini de ekledik. Hayatın bütün alanlarıyla kıvranan, acı çeken, huzursuz ve tedirgin bir yılı geride bıraktık. Koskocaman bir yıl boyunca ne geçmişin yaralarını sarabildik, ne de o yaralara yenilerinin eklenmesine mani olabildik. Arkada bırakmakta olduğumuz yılın yaptığı yıkım ve tahribattan, omuzlarımızda ve duygu dünyamızda bıraktığı taşınması güç ağır yüklerden dolayı başlayacak yeni yıla dair umutlarımız bile fersiz.
Mesela, 28 Aralık 2011 gecesi Roboski’de çoğu çocuk yaştaki 34 vatandaşımızın bir istihbarat-siyaset-emir-komuta zincirinin karar ve eylemi neticesinde savaş uçakları tarafından bombalanarak katledilmesinin açtığı yara hala kanamaya devam ediyor. Bu elim katliamın üzerinden tam 4 yıl geçmesine rağmen sorumlular bir türlü açığa çıkarılmıyor. Adalet yerini bir türlü bulmuyor. Süren adaletsizliklerle acılar tazelendikçe açılan yaralar kanamaya devam ediyor. En kahredici olanı ise muhtemel sorumluların cezasızlık konforuyla yeni yaralar açmada rol alma ihtimalleri. 
Roboski’nin açtığı yaralara 32 vatandaşımızın katledildiği Suruç’taki, 102 vatandaşımızın katledildiği Ankara’daki intihar saldırılarının acısı da eklendi. Öldürenlerin arkasındaki güçler gölgede, ölenler ise öldükleriyle kaldılar. Yakın çevrelerinde sessizce kanayan yaralar bırakarak ülke tarafından unutulmaya terkedildiler. Bu acılar daha sıcacıkken insan hakları savunucusu Tahir Elçi’yi de katlettiler. Elçi tam da yaşadığı hayata yakışacak bir duyarlılıkla insanlık mirası bir tarihi Camii’nin minaresinin gördüğü hasara dikkatleri çekerken hayatı boyunca mücadele ettiği fail-i meçhul(!) kurşunlardan birinin kurbanı oldu.  Bu cinayet bir türlü kabuk bağlayamayan yaraları kanatırken bir vicdan sızısı gibi gelip bütün vicdan sahiplerinin yüreğine oturdu.
Tahir Elçi’nin insanlarının hayatlarına olduğu gibi tarihi dokularının üzerine titrerken canından olduğu şehirler, kasabalar terör örgütü PKK’nın şehir savaşlarına cevap veren asker-polisin kuşatmaları ve uzun sokağa çıkma yasaklarıyla sivil halkı ile birlikte can çekişir oldu. Okullar kapatıldı. İnsanlar evlerine hapsoldu. Yüz binlercesi baba yurtlarını terk etti. Onlarcası serseri kurşunların, PKK’nın bubi tuzaklarının, tank ateşlerinin kurbanı oldu. Kendi sınırlarımız içerisinde Suriye manzaraları görmeye bile o kadar çabuk alıştık ki. Alıştık alışmasına ama çok şeylerimizi yitirdik. 3 aylık Miray bebekleri, onları kurtarmaya çalışan 80’lik dedeleri, vurulduğu sokak ortasında cesedi 7 gün boyunca alınamayan anneleri yitirdikçe sadece kurşunların açtığı yaralar değil, herkesin yüreği kanadı.
Esed zulmünün yanı sıra Erdoğan rejiminin ihtiraslı politikaları milyonlarca Suriyeliyi mülteci durumuna düşürdü. Elbirliğiyle yüz binlercesinin ölümüne yol açarken 3 milyona yakın Suriyeli Türkiye’ye sığınmak zorunda kaldı. Ne kadar acıdır ki Erdoğan rejimi bu trajediyi bile uluslararası alanda yalnızlığını ve köşeye sıkışmışlığını aşmada bir şantaj aracı olarak kullanabildi. Zavallı Suriyelilerin bir türlü kabuk bağlamayan sıcacık yaraları çıkarcı siyaset uğruna deşildikçe deşildi. Çirkin al-ver pazarlıklarıyla Avrupa’yı dize getiren bu şantaj politikası Aylan bebeklerin cansız bedenleri kıyıya vurdukça bütün Türkiye’nin ve insanlığın bir utancına dönüştü.
Üzerinden geçen 1,5 yıla rağmen Soma’da katledilen 302, Ermenek’te katledilen 18 madencinin ne geride bıraktıkları acı dindirilebildi ne de bu katliamda siyasi ve idari sorumluluğu olanlardan bir teki bile hesap verdi. Adaletle sarmalanmayan yaralar derinleştikçe derinleşip kanadıkça kanayan kocaman bir toplumsal yaraya dönüştü. İnsan hayatına kıymet vermeyen çıkarcı siyasi iktidar ve yöneticiler ihmalleri sonucu ölen yoksul madencilerin yakınlarından özür dilenmezken, yargıya hesap vermek yerine mağdur yakınlarına hakaret edip bir de tekmeleyenler ödüllere boğuldu.
Kanayan sadece insanların bedenlerinde, ruhlarında açılan yaralar değildi elbet. 17/25 Aralık 2013’te ortaya çıkarılan büyük yolsuzluk ve rüşvet skandalından bu yana sistematik olarak yok edilen demokratik ilke ve değerler, hukuki kurumlar ve kurallar 2015 yılında siyasi bir sorun olmaktan çıkıp, toplumun tüm muhalif kesimlerine yönelik soykırımı çağrıştıracak kitlesel bir zulme ve tenkil kampanyasına dönüştü. Suçüstü yakalanan muktedirler kendi suçlarının üzerini örtebilmek için bağımsız yargıyı yok edip yerine koydukları proje ekiplerle masum insanlara yönelik terör estirdiler. 
Erdoğan rejimi tarafından keyfi ve hukuksuz bir şekilde kesintisiz sürdürülen cadı avları ve nefret operasyonlarıyla yüzlerce kreş, okul ve yurda ağır silahlı polisler eşliğinde baskınlar düzenlendi. Türkiye’nin en başarılı özel İslami bankası olan Bank Asya Erdoğan rejimi tarafından batırılmaya çalışıldı. Tüm çabalarına rağmen batmayınca hukuksuz bir şekilde el konularak gasp edildi. Bu yöntem daha sonra Koza-İpek Holding, İpek Medya Grubu ve Kaynak Holding gibi diğer başarılı özel şirketler için de kullanıldı. Ne teşebbüs hürriyetine duyarlılık, ne de mülkiyet hakkına saygı gösterildi. Türkiye’nin Turgut Özal’dan bu yana bin bir emekle inşa ettiği ekonomik kurum ve değerlerin tamamı hunharca yok edildi. Yerli ve yabancı yatırımcıların Türkiye’ye olan güveninde kanayan bir kocaman yara açıldı.
Medyaya ve gazetecilere yönelik tehditler ise 2015 yılında zirve yaptı. İpek Medya Grubu gazeteleri ve televizyonlarına cebren el konuldu. Bünyesinde 14 TV kanalı olan Samanyolu Yayın Grubu yayın yapamaz hale getirildi. Farklı medya gruplarındaki muhalif gazeteciler patronlarına tek tek isimleri verilerek işlerinden attırıldı. Gasp edilen, tüm yayın platformlarından ve tekel durumundaki ulusal uydudan hukuksuz bir şekilde atılarak yayın yapamaz hale getirilen medya gruplarında çalışan yüzlerce gazeteci ve yayıncı işsiz, aileleri aşsız bırakıldı.
Daha fecileri de oldu. Bugüne kadar adları en ufak suça bile karışmamış, hiçbir şiddet veya terör eylemiyle anılmamış yüzlerce eleştirel gazeteciye “Cumhurbaşkanına hakaret”, “Başbakana hakaret”, “terör örgütü kurucusu olmak”, “terör örgütü üyesi olmak”, “casusluk yapmak” gibi örneklerine ancak adi diktatörlüklerde rastlanabilecek mesnetsiz iddialarla davalar açıldı. Benim gibi birçok gazeteci bu davalarla fiilen iş yapamaz hale getirildi. Onlarca gazeteci gözaltına alındı. Onlarcası ise yargısız bir şekilde tutuklanarak hapse atıldı.  Bugün hapisteki 32 gazeteci ile Türkiye en fazla gazetecinin hapiste olduğu ülkeler arasında ilk sıralarda geliyor. Özgür düşüncenin prangalandığı, gazetecilerin kelepçelendiği, muhaliflerin tehditlerle sindirildiği, bağımsız medyanın susturulduğu bir ortamda gerçekler ve hakikat büyük bir yara aldı.   
            Öte yandan, “tabii hakim”, “bağımsız ve tarafsız yargı” gibi evrensel hukuk ve yargı ilkelerini hiçe sayarak uyduruk mahkemeler oluşturan Erdoğan rejimi, bu ülkede yaşayan herkesi hukuk güvencesinden mahrum bıraktı. Partizanları arasından seçtiği tetikçi savcılardan ve yargıçlardan oluşan Erdoğanist yargı müfrezeleri oluşturarak yargıyı bir silah gibi kullandı. Bu yargı müfrezeleri muhalif herkesi yok eden bir yargısal balyoz işlevi gördü ve verdikleri kararlarla hukukilikte ve adalette direnen savcıları ve hakimleri bile sorgusuz-sualsiz tutuklayabilen bir cellatlık sistemine dönüştü. Derin yaralarıyla adalet duygusu zedelenirken, hukuk ve yargı kan kaybından ziyan oldu. Tıpkı Türkiye’nin özgürlükçü bir demokratik hukuk devleti olma hayallerinin ziyan olması gibi.

27 Aralık 2015 Pazar

“Terörist”

Uluslararası çevrelerde tanımı konusunda tam bir mutabakat olmasa da “terör” denildiğinde neyin kastedildiği, “terör örgütü” ve “terörist”in ise kimler olduğu konusunda genel geçer bir anlayış birlikteliği vardır. Hukukun olmadığı, uluslararası hukukun ve evrensel teamüllerin umursanmadığı keyfi ve despotik rejimlerde ise “terör”, terör örgütü” ve “terörist” tanımlamaları ve yaftalamaları hedef alınan kişiden kişiye, gruptan gruba ve farklı dönemlerde farklılıklar gösterir. Bu tanımlama ve etiketlemelerde ne bir ilkeli olma şartı aranır, ne de tutarlı olma. Hukukla birlikte insanların hak ve özgürlüklerini, izzetini, onurunu ve şahsiyetini hiçe sayan o ülkenin hukuksuz muktedirleri neye “terör”, kimlere “terör örgütü” ve “terörist” diyorsa o ülkede artık terör, terör örgütü ve terörist onlarmış gibi bir algı oluşturulur. Sonra da oluşturulan o mesnetsiz algıya dayalı olarak onlarca, yüzlerce, binlerce, on binlerce masum insan o ülkedeki gerçek teröristlere uygulamaktan sakınılan tüm takibatların, operasyonların ve keyfi cezalandırmaların hedefi olur.
            Mesela, insanlık dışı terör ve vahşet eylemleri uluslararası toplum tarafından korku ve dehşet içerisinde izlenen IŞİD, el-Kaide gibi radikal terör örgütleri o ülkede artık terör örgütü olarak görülmez. Epey bir ayak sürüdükten sonra uluslararası toplum ve güçlerin baskılarına direnemeyerek ve gözlerine hoş görünmek için retorik düzeyde “terör örgütü” ve “terörist” olarak gönülsüzce bahsedilen eli kanlı bu örgütlere ve militanlarına karşı göstermelik bazı operasyonlar da yapılıyormuş gibi yapılır. Bu göstermelik operasyonlar ve gözaltılar üzerinden sözkonusu terör örgütleri ile mücadelenin bir parçası olunduğu gibi üzerinde iyi çalışılmış mühendislik harikası bir izlenim uluslararası topluma başarıyla verilir. Ancak günün sonunda bu operasyonlarda kimlerin yakalandığı ve yargı önüne çıkarıldığına bakıldığında bu operasyonların tamamen bir algıdan ibaret olduğu gibi bir sonuçla karşılaşılır.
            Neticede, IŞİD ve el-Kaide’nin kolayca militan devşirdiği belli başlı ülkelerden biri olunduğu halde cezaevlerinde yargılanmayı bekleyen doğru dürüst IŞİD ve el-Kaide militanlarına rastlanmaz. Hele hele haklarında terörden yargılama yapılmakta olan ya da bu konuda haklarında hüküm verilmiş bu örgüt mensubu olan gerçek teröristlerin örneğine pek rastlanmaz. Tam tersine “terör örgütü”, “terörist” ve “vatan haini” damgası yeme, kendilerine karşı yapılacak hukuksuz ve keyfi operasyonları ve yargılamaları göze almak pahasına hala sesini yükseltme cesaretini gösterebilen bir avuç medya, bağımsız gazeteci ve bazı muhalifler dışında bu tuhaf durumu sorun eden de bulunmaz. Ama ne yazık ki, uluslararası medya ve toplum artık o ülkenin adını gerçek terör örgütleriyle birlikte anmaya çoktan başlamış ve  teröre destek veren bir ülke olarak görür hale gelmiştir.
            Bir de tabii o ülkenin muktedirlerinin dönemsel ihtiyaçlarına ve konjonktürel siyasi çıkarlarına göre “terör örgütü”, “terörist” olarak tanımladıkları gruplar vardır. Hukuk kuralları ve ahlaki tutarlık umurlarında olmayan muktedirler ve gazeteci, bilim adamı görünümlü t şahsiyetsiz yardakçıları, tıpkı terör örgütü PKK örneğinde olduğu gibi, ihtiyaca göre bir terör örgütünü dünyanın en barışçıl sivil toplum örgütü gibi de lanse edebilir. Çıkarlarına uymadığı andan itibaren ise sadece PKK’yı değil, PKK ile doğrudan alakalı olmayan barış insanlarına bile kolayca “terörist” damgasını basıp, önce linç kampanyalarına hedef haline getirebilir ve sonra da büyük bir maharet ve ustalıkla ortadan kaldırabilirler.
            İçeriği kamuoyunca bilinmeyen gizli hedefler için yıllarca birlikte yol aldıkları, her türlü faaliyetlerine ve güç devşirme çabalarına göz yumdukları sadece terör örgütü hedeflerinde değildir artık. Akıl almaz bir akıl tutulması ve intikam güdüsüyle topyekün bir etnik varlığı düşman olarak görür ve günlerce, haftalarca yüzbinlerce nüfuslu şehirlerde terör estirip sivillerin can güvenliğini hiçe sayarlar. Üç aylık bebeklerden, 80 yaşındaki yaşlılara kadar onlarcasının öldürülmesine büyük bir soğukkanlılıkla devam edilmesini görmezden gelirler.
            Bu muktedirlerin, tüm dünyanın en büyük terör örgütleri olarak gördüğü IŞİD ve el-Kaide gibi radikal terör örgütleriyle sahici anlamda mücadele etmek şöyle dursun fırsat buldukça bu örgütlere destek olduklarından bile şüphelenilir. Öte yandan İBDA-C gibi radikal İslamcı terör örgütleriyle açıktan sarmaş dolaş olmaktan bile çekinmezler. Sonra da dönüp ele geçirdikleri devletin tüm imkanlarını kullanarak hayatları boyunca ellerine silah almamış, gönüllülerinin tek bir şiddet eylemine rastlanmamış Hizmet Hareketi gibi dünya çapında eğitim, diyalog, barış ve hayır çalışmalarıyla bilinen bir sivil toplum örgütünü “terör örgütü” diye yaftalayıp, IŞID, el-Kaide, İBDA-C ve dönemsel olarak PKK’dan esirgedikleri her türlü keyfi ve hukuksuz operasyonun hedefi haline getirirler.
            Hatta, MİT ve Genelkurmay Başkanlığı’nın 2000’lerin başından itibaren takip ederek raporladığı, oluşturdukları şiddet ve terör tehdidi konusunda emniyet güçlerini defaatle uyardığı, açık kaynaklarda bile el-Kaide bağlantılı olduklarının ispatlandığı Tahşiye gibi bir radikal gruba, muktedirlerin o dönemki siyasi ihtiyaçlarına uygun gördükleri için büyük şehvet ve heyecanla destek verdikleri operasyonları yapan polisler ve savcılar bugün “terör örgütü” ve “terörist” olarak yargılanabiliyor.
            Geçtiğimiz hafta salı ve cuma günleri İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde izlediğim adına yargılama değil ancak bir “budalalık komedyası” diyebileceğim duruşmalarda polis şeflerinin ve Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca’nın avukatları tarafından masumiyetlerine dair somut delillere rağmen ve son dakikada MİT ve Genelkurmay’dan gelen belgelerle resmen ve fillen çöktüğü halde devam ettirilen davada tek bir tutuklunun bile tahliye edilmemesinin şokunu ve utancını hala atlatabilmiş değilim. İddialarını ispatlayabilecek hiçbir somut delil ve gerekçe ortaya koyamayan deli saçması bir iddianame ile “terör örgütü” kurmak, yönetmek ya da üye olmakla suçlanan masum insanların talimatla hareket ettiğinden şüphe duyulan bir mahkeme tarafından tutsak edilmesi vicdanları kanatıyor. 
            Son bölümleri 2009’da yayınlanan bir TV dizisinin senaryosundaki, dahli olmayan tek cümlelik kurgusal bir replikten dolayı bir medya grubunun başkanı 1 yılı aşkın bir süredir, üstelik hakkında 25 Nisan 2015’te bir mahkeme tarafından tahliye kararı verildiği halde, halen tutuklu ve tutsak bulunuyor. Operasyonun yapıldığı 2010 yılında terörist olarak görülen ama ihtiyaçları değiştiği için artık muktedirlerin el çabukluğuyla masum olduklarına hükmettikleri el-Kaide terör örgütü bağlantılı Tahşiye grubuna operasyon yapıp gözaltına alan, bu başarılarından dolayı aynı iktidar tarafından kamuoyu önünde açıkça övülüp, ödüllerle taltif edilen polis müdürleri ve memurları ise bugün aynı davada terör örgütü kurmak ve yönetmekle yargılanıyorlar. 1,5 yıldır tutsak tutuluyorlar.
            Görevleri gereği devletin kendilerine verdiği yasal silahlar “terör” unsuru gibi sunulup, suç delili sayılıyor. Çoğunun emekliliğine çok az zaman kaldığı halde polislik meslek hayatları boyunca bugüne kadar tek bir disiplin suçuna bile rastlanmadığı söylenen bu polisler sadece ve sadece hukuk çerçevesinde görevlerini yaptıkları için “terörist” olmakla suçlanıp, tutuklu yargılanıyorlar. Herkesin gözlerinin önünde hukuk yok sayılıyor ve bağımsız yargı olma vasfını yitirmiş yargıçlar marifetiyle mahkeme salonlarında akılalmaz zulümler yapılıyor.
            Tıpkı uzun zulümler listesine her gün bir yenisi eklenen“cadı avı” ve nefret operasyonları”nda olduğu gibi. Fakir öğrencilere burs vermek, yardım kuruluşlarına bağışta bulunmaktan başka suçu(!) olmayan onlarca insana yönelik her gün yeni bir operasyon ve zulüm gerçekleştiriliyor. Cumartesi günü ise masum insanlara “terörist” muamelesi yapılan adres bu sefer Çanakkale idi. Aralarında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nin başarılı eski Rektörü Prof. Dr. Sedat Laçiner'in de bulunduğu 28 kişi gözaltına alındı. Tıpkı Hitler’in toplama kamplarında olduğu gibi soğuk kış şartlarında ısıtılmayan bir spor salonunda tutulan hayırseverler neyle suçlanıyorlar dersiniz? Fakir üniversite öğrencilerine burs vermekle...
            Prof. Laçiner’in suçlanarak gözaltına alınmasına gerekçe yapılan meblağın ise 150 TL’lik (50 dolar) bir bağış olduğu söyleniyor. Aklını, vicdanını ve ruhunu yitirmiş bir zulüm makinasına dönen Erdoğan rejimi ve AKP iktidarının IŞİD ve el-Kaide gibi örgütleri alabildiğine hoşgörürken, kimlere “terör örgütü”, “terörist” dediklerini anlayabilmek için, genç yaşına rağmen bugüne kadar yüzlerce makalesi, Türkçe’de 18 kitabı, İngilizce’de 5 kitabı yayınlanmış Laçiner’in Wikipedia’daki uzun ve çarpıcı CV’sine bakmak bile yeterli. Ben burada sadece, Davos Ekonomik Forumu tarafından, ilk ve tek Türk olarak 2006 yılında “Genç Küresel Lider” seçildiğini hatırlatmakla yetineceğim.

           



24 Aralık 2015 Perşembe

Utançla acımak arasında


           Utanmak insana ve insan olmaya özgü bir duygudur. Bir insan durduk yere ve ortada hiçbir şey yokken utanç duymaz. Peki, bir insan niçin utanç duyar, neden utanır? Ya kendi yaptığı veya adının karıştığı yüz kızartıcı bir suçtan utanç duyar ya da bir ayıptan. Ayrıca yaptığı bir haksızlıktan veya işlediği bir günahtan dolayı da utanç duyabilir! Bazen de gösterdiği tüm çabaya rağmen başkalarının sebep olduğu haksızlıklara, hak ihlallerine, zulme, işkenceye, yıkımlara ve ölümlere bir türlü engel olamadığı için...
Dahası sürekli yalanlarını, aldatmacalarını, iftiralarını, sahtekarlıklarını, ahlaksızlıklarını, tutarsızlıklarını, ikiyüzlülüklerini gördüğü muktedir ve muhteris insanların ellerindeki bütün imkanları seferber edip aldatabildikleri kadar çok insanı aldatıp onlardan aldıkları gücün alacakaranlığına sığınarak pervasız bir şımarıklık ve ahlaksız bir kibirle yönettikleri bir ülkede yaşıyor olmaktan utanç duyar insan. Hakikaten insan gibi insansa şayet...
Peki, bir insan kimlere ve nelere acır? Elbette ki haksızlığa uğrayıp mağdur edilmişlere. Kendi evinde, kendi köyünde, kendi şehrinde, kendi ülkesinde sürekli itilip kakılanlara, parya muamelesi görenlere. Başka türlü bir düzende başka türlüsü mümkünken yokluk ve sefalet içerisinde kıvrananlara. Yoksulluklarını ve mahrumiyetlerini varlıktan gözü dönmüş kibir budalalarının sahtekarlıklarını kamufle etme egzersizlerine malzeme yapmaktan bile koruyamayacak kadar çaresiz olanlara. Zulüm altında inledikleri halde iniltilerini kimseye duyuramayan ve üstüne bir de muhteris muktedirler tarafından koşullandırılmış şuursuz kitleler tarafından biteviye suçlanan ve ahlaksızca istiskal edilen her türden mazlumlara...
Ama size bir şey söyleyeyim mi ben bunlardan daha ziyade insanların haklarına girip onları mağdur eden vicdansız mağrurlara acıyorum. Evinin oturma odasında gencecik bir kızın hayatını elinden alacak kadar canileşenlere. İnsanları yüzyıllardır yaşadıkları şehirleri terke zorlayanlara ya da yaşadıkları şehirleri terk edemeyen biçare sakinlerine diri diri mezar yapmaya kalkanların vicdansız basiretsizliğine acıyorum. Toplumun en muhtaç kesimleriyle adil bir paylaşım yerine tüm zenginliği dar dayanışmacı klikleriyle üleşen doymak bilmez muhterislere acıyorum. Mazlumlardan ziyade o mazlumlara zulmetmekten şeytani bir haz alan ahlaksız ve vicdansız zalimlere acıyorum.
İlk kategoridekilere elbette ki saf şefkat ve dertlerine bir türlü çare olamayan merhametten acıyorum. İkinci kategoridekilere ise iğrenerek, tiksinerek ve lanet ederek... İkinci kategoridekilerin arttığı oranda birinci kategoridekilerin, birinci kategoridekilerin arttığı oranda ikinci kategoridekilerin artmasının değişmez bir doğa kanunu olduğuna ise inanmak istemiyorum. Sık sık kendimize bile acımamıza yol açan kesif çaresizlik hissiyatıyla sarmalanmış acıma hissimizin bile bir kısmını hak edenlerden çekip alan güç sarhoşu bu zavallılara duyulan hissin, tuhaf da olsa, sahici bir acıma mı yoksa saf bir tiksintiden ibaret mi olduğuna bile bazen karar veremiyorum.
Utanç ile acıma, acıma ile tiksinme duyguları arasında gidip geliyorum. Pek çok insanın da birçok konudaki yalanlara, sahtekarlıklara, utanmazlıklara, zigzaglara, tutarsızlıklara baktığında mutlaka aynı hissi karmaşayı yaşadığını sanıyorum. Kürt meselesine yaklaşımlarına, Alevi sorununu çözüyormuş gibi yıllarca rol kesmelerine, İslamı arsızca istismar etmelerine, Müslümanların hissiyatını sınırsız sömürme kapasitelerine, Suriye, Rusya, İsrail, AB, ABD ve daha birçok ülkeyle ilişkilerde sergiledikleri ilkesiz kıvraklıklara, tutarsız esnekliğe, ikiyüzlü ve mürai politikalara bakıp utanç duymakla acımak, acımakla tiksinmek arasında kalan tek ben değilimdir herhalde.
Yıllarca AB çöküyor diye sevinçli bir edayla iç kamuoyuna AB düşmanlığı pompalayıp, mülteci olmalarında belki de en büyük paya sahip oldukları zavallı Suriyelilerin dramını şantaj malzemesi yapacak kadar alçalarak AB’ne yaltaklanmalarını, yıllarca NATO’ya veryansın etmişken Suriye ve Rusya karşısında paniğe kapılıp NATO’nun kucağına atlamalarını, içeride ABD karşıtlığından prim yapıp her muhalifi “ABD taşeronu”, “ABD uşağı”, “CIA ajanı” diye suçladıktan sonra ABD yönetiminin her dediğini ikiletmeden yerine getiren hazin zavallılıklarını gördükçe utanç, acıma ve tiksinme arasında gidip gelmiyorsanız tam da AKP’nin arzuladığı vatandaş kıvamındasınız demektir.
Bahsini ettiğim yalanlara, tutarsızlıklara, özü-sözü bir olmamalara en güzel örneği ise hiç şüphesiz son günlerde gündemin başköşesine kurulan İsrail ile ilişkiler oluşturuyor. Tıpkı yıllarca İran’ın yaptığı gibi Filistin sorununu araçsallaştırıp iç siyaset malzemesi yapan AKP iktidarı, retorik düzeyinde İsrail karşıtlığını yükseltirken fiili ve ticari ilişkileri son yıllarda en az 3 kat artıracak kadar becerikli bir ikiyüzlülük sergileyebildi. İç kamuoyunu İsrail düşmanlığı üzerinden oya tahvil ederken İsrail ile ticari ve ekonomik ilişkilerden tatlı paralar kazanmak bu konuda hiç de hafife alınamayacak büyük bir kabiliyetleri olduğunu gösteriyor. Ahlakiliğini, etik olup olmadığını, tutarlılığını bir kenara bırakmak kaydıyla içte başta dışta başka, sözde başka işte başka olmayı başaran bu kabiliyetin önünde büyük bir ihtiramla şapka çıkarmak gerekiyor.
Yanlış anlaşılmasın, tüm ülkelerle olduğu gibi onurlu, izzetli, iki ülkenin de menfaatlerine olan ikili iyi ilişkiler mutlaka İsrail ile de kurulmalı ve iç siyasete malzeme edilmeden sürdürülmelidir. Buradaki eleştiri ve itirazlarımız İsrail’in AKP ve Erdoğan’ın siyasal İslamcı politikaları uğruna birer iç siyaset malzemesi yapılmasına ve toplumun her muhalif kesimini yaftalayarak İsrail ile ilişkilendirip karalarken İsrail ile perde gerisinden yürütülen netameli ilişkilerin sergilediği tutarsızlığa. Doğal olarak bu tutarsızlığın kıvrak aktörlerinin şaşırtıcı şahsiyet esneklikleri ise insanları yine utanç, acıma ve tiksinme sarkacına mahkum ediyor.
Mesela bir Numan Kurtulmuş vakası vardır ki bu duruma çok iyi bir örnek teşkil ediyor. Dönemin HAS Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş, Mavi Marmara gemisinde 9 vatandaşımızın İsrail komandoları tarafından şehit edilmesinden hemen sonra bakın neler demiş: “İsrail en büyük zaferini AKP sayesinde kazandı. BM Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nda “İsrail’in nükleer kapasitesi var mı, yok mu?” oylamasında Türk delegasyonu çekimser kaldı. Geçtiğimiz sene 2010 Mayıs’ında da Türkiye İsrail’in OECD üyeliğini onayladı. Oysa veto ettiğimiz takdirde üye olması mümkün değildi. Daha önce bir çok ülke veto etmişti. Otel lobisinde değil, BM’de, OECD salonlarında ‘one minute’ demek marifettir. Sayın Başbakanın kalbi Ali diyor, dili Muaviye söylüyor.”
Belli ki Kurtulmuş’un kendisi de sözlerinin aksine “kalbi Muaviye deyip, dili Ali söyleyenlerden.” Çünkü, bu açık sözlerinden çok olmayan bir süre sonra AKP’ye geçen Kurtulmuş bugün AKP hükümetinde Başbakan Yardımcısı konumunda. Bu şahane esnekliğinden ister gurur duyun, ister utanın, ister acıyın, isterseniz tiksinin.
CHP Milletvekili Muharrem İnce’nin 2014 yılında Meclis’te yaptığı bir konuşmada gündeme getirdiği, ama geçerliliğini hala koruyan soruların muhatapları için de utanma, acıma ya da tiksinme hakkınızı kullanabilirsiniz. İnce sormuş: İsrail’in NATO tatbikatlarına vetosunu hangi hükümet kaldırdı? Tabii ki AKP hükümeti. OECD üyeliğine vetoyu hangi hükümet kaldırdı? Tabii ki Erdoğan’ın Başbakanlığındaki AKP hükümeti. Halkı “one minute” şovlarıyla aldatırken kısık sesli bir üslupla “Tepkim İsrail Devlet Başkanı’na değil, moderatöredir” diyen kimdi? Cevabını yazmayalım ki her birinden 8-10 yıl hapis cezası istenen yeni davalara muhatap olmayalım. Neticede ortada hukuk çerçevesinde ve adalet için karar veren mahkeme de kalmadı neredeyse.
İsrail ve Yahudilere yönelik “Siyonizm” üzerinden çok ağır laflar ettiği Danimarka’dan dönüşte uçağının tekeri Türkiye topraklarına basar basmaz “Siyonizm konusunda yanlış anlaşıldım” diyen kimdi? İnce sorularına devam ediyor: Mavi Marmara baskınında vatandaşlarımız hayatını yitirirken, üç şartımız vardı; İsrail özür dileyecek, tazminat ödeyecek ve Gazze’ye abluka kalkacaktı. Bunlardan tazminat konusunu kabul etmeyen ailelerle ilgili sıkıntı çıktı (son görüşmelerde Türkiye-İsrail 20 milyon dolar tazminat üzerinde anlaştı). Peki, özür nasıl dilendi? Obama’nın yanından telefonla arandı ve özür dilendi deniyor. Bu ses kaydını duyan var mı? Bu özrü gören var mı? Bu nasıl bir özürdür? Dünya diplomasi tarihinde böyle bir özür var mı?
Bir taraftan topluma nefret tohumları ekme pahasına iç kamuoyunda İsrail karşıtlığı üzerinden siyasi rant devşirmeye çalışılırken, bir taraftan da 13 Şubat 2009’da Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik imzasıyla bütün okullara bir genelge gönderilerek “İsrail mallarını boykot etmeyin” deniliyordu. İnce sorularını Suriye sınırındaki mayınlı arazilerin İsrail’e verileceğine dair iddialardan, Kürecik’teki radar istasyonunun İsrail’e hizmet edeceği iddialarına varıncaya kadar sıralıyordu. İnce’nin “İsrail, Suriye uçaklarını vurmak için Türkiye hava sahasını kullandı mı? Türkiye, İsrail uçaklarına yakıt sağlayan bir ülke midir? Amerika Birleşik Devletleri’nde Yahudi lobilerinden Davut Yıldızı’nı alan dünyadaki tek Müslüman kimdir?” şeklinde soruları da vardı.
İnce, Erdoğan’ın “Gazze’ye ziyaret” çelişkisini de kronolojik olarak gündeme getiriyordu. Erdoğan, 23 Mart 2013’te “Nisan’da Gazze’ye gideceğim” demişti. 14 Nisan 2013’te ufak bir değişiklik yapıp “Tarih kesinleşti. Mayıs sonu gibi Gazze’ye gideceğim” demişti. 21 Nisan 2013’e gelindiğinde ABD Dışişleri Bakanı Kerry “Erdoğan’a Gazze’ye gitme” dediğini duyurmuş, Erdoğan’ın buna cevabı ta 14 Mayıs 2013’te gelmişti: “Kerry'nin demeci hiç şık değil, Haziran’da Gazze’ye gideceğim.” 18 Mayıs 2013’te de bu vaadini tekrarlamış ve “Haziran’da Gazze’deyim” demişti. 2016’ya sadece günlerin kaldığı şu dönemde Gazze hala Erdoğan’ı bekliyor(!)
“İsrail ile asla dost olmayacağız” sözlerine de “Gazze’ye gideceğim” sözü kadar sadık kalan Erdoğan, seçimler öncesinde İsrail karşıtı söylemleriyle kitlesinden oy toplayan AKP hükümetinin “İsrail devleti Türkiye’nin dostudur” noktasına gelmesi sayesinde 2013’ten bu yana bir türlü gerçekleştiremediği Gazze ziyaretini gerçekleştirme imkanı da belki bulur. Tabii Gazzelilerin bu kadar radikal dönüşlerden başları dönmez, o baş dönmesiyle mideleri bulanmaz, hissiyatları utançla acımak arasında gidip gelip tiksinti duymazlarsa.