17 Ağustos 2014 Pazar

AKP’nin serbest piyasa ekonomisine karşı "kutsal" savaşı

İnsanoğlunun belki de en önemli ve insan fıtratına en uygun ekonomik icatlarından biri serbest piyasa ekonomisidir. Hele hele bütün olup biteni “görünmez el”e bırakmayıp, sosyal devlet ve sosyal adalet ilkelerini göz ardı etmeyecek özerk düzenleyici kurumları da kurumsallaştırabilmişse, serbest piyasa ekonomisinin çok basit kurallarıyla çok büyük ekonomileri bile yönetmek mümkün hale gelir. Aslında lafın gelişi “yönetmek”  diyorum. Çünkü şayet sağlam temeller ve ilkeler üzerine kurmuşsanız piyasayı gönül rahatlığıyla kendi haline bırakabilirsiniz.
Gerçekten de serbest piyasa ekonomisinin, tıpkı yer çekimi kanunu gibi, çok basit ama belirleyici kuralları vardır. Bu kuralların başında da arz-talep ilişkisi gelir. Bu ilişkinin belirleyiciliği reel sektörde olduğu gibi finans sektöründe de, iç piyasada olduğu gibi uluslararası ticarette de geçerlidir. Bir serbest piyasa ekonomisinde arz-talep dengesini dikkate almadan atacağınız her adım kaçınılmaz olarak felaketle sonuçlanabilir. Felaketi manipülatif hamlelerle belki öteleyebilir ve algı operasyonlarıyla belki geciktirebilirsiniz, ama asla engelleyemezsiniz.
Şayet şu ya da bu sebeple serbest piyasa ekonomisi olmaya karar vermişseniz oyunu da onun kurallarına göre oynamak mecburiyetindesiniz. 1880’lerde yaşayan Thomas Carlyle, bir tabiat kanunu derecesinde gördüğü arz-talep ilişkisinin belirleyiciliğini o meşhur ‘‘Bir papağana arz ve talep kelimelerini öğretebiliyorsanız, ona ekonomiyi öğretmişsiniz demektir -- Teach a parrot the terms 'supply and demand' and you've got an economist” sözüyle hafızalara kazımıştır.
Elbette ki dünyadaki tek ekonomik sistem serbest piyasa ekonomisi değildir. Merkezi kontrol ekonomisini ve devletçiliği (statism) esas alan sosyalist sistemler, korumacılığı esas alan merkantalist ekonomiler ve uzun yıllar Türkiye’nin ceremesini çektiği ve halen de çekmeye kısmen devam ettiği karma ekonomiler de mümkün. Ancak büyük ekonomik sıkıntılar ve yaşanan felaketlerden sonra şayet ekonominin dümenini arz-talebin belirleyici olduğu serbest piyasa ekonomisine doğru kırmışsanız, oyunu da onun kurallarına göre oynamalısınız. Rahmetli Turgut Özal’ın 1980’li yıllarda piyasa ekonomisini kurumsallaştırmaya yönelik devrimci adımlarından bu yana Türkiye’de bu model, bazı marjinal sosyalist gruplar dışında, hiç kimse tarafından sorun edilmemiştir. Öte yandan, serbest piyasa ekonomisini benimsemiş gibi yapıp en basit kurallarına savaş açmak ise olabilecek en ahmakça tavır olsa gerektir.
2001 yılında serbest piyasayı yücelterek yola çıkan, devletin ve kamunun ekonomide kapladığı alanı küçültmeyi vaat eden AKP, iktidarının ilk yıllarında bu sözünü büyük ölçüde tutmuş, kamu istihdamını ve devletin ekonomideki payını küçültmeyi hedefleyen ciddi bazı adımlar atmıştır. Özelleştirmeye hız verdiği gibi, kısa bir süreliğine de olsa daha az insanla daha fazla iş ve üretim hedefinin peşine düşerek kamu sektöründe verimliliği esas almıştır. Bu amaçla gerek emekliliği, gerekse kamudan başka yollarla ayrılmayı teşvik etmiştir. Yani doğru olanı yapmış ve kamu çalışanı sayısında ciddi bir azalma sağlayamasa da kısa bir süre için en azından artışı yavaşlatmıştır.
Ancak süreç içerisinde, AKP de tüm önceki popülist iktidarların yoluna sapmış ve kamu sektörünü bir kolay istihdam yolu olarak görmüştür. Her ne kadar özelleştirmeler sayesinde işçi sayısı kısmen azalsa da memur sayısı hızla artmıştır. 2002 yılında memur sayısı 2 milyon 123 bin kişiyken, bugün bu sayı 3 milyon 184 bin kişiye ulaşmıştır. 2002 yılında bütçenin yüzde 18’i memur maaşlarına giderken bu oran 2012’de yüzde 30’u bulmuştur. 2002’de kamuya maliyeti 22 milyar TL olan memur maaşları, 2012’de 100 milyar TL’yi aşmıştır.
Hatırlanacağı gibi 2001’deki ekonomik çöküşün hemen ardından devrin hükümeti apar topar Dünya Bankası Başkan Yardımcısı Kemal Derviş’i Türkiye’ye transfer etmiş. Kendisini kabine üyesi yapmış ve süper yetkilerle donatmıştı. Doğrusu Derviş bu yetkilerin hakkını vermiş ve başta finans sektörü olmak üzere Türk ekonomisini sil baştan yeniden yapılandırmıştı. AKP ktidarının ilk yıllarında Derviş’in yapılandırdığı bu ekonomik plana sıkı sıkıya sarılmış ve plana sadakatinden dolayı önemli başarılar elde etmiştir. Ancak zamanla siyasal popülizm ve nepotizmle bir nevi ahbap-çavuş kapitalizmine (crony capitalism) sapınca, bu büyülü başarı hikayesi de gölgelenmeye başlamıştır.
Kemal Derviş’in piyasaya müdahale eden bir ekonomi aktörü olmaktan ziyade bir düzenleyici rolü biçtiği devleti ve kurumlarını, devleti giderek kutsar hale gelen AKP ekonominin en önemli aktörü haline getirmiştir. Sağlıktan ulaşıma, madencilikten enerjiye, finanstan eğitime kadar giderek devlete daha bağımlı hale getirdiği özel sektörün normalde kolayca üstesinden gelebileceği alanlarda bile haksız rekabete yol açacak müdahale ve tercihlerde bulunmuştur.
Özel medya kurumlarına karşı kamu yayın organlarının bilgi ve haberi tekelleştirme girişiminden tutun da, bankacılık sistemindeki payı sadece yüzde 7 olan faizsiz bankacılık sektörüne kamu bankalarını sokma tehdidine ve hatta bir bankayı devlet eliyle batırma girişimine varıncaya kadar özel sektörü felç edecek tehlikeli ve keyfi adımlara imza atmıştır. Özellikle son yıllarda ekonomi adil ve eşit rekabeti esas alan serbest piyasa kurallarından sapmış, siyaseten tercih edilen bazı şirketler keyfi kamu ihaleleriyle büyütülmüş, karşı olunan diğer bazı şirketler ise devlet eliyle batırılmaya ya da zarara uğratılmaya çalışılmıştır. Devletin ekonomi üzerinde güçlenen eli  cezalandırıcı bir ceberrut sopaya dönüştürtülmüş ve nihayet 100 binin üzerinde özel şirket fişlenerek, piyasadan silinmelerine yönelik tenkil planları ortalığa saçılmıştır.
Serbest piyasa ekonomileri olarak rekabetle büyüyen, gelişen, refah ve mutluluk üreten Batı’dan kopup, sadece ekonomik istikrar hedefleyen bir vizyonla Çin ve Rusya gibi yarı despotik merkezi ekonomileri örnek alır hale gelen AKP iktidarı, ekonominin olmazsa olmazı rasyonel yaklaşımlardan da giderek uzaklaşmış ve nihayet piyasa araçlarının oluşturduğu sonuçlara gayri mantıki tepkiler verir hale gelmiştir. Mesela, ekonominin gereklerinden ziyade, Anayasa, hukuk ve demokratik ilkeleri hiçe sayarak gün be gün despotlaşan Erdoğan’a yaranmayı esas alan Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi, ekonomi görünümümüze dair somut bir fotoğrafı dikkatlere sunan uluslararası reyting kuruluşlarına savaş açmıştır.
Reyting kuruluşlarından Fitch’in ardından Moody’s’i de eleştiren Zeybekci, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarına resmen rest çekmiş, “ülke olarak sizin yaptığınız yorumları kaale almıyoruz” demiştir. Peki “kaale alınmayacağı” söylenen Moody’s, analizinde rasyonel olmayan herhangi bir şey mi diyordu? Hayır, son derece makul analizler ve uyarılar ihtiva ediyordu. Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçiminde galip gelmesine rağmen gelecek yıl yapılacak olan genel seçim sonrası siyasi tablo netleşene kadar Türkiye’nin uluslararası piyasalardaki dalgalanmalar karşısında kırılganlığının devam edeceği uyarısında bulunuyordu. Ayrıca, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı hakkında soru işaretleri oluştuğuna da dikkat çekiyordu.
Türkiye'nin kredi notu üzerindeki ekonomik ve kurumsal baskıları “yavaşlayan büyüme, yüksek enflasyon, belirgin dış kırılganlıklar ve merkez bankası dahil özerk bağımsız kurumların zayıflaması” olarak özetleyen Moody’s, 2015 yılındaki seçimler ve sonrasında kurulacak hükümet neticesinde AKP içindeki saflaşmanın ekonomi politikalarına ve yönetime nasıl yansıyacağı konusundaki endişeleri dile getiriyordu. Düşen büyüme, azalan tasarruf oranı, artan enflasyon ve cari açık ile Ukrayna, Suriye ve Irak gibi dış faktörlerin oluşturduğu riskleri sıralıyordu.
Rasyonel bir ekonomi yönetimi için değerli bir analiz niteliğinde olan Moddy’s’in bu tespitleri, irrasyonaliteye demir atmış, kendilerine vizyon olarak anti-demokratik merkezi ekonomileri seçmiş olan mevcut ekonomi yönetimimiz tarafından mutlaka külhanbeyi üslubuyla cevap verilmesi gereken bir saldırganlık olarak değerlendirilmiştir.
Ne diyelim?.. Turgut Özal’ın ve Kemal Derviş’in değerli mirasını tarumar ederek ülkenin geleceği ile pervasızca oynayan bu kifayetsiz muhterislere Allah akıl fikir versin! Amin…

14 Ağustos 2014 Perşembe

Zorba


“Zorba” deyince hemen ilk aklıma meşhur Yunanlı yazar Nikos Kazancakis’in “Zorba” isimli romanı ve klasikleşmiş bu romandan sinemaya uyarlanarak Anthony Quinn’in eşsiz performansıyla hafızalara kazınan bol ödüllü “Zorba The Greek” filmi gelir. İnsanoğlunun kendisiyle hesaplaşması üzerine kurguladığı romanında Kazancakis, Alexis Zorba isimli kaba saba ama insan sevgisiyle dolu taşralı bir Yunanlının hayat felsefesini anlatır. Soy isminin negatif çağrışımının aksine Alexis Zorba hakikaten insana değer veren ve kalp kırmamayı önemseyen bir kişiliktir. Kitabın bir yerlerinde Kazancakis, Alexis Zorba’ya şöyle bir hatırasını anlattırır:
“Komşumuz ihtiyar bir Türk olan Hüseyin Ağa çok yoksuldu. Hanımı, çocukları da yoktu. Akşam eve geldi mi, avluda diğer ihtiyarlarla oturur, çorap örerdi. Ermiş bir adamdı Hüseyin Ağa. Bir gün beni dizlerine aldı; hayır duası eder gibi elini başıma koydu; ‘Aleksi’ dedi, ‘Bak sana bir şey söyleyeceğim, küçük olduğun için anlamayacaksın, büyüyünce anlarsın. Dinle oğlum, Tanrı’yı yedi kat gökler ve yedi kat yerler almaz; ama insanın kalbi alır, onun için aklını başına topla Aleksi, hiçbir zaman insan yüreğini yaralama.”
Keşke “zorba” denildiğinde akla hep böyle bir kişilik gelebilseydi. Ancak Yunan diline de girmiş olan Farsça kökenli “zorba” kelimesinin anlam olarak çağrıştırdıkları maalesef hiç de iç açıcı değil. Alexis Zorba’nın insan sevgisi ve yaşam sevincinin aksine “zorba” kelimesi anlam olarak ancak pek de insani olmayan hal ve hareket sahiplerine bir sıfat olarak kullanılabilecek bir kelime. Kelime anlamıyla da “zorba” gücüne güvenerek hükmü altında bulunanlara söz hakkı ve davranış özgürlüğü tanımayan bir kimsedir. Zorba müstebittir, mütegallibedir, despottur, diktatördür. Zorba kendisini ne örf, adet, ahlak kurallarıyla bağlı hisseder, ne de herkesin uymak zorunda olduğu hukuki kurallara uymaya gerek duyar.
“Nereden çıktı şimdi bu ‘zorba’ muhabbeti?” diye sorabilirsiniz. Elbette ki son yıllarda, özellikle de son aylarda Türkiye’de yaşanan tuhaflıklardan. Hüseyin Ağa’nın küçük Aleksi’ye söylediği “hiçbir zaman insan yüreğini yaralama” öğütünün adeta tam tersini yaparak milyonlarca insanın durmaksızın kalbini kıran, aşağılayan, hakaret eden, onur ve şahsiyetlerini ayaklar altına alan ve buna rağmen artık seçilmiş cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın ürpertici hal ve hareketlerinden tabii.
Malumunuz 2002’den beri Türkiye’yi yöneten Erdoğan, ilk iki dönemi boyunca Türkiye için gerçekleştirdiği demokratikleştirici hamlelerle tanındı. Bu başarısından dolayı yurtiçinde ve yurtdışında destek ve rağbet gördü, hatta bir model olarak gösterildi. Ancak Erdoğan gıpta edilen bu profilinin aksine 3. döneminde, yani son yıllarda, anti demokratik, hukuk dışı ve temel insan hak ve özgürlüklerini hiçe sayan bir yola girdi. O kadar ki, birçok gözlemci veya yazar önceki tavrıyla bu taban taban zıt tavrı arasındaki farkı ifade etmek için Erdoğan’ın bu anti-demokratik savrulmasını “II. Erdoğan” olarak adlandırmaya bile başladı.
İşte bu II. Erdoğan malumunuz Pazar günü yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gerekli çoğunluğu kıl payı sağlayarak Cumhurbaşkanı seçildi. AGİT gözlemci heyetinin ve birçok yabancı siyasi gözlemcinin de dikkat çektiği gibi seçim öncesi şartlar hiç de adil ve demokratik değildi. Her şeyden önce cumhurbaşkanlığı seçim yarışına girdiği halde başbakanlığı bırakmayan Erdoğan, seçim kampanyasında kamu imkanlarını sonuna kadar kullandı. Seçim yasaklarına rağmen Başbakanlık makam aracına sivil bir aracın plakasını takmasının ortaya çıkmasıyla sembolleşen bu çıkar çatışmasına rağmen Erdoğan kamu imkanlarını sonuna kadar kullanmaya devam etti. Özel medya kuruluşları ve özel televizyonlardaki adaletsiz imkanları kullanma bir yana özellikle kamu yayıncılığı yapan TRT televizyonları Erdoğan’ın propaganda makinasına dönüştürüldü.
Seçim öncesi tüm anti-demokratik ve eşit rekabete aykırı adaletsiz şartları bir yana bırakacak olursak Türkiye Pazar günü üzerinde ciddi bir şaibe olmayan bir seçim gerçekleştirdi. Bu seçimin galibi olan Erdoğan, şöyle ya da böyle seçilerek demokratik meşruiyetin sandıkla ilgili kısmını elde etmiş oldu. Ama demokratik hukuk devletlerinde bir liderin meşruiyetinin tek gereği elbette ki sandıktaki başarısı değildir. Seçilirken ve seçildikten sonra hukuk ilkelerine ne kadar sadık kaldığı da demokratik meşruiyetinin niteliğini gösterir. Rakiplerine karşı etik ve ahlak dışı yöntemlerle asimetrik imkanlar kullanarak seçimi kazanan Erdoğan maalesef hukuka ve özellikle Anayasa’ya bağlılık anlamında demokratik meşruiyetini tesis edecek bir yolu tercih etmedi.
Cumhurbaşkanını ilk kez doğrudan halkın seçtiği seçim öncesi yürüttüğü agresif kampanya boyunca, cumhurbaşkanının Anayasa’da belirlenen yetkilerini, sorumluluklarını ve sınırlarını dikkate almayacağının mesajlarını veren Erdoğan, seçilir seçilmez ancak ve ancak “zorbalık” diye tanımlayabileceğimiz bir tavır içerisine girdi. Erdoğan, adeta hak, hukuk, etik, örf tanımaz, had bilmez bir zorba gibi Anayasa’nın çok açık hükümlerini ihlal ederek resmen anayasal suç işledi ve işlemeye de devam ediyor.
Seçim öncesi cumhurbaşkanı adayı olduğu halde başbakanlık görevini bırakmayarak kamu imkanlarını kendisi için seferber etmekte bir sakınca görmeyen Erdoğan, cumhurbaşkanı seçildiği halde milletvekilliğine, başbakanlığa ve parti başkanlığına devam etmektedir. “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer.” şeklinde olan Anayasa’nın 101. Maddesi’nin son paragrafı hiçbir yoruma, tevile ya da saptırmaya mahal bırakmayacak kadar açık olmasına rağmen Erdoğan, seçildiği halde vekilliği, başbakanlığı ve parti başkanlığını sürdürmektedir. Oysa derhal vekilliğinin sona ermesi, vekilliği sona erdiği için de “milletvekili olmayan başbakan olamaz” kuralı gereği başbakanlığının da derhal sona erip, hükümetin düşmesi gerekir.
Görülmedik bir hukuk tanımazlık ve had bilmezlikle seçilmiş cumhurbaşkanı Erdoğan, tüm milletin gözleri önünde açıkça Anayasa suçu işlemekte herhangi bir sakınca görmemektedir. Halbuki seçildiği andan itibaren zorla işgale devam ettiği pozisyonların gereği olarak yaptığı her iş, aldığı her karar, attığı her imza birer anayasal suç niteliğindedir. Anayasa açıkça “varsa partisi ile ilişiği kesilir” dediği halde Erdoğan, YSK tarafından seçildiğinin duyurulmasından sonra bakın neler yaptı: Hemen “AKP Başkanı” olarak partisinin MYK’sını topladı ve kendisinden sonrası için partisine şekil verecek kararlar aldı. Perşembe günü AKP il başkanlarını toplayarak onlarla toplantı yaptı. Tarafsız bir cumhurbaşkanı gibi değil partizan bir siyasetçi olarak faaliyetlerine aynen devam etti.
Anayasa, “Cumhurbaşkanı seçilenin Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer” dediği halde Erdoğan’ın vekilliği halen devam etmektedir. Vekilliği devam ettiği için başbakanlığı da sürmektedir. Erdoğan, adeta hukuk ve Anayasa tanımaz bir zorba gibi üç önemli pozisyonu birden işgal etmektedir. Bu haliyle hukuken mutlaka hesabı sorulması gereken vahim suçlar işlemektedir. Oysa demokratik hukuk devleti olarak bilinen bir devlette konumu her ne olursa olsun hiç kimsenin Anayasa’yı ve hukuku yok sayarak suç işleme hakkı olamaz. Erdoğan, bir cumhurbaşkanı olarak Anayasa’yı yok sayarsa ortalama vatandaşın hukuk kurallarına ve Anayasa’ya uyup, saygı göstermesini nasıl bekleyebilir?
30 Mart 2014 yerel seçimlerinde belediye başkanı seçilen bazı milletvekillerinin seçildiği anda, yasalar gereği, Meclis Başkanlığı tarafından parlamento üyelikleri anında düşürülmüştü. Şimdi ise sadece seyretmekle yetinen Meclis Başkanlığı Erdoğan’ın zorbalıkla işlediği bu Anayasal suça ortaklık etmektedir. Yine anayasal suç ve ihlaller durumunda res’en harekete geçmesi gereken Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı da, üstelik ana muhalefet partisi CHP’nin suç duyurusunda bulunmasına rağmen, Anayasa ihlalini önleyici tedbirler için harekete geçmeyerek, görevini ihmal etmekte ve Erdoğan’ın işlediği bu anayasal suça ortak olmaktadır. Anayasa Mahkemesi de Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’sını zorbalıkla değersiz bir kağıt parçasına çeviren Erdoğan’ı maalesef izlemekle yetinmektedir.
Zorba belki hukuk ve düzenin olmadığı, tam ya da kısmi anarşinin olduğu yerlerde olabilir, anormal şartlar gereği normal da karşılanabilir. Böyle ortamlarda gücü olan ama ahlaki, etik sınırları bulunmayan kişiler despotlukla, zulümle, hukuksuzlukla işlerini yürütebilir, hak-hukuk tanımaz çıkarlarını daha zayıflara dayatabilir. Ama kendisini demokratik hukuk devleti olarak tanımlayan bir devletin en tepesine çıkmış bir kişinin böyle davranması asla ve asla kabul edilemez. Cumhurbaşkanlığı gibi ali bir makamı hiç kimse bir Zorba gibi yönetemez. Seçilmiş cumhurbaşkanı parti başkanlığı, vekillik ve başbakanlık konumlarını bir zorba gibi cebren işgal edemez. Bu kadar zorbalık AKP ve Erdoğan’ın binlerce yıllık devlet geleneğini ve hukuk sistemini tarumar ettiği Türkiye için bile fazla.

7 Ağustos 2014 Perşembe

Kritik seçim arefesinde durum raporu

Türkiye'de ilk kez halkın seçeceği cumhurbaşkanı seçimi için sandıkların milletin önüne gelmesine sadece günler kaldı. Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın, seyahat halinde oldukları için gümrük kapılarında oy kullanacaklar hariç, oy kullanma işlemleri ise tamamlandı. Bu şartlarda seçime günler kala bir durum analizi yapmak farz oldu.


Bu seçimlerin sıradan bir cumhurbaşkanlığı seçimi değil adeta rejim tercihine dair bir seçim olacağı konusunda neredeyse hemen herkes mutabık. Devlet gücünü ve kamu imkânlarını keyfince kullanarak, “çıkar çatışması” ilkesini göz ardı ederek başbakan koltuğundayken cumhurbaşkanlığı kampanyası yürütmekte herhangi bir etik sakınca görmeyen Başbakan Erdoğan'a göre, halkın oylarıyla devletin en yüksek konumuna çıkacak kişi, cumhurbaşkanının Anayasa'daki yetki ve sorumluluk tanımları ne olursa olsun, güçler ayrılığı ilkesi, kontrol ve fren (check and balances) mekanizmalarından azade olmak kaydıyla, bir başkanlık sistemindeki kadar güçlü bir başkan olmalı.

Ancak tüm yıpratma ve aşındırma çabalarına rağmen bu ülkenin rejimi hala cumhuriyet olmaya devam ettiği için Başbakan Erdoğan ve yandaşları gönüllerinden geçen yerine şeklen bu rejime uygun bir tanımlama peşinde olmaya da özen gösteriyorlar. Yani “sultan” gücünde bir cumhurbaşkanı diyebilme cesaret ve samimiyetini gösteremiyorlar. Oysa herkes biliyor ki, kendisi ve çevresi gırtlağına kadar yolsuzluk, rüşvet ve usulsüzlük iddialarına gömülmüş olan bu lider, yüksek dozda propaganda ve algı yönetimi taktikleri sayesinde edineceği halk desteğiyle eline geçireceği gücü sıradan bir cumhurbaşkanlığı görevini yerine getirmekte kullanmakla yetinmeyecek. Öyle bir lider ki bu, büyük ölçüde felç edilen demokratik hukuk sisteminin geriye kalan kısmının ve demokratik muhalefetin kendisiyle ilgili ayyuka çıkan yolsuzluk, hırsızlık ve rüşvet iddialarının üzerine gitmesini tamamen engelleyecek bir fiilî despotik sultanlık rejimi kurma peşinde olduğunu her haliyle hissettiriyor.

En temel endişesi kendisi, yakınları ve çevresi hakkındaki yolsuzluk ve hırsızlık suçlamalarını örtmek ve yargıdan kurtarmak olan bu lider, söz konusu niyet ve isteğini zaten saklama gereği de duymuyor. Ülkenin bütün şehirlerinde kafanızı kaldırdığınızda hemen her yerde ilk görebileceğiniz propaganda ve afişlerinde kendisinden belki “Sultan” olarak değil ama “Reis” olarak bahsettiriyor. Mevcut gidişat ve şartlar göz önüne alındığında, çoğulculuk yerine çoğunluğun hükümranlığını, hak yerine gücü, adalet yerine zulmü, toplumsal uyum ve uzlaşma yerine kutuplaştırmayı, destekçi kitlelerine sükunet telkin etmek yerine sınırsız ajitasyon ve kışkırtmayı, kesintisiz sürdürdüğü iftira, yalan ve yüksek dozlu nefret söylemini zaten zirvede olan anti-demokratik gücünü daha da artırmanın basamaklarına dönüştürmek isteyen bu liderin “Reis” olma takıntısı, ancak Mussolini'nin “Il Duce”, Hitlerin “Führer” olma arzusu kadar masum görülebilir.

Gücü ve hukuk önündeki sorumsuzluğu kolayca “Sultan” yerine ikame edilebilecek nitelikteki bir “Reislik” hedefleyen Erdoğan'ın bu amacına ulaşmak için yapmayacağı, istismar ya da suiistimal etmeyeceği herhangi bir şey olacağı kanaatinde değilim. Neticede burada Seçim Kanunu gereği kamu imkânlarını kullanması yasak olmasına rağmen Başbakanlık makam aracında plaka sahtekârlığına kadar tenezzül edebilecek bir kuralsızdan bahsediyoruz. Sadece, halkın tamamının ödediği vergilerle finanse edilen TRT ve Anadolu Ajansı'nın objektif kamu yayıncılığını mezara gömüp Erdoğan'ın şahsî propaganda makinesine dönüştürülmesi bile yapılacak seçimlerin ne kadar adaletsiz ve anti-demokratik şartlarda gerçekleşmekte olduğunu anlamaya yeter.

Kaldı ki, her türlü gayri meşru ve etik dışı yöntemlerle ele geçirilerek veya yine kamu imkânlarının istismarı yoluyla oluşturulan sermaye aracılığıyla satın alınarak tamamen Erdoğan'ın kara propaganda makinelerine dönüştürülen ya da iktidar gücü suiistimal edilerek türlü baskılarla iradesi teslim alınan, özgür sesleri tek tek susturulan bir medyanın özenle dizayn edildiği bir ülkede yapılacak seçimler en fazla Beşşar Esed'in, Hüsnü Mübarek'in ya da Saddam Hüseyin'in seçimleri kadar demokratik olacaktır. AGİT de aynı kanaatleri ve endişeleri taşıyor olmalı ki, bu konuda defaatle açıklamalar yapmakla yetinmeyip, Türkiye'de bir seçim gözlem ofisi kurma kararı almış bulunuyor.

CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ SON FIRSAT OLABİLİR

Seçim yasalarını maniple eden, demokratik seçimlerin hukukî garantörü olması gereken yargıyı tamamen felç ederek bir yandaş aygıta dönüştüren, son yerel seçimlerde hile ve yolsuzluk yaptığı şayialarına yol açan, siyasi amaçları için kamu imkânlarını sınırsızca kullanan bu anti-demokratik zihniyete ve kural, etik tanımaz tavırlara rağmen bu despotik gidişe dur demenin hiç mi imkânı kalmamıştır? Elbette ki “hiç kalmamıştır demek” şu aşamada bana göre yanlış olur. Çünkü, pazar günü yapılacak cumhurbaşkanı seçimleri demokratik cumhuriyet rejiminin, parlamenter sistemin, hukuk devletinin, milletin birlik ve beraberliğinin, ülkenin bütünlüğünün, sosyal dokunun, basın, ifade, toplantı gibi temel hak ve özgürlüklerin korunmasını sağlayacak yeni bir sürece girmek için hayati derecede önemlidir ve umutları diri tutmak gerekir.

Partili cumhurbaşkanı, icracı cumhurbaşkanı, “Reis” gibi söylemlerle Anayasa'daki yetkilerinin sınırlarına riayet etmeyeceğini açıkça söyleyen Erdoğan'ın icranın yanı sıra yasama ve yargı erklerinin tüm kontrolünü eline geçirerek bir tek adam rejimi kurmasının önüne geçmek için pazar günü yapılacak seçimler zaten bir son fırsat niteliğindedir. Tabii ki, iki turlu bu seçimlerin favorisi, bütün oyun planını ilk turda kazanmak üzere kuran Erdoğan'dır. Bu yüzden cumhuriyet rejiminin, demokrasi ve hukuk sisteminin önündeki tehlike çok ama çok büyüktür. Ama bu durum, neredeyse tüm muhalif partilerin ve Erdoğan yandaşı olmayan tüm toplumsal kesimlerin üzerinde mutabık olduğu Ekmeleddin İhsanoğlu'nun hiçbir şansı yoktur anlamına gelmez. Çünkü ben, çoğu siyasi gözlemcinin aksine 30 Mart yerel seçimlerinde AKP'nin aldığı yüzde 43'lük oy desteğinin kemik bir destek ve Erdoğan için garanti olduğu kanaatinde değilim. Yüzde 43 garanti olsa dahi Erdoğan'ın bu desteği 30 Mart'tan bu yana yüzde 50'nin üzerine taşımayı sağlayacak hangi başarısı ya da cazibe unsuru bulunuyor?

Neticede Mısır, Suriye, Irak, Filistin, Musul'daki rehine krizi, AB, ABD politikaları başta olmak üzere dış politikada Cumhuriyet döneminin en büyük başarısızlıkları üst üste geliyor. İzlenen tutarsız ve sadece boş hayallere dayalı temelsiz ve gerçekçi olmayan politikalar yüzünden Türkiye'nin itibarı hem Batı'da, hem de Doğu'da tarihinin en berbat seviyesine gerilemiş bulunuyor.

Erdoğan ve medyası ile siyasetteki bazı ateşli yandaşlarının nefret suçu sınırlarını çoktan aşan kutuplaştırıcı kin ve nefret söylemi yüzünden toplumsal barış ve huzur ortamı tarumar edilmiş durumda. Öte yandan, Erdoğan ve bakanları hukuk ve yargı sistemine o kadar çok müdahale edip, keyfince yargısal kurgular yapabiliyorlar ki Türkiye'den artık bir “hukuk devleti” diye bahsetmenin neredeyse imkânı kalmadı. Boş dosyalar ve temelsiz, kanıtsız suçlamalarla 22 Temmuz'da ve 5 Ağustos'ta yapılan operasyonlar yargıdaki bu kötü gidişatın berbat sonuçları niteliğinde. Dahası başta basın ve ifade özgürlükleri olmak üzere tüm hak ve özgürlükler alanında son bir-iki yılda Türkiye en az 30 yıl geriye gitmiş durumda.

Her ne kadar Erdoğan hükümeti ve medyası ekonomide pembe tablolar çizmeye devam ediyor olsa da Türkiye'nin büyük bir ekonomik krizin eşiğinde olduğuna dair endişeler son dönemde zirve yapmış durumda. Bu endişeler hükümetin hâlâ sağduyusunu korumaya çabalayan bazı bakanları tarafından da paylaşılıyor. Hal böyleyken Erdoğan'ın son 5 ay içerisinde oy oranını yüzde 50'nin üzerine çıkarmasını beklemek yerine “Acaba yüzde 43'lük desteğini hâlâ koruyabiliyor mu?” diye sormak bana daha mantıklı geliyor. Bu şartlarda Erdoğan'ın ta en baştan beri birinci turda olmasa bile ikinci turda kendisini kurtaracak iki stratejik oy deposuna ihtiyaç duyduğu ve bunlara güvendiği biliniyordu: Yurtdışında ilk kez kullanılacak 3 milyon civarındaki oy ve yapılacak pazarlıklar sonucu destekleri alınacak olan PKK tesiri altındaki Kürt oyları.

DEMOKRATİK BİR ÜLKE Mİ, YOKSA DESPOTİK BİR ORTADOĞU ÜLKESİ Mİ?

Yurtdışında yüzde 5'lik katılım oranıyla Erdoğan'ın iki ayaklı kurtuluş stratejisinin bir ayağı neredeyse tamamen çökmüş oldu. Doğal olarak bu durumda belirleyici Kürt oyları çok daha önemli ve stratejik bir konuma yükseldi. Ancak HDP'nin adayı Selahattin Demirtaş'ın seçim kampanyasındaki sert üslubu Erdoğan'ın umduğu Kürt oylarının birinci turda gelmeyeceğinin delili olarak okunabilir. 15 gün sonra yapılacak ikinci turda ise birinci turda kendisine karşı bu kadar ajite edilmiş Kürt oylarının Erdoğan'a yönlendirilmesinin o kadar da kolay olmayacağını tahmin edebiliriz. Zaten bunun farkında olan Erdoğan türlü ayak oyunları ve algı operasyonlarıyla MHP, BBP'nin milliyetçi tabanı ile Erdoğan'a mesafeli muhafazakâr bazı gruplara yönelik etik dışı hamleler yapmaktan geri durmuyor.

Tüm bu şartların ışığında Erdoğan her ne kadar hâlâ seçimlerin favorisi gibi gözükse de, kamuoyunda sakin kişiliği ve nezaketi ile tanınmaya ve takdir toplamaya başlayan muhalefetin ortak adayı İhsanoğlu'nun seçimlerde büyük bir sürpriz yapmayacağını peşinen söyleyemeyiz. Çok tuhaf ama Türkiye'nin demokrasi ve hukuk devletine doğru yeniden dümen kıracak bir ülke mi olacağını, yoksa Ortadoğu'nun sıradan despotik ülkelerinden biri olma yolunda mı ilerleyeceğini işte bu sürprizin gerçekleşmesi ya da gerçekleşmemesi belirleyecek. 

Not: Bu yazı ilk olarak 6 Ağustos 2014 tarihli Zaman Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
For English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes/report-of-situation-ahead-of-the-critical-election_354737.html
 

Kim bir diktatörün doğuşuna ebelik yapmak ister?

17-25 Aralık 2013 tarihli yolsuzluk operasyonları göstermiştir ki ülkeye tahakkümde sınır tanımayan Recep Tayyip Erdoğan sultası, pervasıca izlediği anti-demokratik ve hukuk tanımaz siyasetin finansmanını yolsuzluk, rüşvet ve hırsızlık paralarıyla yapmaktadır. Kamu ihalelerinin şeffaf ve rekabetçi olmayan yöntemlerle peşkeş çekildiği yandaş işadamlarının vermeye zorlandığı paralarla oluşturulan kayıt dışı finans havuzları sanki yetmezmiş gibi cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde kamu imkanlarının suiistimalini de bunlara ilave etti. Herhangi bir seçimde aday olduklarında en düşük konumdaki kamu görevlilerinin bile istifa etmesini zorunlu kılan seçim yasası, yasama üzerindeki etkisini kullanan Erdoğan’ın mahir müdahaleleriyle bu önlemden kendisinin muaf tutulmasına imkan vermiştir. Öyle ki, şayet herhangi bir seçimde aday olan bir ilçenin kaymakamıysanız kamu imkanlarını istismar edebileceğiniz kaygısıyla görevinizi terk etmenizi öngören seçim yasası, her ne hikmetse devletin tüm imkanlarını sonuna kadar suiistimal edebilecek konumdaki başbakanı bu istifadan istisna tutmuştur.
Siyasetin gayr-i meşru yöntemlerle finansmanı, kamu imkanlarının iktidarın cumhurbaşkanı adayı tarafından suiistimali, TRT ve AA gibi kamu yayın kuruluşları ve hükümet kontrolündeki güya "özel" medya kuruluşlarında adaylara yönelik sergilenen adaletsizlik, ihtiyaç duyulandan 18 milyon fazla oy pusulası basılması gibi her türlü spekülasyona açık şaibeli durumlar, 30 Mart yerel seçimlerinde oyların sayıldığı sıralarda aynı anda 40’tan fazla şehirde elektriklerin kesilmesi, yine aynı seçimde muhalefet partilerinin sandık müşahitlerinin seçim hileleri yapıldığına dair yüzlerce vakayı tutanak altına almaları, başta Ankara olmak üzere seçim hilelerine dair bulgu ve iddiaların ayyuka çıkması Pazar günü yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinin adaleti ve sıhhati konusunda herkesin teyakkuzda olmasını elzem kılıyor.
Halbuki, şaibeli 1946 seçimleri hariç, Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayarak, özellikle çok partili dönemlerinde Türkiye, demokrasisinin niteliği her ne olursa olsun, seçim güvenliği ve adaleti konusunda hep iyi sınav vermiş bir ülke durumundaydı. Türk demokrasisinin pek çok yetersizliği üzerinde haklı olarak durulsa bile hiç kimse bu ülkenin adil ve düzgün (fair and just) seçimler yapıp yapmadığı konusunda herhangi bir endişe taşımamaktaydı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası, 28 Şubat 1997 post modern askeri darbesi esnasında yapılan seçimler de dahil olmak üzere sandıkta sistematik hile ve hırsızlık yapıldığına dair herhangi bir endişe yaşanmadı. Sistematik seçim hileleri yapıldığına dair herhangi bir şaibe duyulmadı.
Ancak “ileri demokrasi” ve “Yeni Türkiye” safsatalarıyla göz boyacılığı yapan Erdoğan iktidarı altında yapılan son seçimlerde Türkiye, gurur verici bu hasletini, bu demokratik niteliğini de maalesef kaybetti. 30 Mart seçimlerinde ayyuka çıkan şaiyalar ve şaibeler Pazar günü yapılacak seçimlerin adil ve güvenli yapılmasından duyulan endişeleri de artırdı. Bu endişeler başta AGİT olmak üzere, AKPM gibi örgütlerden yabancı gözlemcilerin Türkiye’ye akın etmesine yol açtı. Her geçen gün daha da despotlaşan Erdoğan’ın, son yıllarda imza attığı anti-demokratik veballerin hepsini bir kenara koysak bile, tek başına bu vebali bile Türkiye’nin demokratikleşme tarihine kara bir leke olarak geçmesine yetecektir.
Kamu imkanlarının istismarı, yolsuzluk ve usulsüzlüklerle elde ettiği gayri meşru finansal kaynaklarıyla örneklerine ancak Hitler Almanyası ya da Mussolini İtalyasında rastlanabilecek korkunç bir propaganda makinasını devreye sokan Erdoğan’ın, Türkiye’yi tam teşekküllü bir diktatörlüğe dönüştürmesini, her ne kadar yoğun propaganda altında demokratik iradesi mefluç olduğu izlenimi verse de,  artık sadece ve sadece halkın (yaralanmış da olsa) basiret ve feraseti engelleyebilir. Pazar günü sandığa gidecek olan halk, şayet kendisinden beklenen bu demokratik feraset ve basireti gösteremezse bu ülkeyi bugünkünden bile tehlikeli bir maceranın bekliyor olacağından kuşkunuz olmasın.
Hak tanımaz, hukuk tanımaz, özgürlüklere tahammülsüz, hoşgörüsüz ve bağnaz bir liderin zaten sorunlarla dolu demokratik rejimin tüm kimyasıyla keyfince oynama yetkisini sandık yoluyla alacağı bir ortamda bu ülkenin yaralı demokrasisini ve mefluç hukuk sistemini bile tamamen kaybetme riskiyle karşı karşıya kalacağız. Medyatik efsunlanmaya maruz kalan halkın önemli kısmının son dönemde vermiş olduğu sorunlu tepkiler, maalesef ülkenin geleceği adına çok umutlu olmaya elvermiyor. Ama yine de en karanlık, en kaotik, en karmaşık ve en zorlu dönemlerde bile ülkenin önünü açan karar ve eğilimleriyle sorun çözücü rolünü üstlenen halktan umut kesmemiz imkansız.  
Ağır medya ve propaganda bombardımanı altında yalanlarla, iftiralarla mefluç edilen algısı ve vicdanı; pompalanan korku ve endişelerle tahakküm altına alınan iradesine rağmen halk, şayet gerçeklere uyanıp ona göre hareket etmezse, korkarım ki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde korkunç bir diktatörlüğün doğumuna bizzat ebelik edecektir. Türlü şeytani yöntemlerle iradesi işgal edilmiş halkın önemlice bir kısmı, ileride yakasını kurtarmakta çok büyük zorluklar yaşayacağı bir despotik Frakenştayn’ın doğumuna sandıklara atacağı oylarla, yani kendi elleriyle vesile olacaktır.
Allah muhafaza!.. Halkın savrulacağı bir demokratik basiretsizlik ve ferasetsizlikle nasıl bir despotun doğumuna ebelik edeceğini görebilmek için seçim sonrasını beklemeye bile gerek yok. Türkiye’yi nasıl bir hak-hukuk tanımaz diktatörlüğün beklediğini anlamak için Erdoğan’ın seçim meydanlarında ve yandaş medya mecralarına verdiği söyleşilerinde neler vaat ettiğine şöyle üstün körü bakmak yeterli. Son dönemdeki anti-demokratik gidişatıyla, hukuk ve etik dışı hamleleriyle Türkiye’de farklı toplumsal kesimlerin nazarında olduğu gibi dünyanın her yerinde itibarını ve imajını sıfırlayarak saygınlığını tamamen yitiren bir liderin despotluk ve tiranlıktan başka ülkesine vaat edeceği zaten ne olabilir ki!
Kendisini hem milletin hem de devletin yerine koyan, Pazar günü yapılacak seçimlerle kendi şahsında hem milletin hem de devletin tecelli edeceğine inanan ve bunu kendisi için en doğal hak olarak gören bir liderden demokratik ilkelere, hak ve hukuka riayet etmesini beklemek abes olmaz mı?
Malumunuz 1643-1715 yılları arasında Fransa’da tam 72 yıl tahtta kalınca ciddi bir şahsiyet erozyonuna uğrayarak kendisini insan üstü bir varlık gibi görmeye başlayan Louis-Dieudonné de France veya daha yaygın bilinen adıyla XIV. Louis, Fransızların kendisini Louis Le Grand (Büyük Louis) veya le Roi-Soleil (Güneş Kral) olarak isimlendirmesinden bile tatmin olmamış ve bugün dahi dillerden düşmeyen o meşhur “Devlet benim (l'État c'est moi)” sözüyle mutlakiyetçi diktanın sembolleşen bir ismi haline gelmiştir. Oysa XIV. Louis sadece “devlet benim” demekteydi. Birilerinin bugün yaptığı gibi meydanlarda binlerce insana hitap ederken “hem millet benim, hem de devlet benim” diyecek kadar kendini kaybedercesine ileri gitmemişti. Halkın iradesini yalan ve iftiralarla bezeli korkunç bir propagandayla gasp ederek ondan 300 yıl sonra böyle bir konumun peşine düşen bir liderin durumu sizce de XIV. Louis’inkinden daha vahim değil midir?
Ne yazık ki, bu söylediklerim kötü bir şaka değil, gerçek… Ama Türkiye’de her gün Başbakan Erdoğan eliyle o kadar büyük skandallara yol açılıyor ki, 9 Temmuz 2014 günü Tokat’ta yaptığı parti mitinginde sarf ettiği “hem devlet benim, hem de millet benim” diye anlaşılabilecek vahim vaatleri kamuoyunun ve medyanın dikkatlerini bile çekmedi. O gün yaptığı konuşmada kendisinin seçilmesi durumunda milletin artık vekiller aracılığıyla değil doğrudan devletin en tepesine oturacak olan kendisi tarafından temsil edileceğini söyleyen Erdoğan, kendisini devletle özdeşletirmenin yanı sıra milletin de şahsında tecelli edeceği gibi son derece tehlikeli bir vaatte bulunuyordu.
Yani Erdoğan, Anayasa'da tanımlanan sınırlarına uymayacağını peşinen deklare ettiği cumhurbaşkanlığı konumuna seçilirse bizzat kendi şahsında devletle milleti birleştirmeyi vaat ediyordu. "Güneş Kral" XIV. Louis, şayet bugün yaşıyor olsaydı ve Erdoğan’daki bu sınır tanımaz cüreti görebilseydi eminim ki neden bunları kendisinin düşünemediğinden şikayetle kendisine kahrederdi.
Hal böyleyken, Pazar günü sandık başına gidecek vatandaşlar yapacakları tercihle XIV. Louis’yi bile kıskandıracak bir despotun doğumuna mı ebelik yapmak istediklerine, yoksa Türkiye’nin temel insan hak ve özgürlüklerine saygılı demokratik bir hukuk devletine doğru yeniden dümen kırmasına imkan verecek bir cumhurbaşkanını mı seçmek istediklerine şimdiden karar vermeli.

For English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes/who-wants-to-help-the-birth-of-a-dictator_354911.html