18 Ocak 2015 Pazar

Bir komplonun anatomisi

Komployu ilk olarak twitter fenomeni Fuat Avni (@fuatavnifuat) duyurmuştu. Sonra Zaman gazetesinin Cumartesi ve Pazar günkü nüshalarında belgeleriyle yer aldı. Tahminler doğruysa Pazartesi sabahı ya da takip eden günler içinde geniş çaplı operasyonlar yapılacak ve kamuda istihdam edilecek olanları seçmek üzere 2010 yılında düzenlenen bir sınavın (KPSS) sorularının çalındığı ve haksız başarı elde edildiği iddiasıyla yüzlerce insan gözaltına alınıp tutuklanacak. Tabii artık kolayca tahmin edebileceğiniz gibi bu gözaltılar ve belki tutuklamalar büyük ölçüde Hizmet Hareketi’ne yakın isimlerden oluşacak.
Hizmet Hareketi’ni hedef alan bugüne kadar ki diğer tüm komplolar gibi lime lime dökülen bu son komplonun ayrıntılarını Today’s Zaman’ın kapsamlı haberinde okuyabilirsiniz. Ben burada teknik detayları üzerinde fazla durmayacağım. Ama bu yazıdaki niyetim Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sevk ve idaresi altında olduğuna dair ciddi karinelerin olduğu bir karanlık kliğin KPSS komplosunu neden tezgahlandığına dair birkaç kelam etmek olacak.
Malumunuz olduğu üzere 17/25 Aralık 2013 tarihinde yapılan operasyonlarla ortalığa saçılan belge ve bilgilerle Erdoğan’ın siyasi ve ailevi yakın çevresinin nasıl bir yolsuzluk ve hırsızlık ilişkisi içerisinde olduğu ortaya çıkmıştı. İşte bu 17/25 Aralık skandalının patlak vermesinden bu yana, Hizmet Hareketi Erdoğan ve kliğinin hedefinde. İlişkilendirildiği vahim yolsuzluk skandalının mümkünse üstünü örtmek ve dikkatleri bir başka yöne çevirmek için Erdoğan ve çevresinin bir düşmana ihtiyacı vardı. Bu ihtiyacı karşılamak için derhal “Paralel Devlet/Yapı” yalanını uydurdular ve bu paralel devletin Hizmet Hareketi olduğu iftirasını ortaya attılar. Tamamen kontrollerindeki onlarca gazete ve televizyonda sürekli köpürttükleri bu iddiaya göre, güya Hizmet Hareketi’nin polis ve yargıdaki sempatizanları 17/25 Aralık yolsuzluk operasyonlarıyla Erdoğan Hükümeti’ne darbe yapmayı ve hükümeti yıkmayı amaçlamıştı.
Erdoğan ve kontrolündeki AKP hükümeti o tarihten itibaren hak, hukuk ve en temel ahlak ilkelerini hiçe sayarak ürettiği iftira ve yalanlarla Hizmet Hareketi’ni hedef aldı. Tam 13 aydır Hizmet Hareketi’ne durmaksızın casus, vatan haini, haşhaşi, hırsız, terör örgütü, komplocu denildi. Bu vahim ve vahim olduğu kadar da ahlaksız iddia ve iftiraları kanıtlayacak herhangi bir somut bilgi ya da belge ise bugüne kadar ortaya konulamadı. Elbette ki bu kadar vahim iddia ve iftiralar havada kalamazdı. Bu yüzden belirli bir aşamadan sonra düzmece senaryolarla Hizmet Hareketi’nden diye iddia ettikleri bürokratlar, polisler ve daha sonra gazetecilere yönelik algı operasyonlarına girişildi. Amaç, Hizmet Hareketi’ni halkın nazarında itibarsızlaştırmak ve buna bağlı olarak toplumun her alanındaki faaliyetlerinin kökünü kazımaktı. 22 Temmuz 2013 ve sonrasındaki, 14 Aralık 2014 ve sonrasındaki ve bugünden sonraki tüm çabaları da aslında aynı amacı güttü/güdüyor. Gerçekte herhangi bir yasadışı ya da suç niteliğindeki faaliyetini tespit edemedikleri Hizmet Hareketi’ni kamuoyu algısını maniple etmeyi amaçlayan komplolarla yıpratmak istiyorlar.
Dolayısıyla, KPSS’de soru hırsızlığı yapıldığına dair gündeme getirilecek olan komplonun ana hedeflerinden biri son 14 aydır yapılmaya çalışılanlardan farklı değil. Ama unuttukları bir şey, daha doğrusu bir soru var. Ana faaliyet alanı eğitim olan ve bu konudaki tesadüfi olmayan istikrarlı başarılarıyla yurtiçi ve yurtdışında herkesin dikkatini çeken Hizmet Hareketi, herhangi bir objektif kamu sınavında neden hile yapmaya, soruları çalmaya ihtiyaç duysun? Hizmet’in okullarının kendi başarı grafiği, bu kurumların başarılı eğitim süreçlerinden geçmiş olan öğrencilerin her türlü objektif sınavdan başarıyla çıkmasını zaten fazlasıyla garantiliyor. Burada sadece KPSS ve benzeri sınavlardan değil, her tür objektif merkezi sınavda olduğu gibi gerek ulusal, gerekse uluslararası bilimsel ve akademik yarışmalarda bu başarısını tekrarlayan eğitim faaliyetlerinden bahsediyoruz. Hizmet Hareketi’ne yakın eğitim kurumlarının Milli Eğitim Bakanlığı’nın son yaptığı merkezi TEOG sınavlarında Türkiye ortalamasının çok çok ilerisindeki başarı grafiği de bu durumu bir kez daha teyit ediyor.
Aslında Erdoğan ve AKP hükümeti için sorun zaten tam da burada başlıyor. Tıpkı diğer alanlarda Hizmet Hareketi’ne attıkları iftira ve suçlamaları kanıtlamakta aciz kaldıkları gibi, bu komploda da somut sonuçlar çıkaramayacaklarını en iyi kendileri biliyor. Ama bu hükümet ve Erdoğan’ı komplodan vazgeçirmeye yetmiyor. Hizmet Hareketi’nin eğitim faaliyetleri üzerinde şaibeye yol açarak kamuoyunda bir algı oluşturmayı ve somut delillerle başaramadığı yıpratmayı algı operasyonlarıyla gerçekleştirmeyi amaçlıyorlar. Onlarca yıldır en iddialı olduğu eğitim alanında yıpratabilirlerse Hizmet Hareketi’ne dair şeytani amaçlarına daha da yaklaşabileceklerini hesaplıyorlar.
Bu komplodaki tek amaçları tabii ki sadece kamuoyunda Hizmet Hareketi’ne dair olumsuz bir algı oluşturmak değil. Tam tersine bir taşla çok kuş vurma peşindeler. KPSS sınavlarının çalındığı iddia ve iftirası üzerinden, objektif merkezi sınavlar üzerinde de ciddi bir şaibe oluşturmayı amaçlıyorlar. Böylelikle bugüne kadar partizan kadrolaşma önünde büyük bir engel olarak gördükleri kamu sınavlarını ortadan kaldırıp, kamu kadrolarını mülakat gibi sübjektif kriterlerle partizanlarına açmak istiyorlar. Özellikle son aylarda CHP’nin listeler halinde kamuoyuna açıkladığı AKP’li bakan ve vekillerin yüzlerce akrabasının nasıl usulsüz ve sınavsız bir şekilde kamu pozisyonlarına yerleştirildiğinin ortaya çıkmasından sonra, belli ki bu konudaki niyetleri daha bir netlik kazanmış durumda. Yani AKP’nin kamu sektöründeki kul hakkını hiçe sayan ayrımcı ve nepotik uygulamaları kuraldışı olmaktan çıkarılıp sistematik hale sokulmak isteniyor. Bunun önündeki en büyük engel olarak ise başarıyı objektif bir yöntemle ölçen KPSS ve benzeri merkezi kamu sınavlarını görüyorlar.
Yani önümüzdeki günlerde, Erdoğan’ın kontörlündeki güçlü medya ağı üzerinden halkın gündemini oluşturacak olan KPSS sınav hırsızlığına dair iddia ve iftiralarla hem Hizmet Hareketi yıpratılmak, hem de kamudaki partizan kadrolaşmanın önündeki son engel olan KPSS benzeri sınavlardan kurtulmak isteniyor. Onun için de 5 yıl önce yapılmış ve üzerinde şaibeler oluştuğu için büyük ölçüde iptal edilmiş bir KPSS sınavı üzerinden Hizmet Hareketi’ne yakın bir sivil toplum örgütünü de içine alacak şekilde bir komployla, bir kumpasla yol alınmak isteniyor. Ama herkes şundan emin olsun ki, bugüne kadar yüzlerce iftira ve yalana rağmen Hizmet Hareketi’nin usulsüzlük, yolsuzluk ya da suç teşkil eden tek bir eylemini kanıtlarıyla ortaya koymakta aciz kalan Erdoğan ve çevresindeki suç şebekesi bu komplo girişimlerinde de mutlaka başarısız olacaklardır.
Aradan 5 yıl geçtikten sonra yeniden başlatılacak soruşturmanın, o tarihte hakkında soruşturma açılan ve yeterli delil bulunmadığı için kapatılan 2010 yılı KPSS sınavında sorulan 120 sorudan 100’den fazlasına doğru cevap veren 3227 kişiyi hedef alacağı iddia ediliyor. Ama ne hikmetse bu kurmaca soruşturmanın Hizmet Hareketi ile ilişkilendirilmesini sağlayan tek sözde delili, Hizmet Hareketi’ne yakın bir dernekteki bir bilgisayara sınavdan önce kaydedildiği iddia edilen ve çalınan soruları muhteva ettiği söylenen “3227.pdf” isimli bir dosya oluşturuyor. Bu garabetin teknik ayrıntılarına girmeyeceğim, ilgili haberlerde okuyabilirsiniz. Ama henüz yapılmamış bir sınavda kaç kişinin 100’den fazla soruyu doğru cevaplayacağını önceden bilerek soruların bulunduğu dosyaya o ismin verilmiş olabileceğine aklı başında kimleri inandırabileceklerini gerçekten merak ediyorum.
Sıklıkla karşı karşıya olduğumuz benzerlerine artık alışmak zorunda kaldığımız bu komployu planlayanlar da diğerleri gibi ileride kendilerinin mutlaka yargılanmalarına delil oluşturacak pek çok aptalca hata yapmışlar. Şu kadarını söyleyeyim, önümüzdeki günlerde gündeme büyük ihtimalle damgasını vuracak KPSS komplosunun anatomisi aynı zamanda Erdoğan’ın talimatlarıyla hareket ettiği iddia edilen komplocu çetenin zeka ve kapasitesinin anatomisi niteliğinde de.

11 Ocak 2015 Pazar

Sivil toplum ve “sivil toplum” taklidi


Güçler ayrılığı, hukuk devleti, basın ve özgürlüğü gibi demokrasilerin olmazsa olmazlarından biri de güçlü ve canlı bir sivil topluma sahip olmasıdır. Devletten ve hükümetten bağımsız, kendi toplumsal meşruiyetini üretebilen, toplum yararına aykırı gördüğü adımlar her nereden gelirse gelsin eleştirel bir tavır alarak karşı çıkabilen canlı bir sivil toplumun varlığı kamu iradesinin denetimi, hesap verebilirliği ve demokratik ve hukuk devletinin yozlaşmadan, zorbalığa sapmadan sürdürülebilirliği için elzemdir.
Gelişmiş demokrasilerde her çeşidiyle sivil toplumun da son derece gelişkin olduğu görülmektedir. Demokrasi ve hukuk devleti taklidi yapan anti-demokratik sistemler de sivil toplum ihtiyacına bigane kalamamaktadır. Sahih ve bağımsız sivil toplumu aslında tehdit olarak gören bu tür despotik sistemler iktidara ve güce iliştirilmiş “sivil toplum” görünümlü sahte yapılar oluşturmakta maharetleriyle bilinirler. Gelişmiş demokrasilerdeki sayı ve çeşitliliği ile yarışamayacak olsalar da bu türden anti-demokratik yapılar tamamen kendi kontrolleri altında sahte sivil toplum yapıları oluştururlar. Ya da zaten faal olan bazı yetersiz sivil toplum örgütlerini şu ya da bu yolları kullanarak sivil toplum görünümlü kendi ajanlarına dönüştürürler. Her ikisinin de örneklerini saymakla bitiremeyiz.
Oysa ki, sivil toplumculukta esas olan devletten, iktidardan bağımsızlıktır. Devletin kamuya ayrım gözetmeden hizmet üretme işlevinden çıkıp çeteleşmesine yol açacak savrulmalara karşı da gerçek sivil toplum bir emniyet sübabıdır. Sivil toplumun bu misyonunu ifade edebilmesi için devlet ve iktidardan bağımsız olmakla kalmayıp eleştirel bir mesafede durmayı başarması gerekmektedir. Sivil toplum olabilme ve kalabilme kriteri için bağımsız ve eleştirel olmanın yetmeyeceği durumlar da yok değildir. Despotluk ve otoriterliğin artma eğilimine girdiği süreçlerde sivil topluma düşen bağımsız ve eleştirel olmakla kalmayıp despotlaşan devlete, hükümete, iktidara rağmen tavır alabilmektir. Devlete ve despotik yapıların zorbalıklarına ve baskılarına rağmen tavır alamayan yapıların sivilliği, demokratlığı, özgürlükçülüğü tartışmalıdır. Aslında böyle yapıları sivil toplumdan saymak tamamen bir yanılgıdan ibarettir.
Sivil toplumdan beklenen hak, hukuk ve özgürlüklerin yanısıra halkı ilgilendiren her konuda gelecek nesillerin de haklarını koruyacak tavırlar alabilmesidir. Ancak, uygulamada bunun tam tersini yaptıkları halde kendilerini sivil toplum gibi tanıtma sahtekarlıklarıyla da sıklıkla karşılaşabiliyoruz. İşte bu durumlarda gerçek sivil toplum ile devlete/iktidara iliştirilmiş çakma sivil toplum arasındaki fark apaçık ortaya çıkıyor. Tıpkı geçtiğimiz günlerde geniş katılımlı iki tarihi bildirinin altına imza koyan yapılar arasındaki sivil toplum olma açısından ortaya çıkan devasa fark gibi.
Bunlardan ilki 5 Ocak 2015 günü, yani Meclis Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu’nun 17 Aralık 2013 yolsuzluk skandalına adı karışan 4 müstafi bakan hakkında kararını vereceği gün gazetelerde “Sivil Dayanışma Platformu” adı altında verilen ilandı. Kamu denetiminden uzak yüz milyonlarca dolar harcanarak şaibelerin ve tartışmaların odağına oturan bir görgüsüzlük abidesi niteliğindeki Ak Saray önünde fotomontajla oluşturulmuş on binlerce kişilik kalabalıkların görüldüğü bir fotoğrafın altına “Sağlam İrade” başlığı altına konulan bildiri metni, değil sivil ve demokratik, asgari insani olmaktan bile son derece uzak hoyrat bir muhtıra niteliğindeydi. Despotik gidişatın motoru niteliğindeki bir yapının talep ve koordinasyonuyla yayınlandığı belli olan bu korkunç metin, yolsuzluğa bulaşmış bakanların Yüce Divan’a sevkini engellemeyi amaçlıyor ve bu uğurda herkesin gözleri önünde Anayasa Mahkemesi’nin aşağılıyor, Meclis iradesini açıktan tehdit ediyordu. Demokrasi ve hukuk ilkelerini hatırlatmak yerine “Sağlam İrade” diye andıkları her kimse onun buyruklarına göre hareket edilmesini emredici ve tehditkar bir üslupla dile getiriliyordu.
Yolsuzlukların üzerine gidilmesi engellendiği ve dolayısıyla şüpheli bakanların yargıda aklanma şansı ellerinden alındığı halde, “Sağlam İrade” başlıklı “Sivil Dayanışma Platformu” imzalı bildiride şu dehşet verici ifadeler kullanılıyordu:
“17-25 Aralık darbe girişimlerinin adli yargıda takipsizlikle sonuçlanmasına rağmen dosyada suçlanan bakanların Yüce Divan’a gönderilme çabası, adli yargıda başarısız olan darbe girişiminin Anayasa Mahkemesi’nde sonuçlandırma çabasıdır.
Anayasa Mahkemesi aklanma yeri değildir.
Anayasa Mahkemesi bugüne kadar siyasete müdahale eden kararlarıyla vesayet rejiminin son kalıntısı olarak milletin vicdanında aklanması gereken bir yerdir.
Anayasa Mahkemesi’nden ‘Dönemin Başbakanı’ çıkarma gayretinde olan içeriden ve dışarıdan fitne odakları ile siyasi ikbal ve makamları için bu fitne odaklarıyla açık gizli ittifak yapanları ibretle takip ediyoruz.
Siyasi kariyerlerini ve kazanımlarını ‘Sağlam İrade’nin gölgesine borçlu olanların küçük hesapları ‘Büyük Türkiye’ yürüyüşünü durdurmaya yetmeyecektir”
Demokratik kültürde yeri olmayacak “Sağlam İrade” dedikleri bu kişi ya da kurum her kim veya neyse, onun adına bir araya gelip bir demokratik kurumlara muhtıra vermenin sivillikle ve sivil toplumla herhangi bir alakası olabilir mi? Asgari demokratik tepkiden, eleştirel tavırdan vazgeçtim, demokratik nezaketten bile tamamen mahrum bu yapıların sivil toplum olduğunu nasıl savunabiliriz? Altındaki imzalardan bazılarının sahte olduğu daha sonra ortaya çıkan bu bildiriyi yayınlayan grubun hakaret ve tehditlerle dolu bildirisine komisyon maalesef boyun eğmiş ve “Sağlam İrade”nin önünde diz çökmüştür.
Güzel olan şu ki, Türkiye bu türden kıymeti kendinden menkul anti-demokratik, konjonktürel ve devlete iliştirilmiş sözde sivil toplum örgütlerinden ibaret değil. Söz konusu bildiriden birkaç gün sonra bu sefer “Özgürlük ve Demokrasi Platformu” adı altında 890 sivil toplum örgütü gazetelerde ortak bir bildiri yayınladı. İki metin arasındaki üslup, duyarlılık konuları ve vizyon farkı bildiri yayınlayanlardan hangisinin gerçekten sivil toplumu temsil ettiğini hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde gösterdi. Bildiride şunlar söyleniyordu:
“Demokratik hukuk devleti ilkesi ile birlikte temel hak ve özgürlükler, toplumsal barışın esaslarını oluşturur. Hiçbir siyasi gerekçe, hiçbir konjonktürel sebep, bu haklardan ve hukuk devleti ilkesinden vazgeçmeyi, sapmayı maruz gösteremez.
Anayasa Mahkemesi'nin ifade ettiği şekliyle 'kişilerin devlete güven duymaları, temel hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri, ancak hukuk güvenliği ve üstünlüğün sağlandığı bir hukuk düzeninde gerçekleşebilir' Bu açıdan özgürlüklerden ve hukuk devletinden vazgeçmek geriye gitmektir, fakirleşmektir, toplumsal barışın bozulması demektir. Kamu düzeni özgürlüklerin geliştiği yerlerde değil, keyfi biçimde kısıtlandığı, hukukun uygulanmadığı yerlerde çok daha fazla zarar görür. Demokrasi yolculuğu 100 yılı aşkın bir süredir devam eden, Avrupa Birliği vizyonunu benimsediğini dünyaya deklare eden Türkiye, hedeflediği noktadan asla geriye döndürülmemelidir. Türkiye Cumhuriyeti'nin bütün vatandaşları, dünyanın gelişmiş ülkelerinde yaşayan insanların sahip olduğu hak ve özgürlüklere sahip olmalıdır.
Hiçbir siyasi, kişisel ya da grupsal hesap, menfaat, hırs, angajman, bireylerin sahip olduğu temel hakların alınmasını mazur gösteremez. Demokrasi ve hukuk üzerinde kurulmak istenen hiçbir vesayet kabul edilemez. Hukuku zayıflatmak, Devleti ve Milleti zayıflatmak anlamına gelir.
Demokratik hukuk devleti ilkelerinden bir an için bile olsa taviz vermek, ülkemizin on yıllar boyu ödeyeceği bedelleri beraberinde getirecektir. Hukuk devleti ilkesinin ve demokrasi anlayışının her gün örselendiği ülkemizi yönetme konumunda bulunanları buradan uyarıyoruz. Özgürlük ve Demokrasi Platformu çatısı altında bir araya gelen 890 sivil toplum kuruluşu olarak taleplerimiz şunlardır:
- Ülkemizde özgürlüklerin kısıtlanması yönündeki tüm engeller bir an önce kaldırılmalıdır.
- Ülkemizde sosyal barışı zedeleyen saldırgan ve kutuplaştırıcı siyasi üsluptan derhal vazgeçilmelidir.
- Ülkemizde ekonomik üretimi, toplumsal barışı ve özgür düşünce ortamını zayıflatacak her türlü yasal düzenlemeye son verilmelidir.
Bizler, Türkiye'nin dört bir köşesinden bir araya gelen sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri olarak, halkımızı ve ülkemizi yönetenlere, temel hak ve özgürlüklerle demokratik hukuk devleti ilkelerine sahip çıkmaya çağırıyoruz. Çünkü, özgürlük ve demokrasi olmazsa ekonomi de iyi işlemez. Özgürlük ve demokrasi olmazsa toplumsal barış da olmaz. Üreten ekonomi için, kalıcı toplumsal barış için; önce demokrasi önce hukuk devleti.”
“Sağlam İrade”nin emrindeki çakma “sivil toplum” ve hakiki sivil toplumun bir kesiminin yayınladıkları bildiriler işte yan yana! Peki sizin tercihiniz hangisinden yana?

6 Ocak 2015 Salı

Kötülüğün sıradanlığı ya da çürümenin kurumsallaşması


Meclis Yolsuzlukları Soruşturma Komisyonu’nun 17 Aralık 2013 operasyonuyla rüşvet ve yolsuzlukları afişe olmuş 4 eski bakanla ilgili aldığı Yüce Divan kararını duyar duymaz aklıma nereden geldiyse “kötülüğün sıradanlığı” kavramı ve bu kavramın yol açtığı çağrışımlar geldi. Komisyonun 14 üyesinden AKP’li 9’u, ahlak ve vicdanlarını sıfırlayıp blok halinde oy kullanarak şüpheli bakanların Yüce Divan’a gitmesini şimdilik engelledi. Ancak, muhalefetin muhtemel bir talebiyle Ocak ayı içerisinde aynı gündemle Meclis’te de bir oylama yapılabileceği için şüpheli dört bakanın Yüce Divan’a gitme ihtimali teorik olarak hala bulunuyor.
Komisyonunun yolsuzluk suçlamaları karşısında istifa etmek zorunda kalan 4 eski bakana Yüce Divan yolunu şimdilik kapatmaktan daha önemli bir kararı daha var ki, halkın vicdanında ve adalet duygusunda bu kararın yol açacağı hasarın telafisi belki de hiçbir zaman mümkün olmayacak. Yine AKP’li üyelerinin blok oyuyla Komisyon tüm yolsuzluk ve rüşvet dellilerinin 1-2 gün içerisinde imha edilmesi yönünde de bir karar aldı.
Komisyondaki temsilcilerinin bu kararlarıyla AKP resmen 17/25 Aralık’ta ortaya saçılan çürümüşlüğün ve kokuşmuşluğun partide yoldan çıkmış, Şeytan’a ve nefsine yenilmiş bir kaç yozlaşmış kişiliği ilgilendiren berbat bir sorun olmayıp, bu sorunun AKP’nin kurumsal kimliğini ve partinin kişiliğini oluşturur hale geldiğini ispatlamış oldu. Suçluları kollama, suçları örtme ve suç delillerini karartma yönündeki bu vahim karardan sonra artık karşımızda sadece suça, rüşvete, yolsuzluğa, hırsızlığa bulaşmış birkaç bakan sorunu bulunmuyor. Karşımızda bu adilikleri artık suç, ayıp ya da günah görmeyen bir iktidar partisinin yozlaşmış, çürümüş, kokuşmuş kurumsal kimliği duruyor. Bu kararlarla bütün parti adeta kurumsal olarak “hepimiz hırsızız, hepimiz rüşvetçiyiz, hepimiz yolsuzuz” diye haykırmış ve dahası “hepimiz Reza Zarrab’ız” demiş oluyor.
Tıpkı Hannah Arendt’in “A Report on the Banality of Evil / Eichmann in Jerusalem” adlı kitabında kavramlaştırarak düşünce dünyasına hediye ettiği “kötülüğün sıradanlığı” tabirinin çağrıştırdıkları gibi. Komisyonda çıkan kararla AKP’nin kurumsal olarak sahiplenmesi sonucu hırsızlıklar, rüşvetler, yolsuzluklar, keyfilikler, yalanlar, iftiralar ve hukuksuzlukların yol açtığı kokuşma ve çürüme de iyice sıradanlaşıyor. Zaten Arendt de, farklı bir konu ve bağlamda olsa dahi, aslında akıl almaz kötülüklerin ortalama her insanın yapabileceği türden günahlar olduğunu anlatmıyor muydu?
Hatırlayalım: Nazi subayı Adolf Eichmann, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Arjantin’de yakalanıp soykırım suçundan yargılanmak üzere Kudüs’e götürülünce, New Yorker dergisi, New York’ta yaşayan bir Alman filozof olan Hannah Arendt’i duruşmayı izlemesi için Kudüs’e göndermişti. Arendt mahkemeyi takip etti ve izlenimlerini uzun uzadıya dergi için yazdı. Daha sonra kitaplaşan o metinde Arendt, milyonlarca insanı toplama kamplarında ölüme yollayan Eichmann’ın suçunu “kötülüğün sıradanlığı” kavramıyla açıklamıştı. Bu kavramla Arendt,  kötülüğün “sıradan” bir şey olduğunu değil; tam tersine büyük insanlık suçlarının sıradan insanlar eliyle gerçekleşebileceğini anlatmak istiyordu. Adolf Eichmann mahkemede suçunu kabul etmemiş, sadece kendisine verilen emirleri yerine getirdiğini savunmuştu. Arendt işte bu patolojiyi sorguluyordu: Eleştirel mesafeden ve düşünceden yoksunluk, Eichmann’ın cinayetlerini “sıradan” hale getirmişti
Arendt büyük zulümlerin en basit karakter özelliklerinden çıkabileceğini hatırlatmış ve bunların en kötüsünün adını “kariyerizm” olarak koymuştu. “Eichmann aslında vasat bir bürokrattı, üstlerinin ve diktatörün gözüne girmek için kendisine verilen işi en iyi şekilde yapması gerektiğini düşünüyor, bunu meşru görüyordu. Kendi ikbalinden başka amacı yoktu,” diyor Arendt. Kısacası, insanlık tarihinin en büyük soykırımlarından biri, kariyer düşkünü çapsız memurlar eliyle hazırlanmıştı.
Tıpkı 17/25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet skandalından sonra yaşananlar gibi. Tıpkı niyetleri halis olmayan yozlaşmış bir siyasal ekibe hizmet ederek hırsızlığı, yolsuzluğu, rüşveti aklamayı bürokraside terfi almanın, siyasette ilerlemenin, yargıda yükselmenin bir yolu gören kifayetsiz muhterislerin yapıp-ettikleri gibi. Arendt’in “kötülük mekanizması göründüğünden daha basittir” tezinin Türkiye’deki bu yozlaşma, çürüme ve kokuşma için de geçerli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yozlaşmış bir siyasi çetenin rüşvet ve yolsuzluklardan pay dağıtıp rıza devşirerek meşrulaştırdığı korkunç bir despotizme doğru gidişatın yolunun küçük menfaatlerin taşlarıyla döşeli olduğunu henüz aklını yitirmemiş herkes görebiliyor. Bürokrasinin çarkları, “kariyerizm” ve tatmin olmak bilmez menfaatler Türkiye’de despotluğa, diktatörlüğe doğru hızla yol aldıkça artan yozlaşmanın, çürümenin ve kokuşmanın bitmek bilmez yakıtlarını oluşturuyor.
Bu zehirli yakıt yanmaya bir kez başlamaya görsün. Geriye ne ahlak, ne hukuk, ne din, ne ilke, ne tutarlılık bırakıyor. Sadece iki kişi arasında yaşansa bile hayat boyu utanılacak bir sürü kepazeliğe milyonların gözü önünde imzalar atılabiliyor. Bir dönem daha milletvekili olabilmek, oturduğu başbakanlık ya da bakanlık koltuğunun sıcaklığını bir süre daha uzatabilmek, bulunduğu pozisyonu bir basamak daha yukarı taşıyabilmek, ekonomik kazançlarına haram helal demeden yenilerini katabilmek ya da var olana halel gelmesinden endişe ederek etliye sütlüye karışmaktan uzak durmak sayesinde kötülük de sıradanlaşıyor, ahlaksızlık ve omurgasızlık da…
Her yerde hissedilen bu kesif çürüme ve mide bulandırıcı kokuşma artık sinsice, gizliden ve yavaş yavaş değil, arlanmaz bir cüretkarlıkla, hayasız bir aleniyetle ve şımarık bir hızla yayılıyor. En tepeden başlayan bu yozlaşma, çürüme ve kokuşma, önce en tepedekinin yakınlarına sirayet ediyor, sonra kurumlarına ve en sonunda tüm topluma… Balık baştan kokmakla kalmıyor, tüm vücudu da kokutuyor, çürütüyor… Kokuşma ve çürümeyi yaygınlaştırıp, kurumsallaştırıp kendilerinin ve toplumun ana karakteri haline getiriyorlar. Yani tehlike açıkça görünür olanlardan bile büyük!



Not: Bu yazıda Can Bahadır Yüce’nin 8 Temmuz 2014 tarihinde Zaman gazetesinde yayınlanan “Kötülüğün sıradanlığı” başlıklı yazısından faydalanılmıştır.