2 Mart 2016 Çarşamba

Günleri sayarken...

Bilirim günler saymak için değil, çevrenizdekilerle ve sevdiklerinizle insanca duyguları paylaşarak coşkuyla yaşamak içindir. Ama uzaktan, yakından görebildiğiniz herkes, özlem ve sabırla bekledikleri o günlerin gelmesi için gelip geçen günleri endişeli dualar eşliğinde tek tek sayarken öyle yaşanmıyor işte. Kahırla saydıkları günlerden kurtulacakları günleri bekleyenlerle birlikte ne getireceği tam olarak belli olmayan o muğlak bekleyişe mecburen siz de dahil oluveriyorsunuz. Üstelik bu bekleyiş sebebiyle ya yaşamayı erteliyor ya da yaşıyormuş gibi yapmakla yetiniyorsunuz.
            Beklemek veya gün saymak... Özünde illa da kötü çağrışımları olan şeyler değil. Mesela tabiat, coşku dolu cıvıltılarla yeniden uyanmak üzere baharın o hayat veren soluklarını duymak için aylar boyu günleri sayarak beklemez mi? Börtü böcekler, arılar, kelebekler binbir renkle fışkıran çiçeklerle gelecek olan baharın yollarını gözlemezler mi? Hatta insanlar, sırf ılık meltemlerin yüzlerini yaladığı güneşli serin günlerin coşkun neşesini bir kez daha yaşamak için, ömürlerinden günler düşme pahasına günleri saymazlar mı? Sevgililer sevdiklerine, gurbettekiler sıla özlemiyle tutuştukarı vatanlarına kavuşmak için günleri sabırsızlıkla saymazlar mı? İşçiler, memurlar ay sonu, öğrenciler haftasonu gelsin diye günleri saymaz mı?         
            Keşke gün saymaların tamamı bunlar gibi olsa. Bunların yanında bir de, belirli bir müphemlik içerisinde olmakla birlikte, sizin için neredeyse mukadder olan bir şerrin gelmesini beklerken gün saymak vardır. İşte bu türden gün saymalar dayanılır gibi değildir. Mutlaka olacaksa uzak olmayan bir zamanda olacağını bildiğiniz bir güne doğru eliniz kolunuz bağlı bir şekilde gün saymak, gün saymaların en fecisidir. Böylesi, günü ve anı belli olmayan bir ecele doğru gün saymaktan çok daha beterdir. Çünkü, ecel hiç beklemediğimiz bir anda apansız gelir. Aldığımız her nefesle ona bir adım daha yaklaştığımızı bildiğimiz halde onun bize ne kadar uzak ya da yakın olduğu bir sırdır. Ve büyük bir nimet olan bu ilahi sır sayesinde ecel, bizi her an rahatsız eden dayanılmaz bir kaygı olmaktan çıkıverir.
            İçinde debelendikleri suç deryasının ve siyasi ihtiraslarının yol açtığı eşsiz çuvallamaların hesabını vermek istemedikçe daha da despotlaşan, despotlaştıkça işledikleri suçları katlayan AKP/Erdoğan rejimi yüzünden milyonlarca insan bugünlerde gönlünce yaşamayı erteleyip gün sayıyor. Bazıları ülkenin üzerine çöken bu karabasandan kurtulacakları güzel günler için büyük bir istek ve umutla sayıyor günleri. Benim gibi bazıları ise abuk subuk gerekçelerle zaten biteviye devam eden soruşturmalar, yargılamalar, gözaltılar, tutuklamalar yaşarken keyfi bir kararla yeniden hapse atılma ihtimaline dair gün sayıyor.
            İhlal etmedik Anayasa maddesi bırakmayan, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararlara bile uymayarak sürekli suç işleyen bir zihniyetin emrindeki bazı güdümlü yargı mercileri Türkiye’de tam bir cadı avı yürütüyor. Yaşanan yolsuzluklar, haksızlıklara, despotluklara, keyfiliklere ve hukuksuzluklara karşı eleştirel görüşleriyle ve cesur tavırlarıyla öne çıkan kim varsa bugün takibat altında bulunuyor. Üstelik bazılarına yönelik onlarca soruşturma ve dava birden yürütülüyor. Gün geçmiyor ki ajanslara 12-13 yaşındaki bir öğrencinin, umut dolu bir gencin ya da yazdıklarıyla topluma ışık olan bir yazarın, bir edebiyatçının veya bir gazetecinin adı bir soruşturmayla, gözaltıyla, yargılanmayla ya da tutuklanmayla anılmasın.
            Ülkenin üzerine çöken zulüm ve baskı karanlığı karardıkça kararıyor. AKP/Erdoğan rejimi tarafından eleştirel medya gruplarına el konuluyor, aylar içerisinde batırılarak yok ediliyor. Televizyonların ekranları bir bir karartılıyor. Twitter gibi sosyal medya mecralarına bile gem vurmak üzere plan üzerine planlar yapılıyor. Aç gözlü yandaş işadamlarının devlet koruması altında çevre talanına dur demek için harekete geçen sivil halk AKP/Erdoğan rejimi tarafından terörize ediliyor. Güneydoğu’da şehirler aylarca abluka altında ağır ateş altına alınıyor, yerle bir ediliyor, harabeye döndürülüyor, hala hayatta kalanlar için yaşanmaz hale getiriliyor. Hırsızlıklar, yolsuzluklar, rüşvetler, talanlar, yalanlar, iftiralar, hukuksuzluklar arttıkça artıyor, azdıkça azıyor.
            Bu yaşanan fecaatlere karşı yapacağınız tek bir eleştiri, devlet büyüklerine ya da doğrudan Cumhurbaşkanı’na hakaret ettiğiniz iddiasıyla anında gözaltına alınmanız ya da savcılıklarda ve mahkemelerde süründürülmeniz için yeterli oluyor. Susanız, sinesiniz, yılasınız diye hakkınızda açılan soruşturmalara, yapılan gözaltılara, hakkınızdaki davalara ya da verilen irili ufaklı hapis ve para cezalarına rağmen hala susmuyorsanız sizin için günleri yeniden saymanın vakti gelmiş demektir.
            Onca işleri arasında eleştirel medyayla, gazetecilerle, aydınlarla ve akademisyenlerle bizzat uğraşmaya zaman ayıran Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Davutoğlu ve bakanlarının ne yapıp edip sizi mutlaka hapsettireceklerinden emin olabilirsiniz. Üstelik bu  durum zamanla bir “acaba” meselesi olmaktan çıkıyor ve hızla “ne zaman” meselesine dönüşüyor. Ve o noktada artık derin düşünceler içinde beklemeye başlıyorsunuz, “abuk subuk gerekçelere açılan falanca davanın bu duruşmasında mı tutuklanıp hapsedileceğim, yoksa yine abuk subuk gerekçelerle açılan filanca davanın şu duruşmasında mı?” diye.
            Hukukun kalan son kırıntılarını da adalet çöplüğüne süpürmekten başka bir hayrı olmayan Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın verdiği son rakamlara göre sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik olduğu iddiasına dayanarak “hakaret” suçlaması ile 1845 soruşturma açılmış. Bir de bu sözde suçun “Başbakana hakaret”, “bakana hakaret”, “valiye hakaret”, “bürokrata hakaret” gibi versiyonlarını düşünecek olursanız, yürürlükteki despotik ve keyfi uygulamalara yönelik eleştirel fikirlerinden dolayı haklarında soruşturmalar, davalar açılan insanların sayısının binlerce olduğunu kolaylıkla tahmin edebilirsiniz.
            Tabii bunlar yetmiyormuş gibi keyfi yorumlamalar ve uygulamalarla 1990’lı ve 2000’li yıllar boyunca bu ülkede düşünen, konuşan, yazan herkesin kabusu haline gelen “Türk milletini aşağılamak” suçunu düzenleyen TCK 301 var. Despotik AKP/Erdoğan rejimi kaydeğer eleştirelerin hepsini “hakaret” kapsamında ele almanın tuhaflığından sıkılmış olmalı ki, son zamanlarda TCK 301’i yeniden hortlattı. Geçmiş yıllarda yakasını bu ceza yasası maddesine kaptırmamış bir gazeteci olarak ben de hortlatılan TCK 301’den ilk nasibimi geçtiğimiz günlerde aldım. Başbakan Davutoğlu’nun 2014 yılında hakkımda peşinen verdiği bir şikayet dilekçesine dayanarak savcılık Twitter’da  2015 yılında yaptığım paylaşımları gerekçe göstererek hakkımda hapis istemli ceza davası açtı. Ama bu sefer “Türk milletini aşağıladığım” gerekçesine sığındı. Böylece, o davadan mı, yoksa bu davadan mı hapse atacaklarına dair soruşturmalar ve davalar koleksiyonuma eşsiz bir halka daha eklemiş oldum. Şimdilerde sürekli feyk infazlar tehditi altında yaşayan bir tutsak gibi, bu soruşturmalardan ya da davlardan hangisinden içeri alınacağıma dair papatya falları açıp gün sayıyorum.
            Türk medyasının ve yazı dünyasının yüzakı olan Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Ahmet Altan, Can Dündar ve daha birçok duayen isim de maalesef benzer bir durum yaşıyor. Onlar da, belki farklı duygularla da olsa, hayatları boyu biriktirdikleri tecrüblerini imbiklerden süzdükleri şu en verimli dönemlerinde günlerini savcılıklarda, mahkemelerde geçiriyor ve ne zaman tutuklanacaklarına dair gün sayıyorlar. Tıpkı Hidayet Karaca, Gültekin Avcı, Mehmet Baransu’nun başlarına gelenler gibi, bu ülkenin cesur kalemleri başlarına ne zaman ne geleceğine dair gün sayarken Cumhurbaşkanı, Başbakan ya da ilgili bakanlar, görülmedik zulüm ve baskılarlar yönettikleri ülkenin “dünyanın en özgür ülkesi” olduğunu, “Türkiye’deki basın özgürlüğünün dünyanın hiçbir ülkesinde olmadığı”, “basın ve ifade özgürlüğünün kendilerinin kırmız çizgileri olduğunu” hiç yüzleri kızarmadan söyleyebiliyorlar.
            Ne yapalım bizler somut gerçeklere dayalı olarak onların baskılarını, zulumlerini, hukuksuzluklarını, işledikleri suçları, despotluklarını yazıp eleştiriyoruz, onlar da dönüyor bizimle birlikte tüm dünyayla alay edip, dalga geçiyorlar. Sonra bize yine günleri saymak düşüyor. 

1 Mart 2016 Salı

Nomokrasi ve hukuk önünde eşitlik

Anayasa Mahkemesi’nin (AYM), Suriye’ye yasadışı silah taşıdığı iddia edilen MİT tırlarına dair bir haber yaptıkları için “casusluk”la yargılanan gazeteci Can Dündar ve Erdem Gül hakkında verdiği karar tartışılmaya devam ediliyor. AYM’ye bireysel başvuruları üzerine, tutuklanmak suretiyle “kişi hürriyetine ve güvenliğine dair haklarının ihlal edildiğine” hükmeden bu karar, 90 gün boyunca cezaevinde tutulan iki değerli meslektaşımızın tahliye edilmesini sağladı.
Her ne kadar ülkede hala hukuk kırıntıları olduğuna dair umutları yeşertse de bu karar, başta Hidayet Karaca, Gültekin Avcı ve Mehmet Baransu olmak üzere, sayıları 30’u aşan diğer tutuklu gazetecilere derhal uygulanmadığı için “hukuk önünde eşitlik” tartışmalarını da beraberinde getirdi. Temel hak ve özgürlüklere duyarlı oldukları kadar hukuka da bağlı olan tüm çevrelerde sevinçle karşılanan bu karara yönelik Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tuhaf tepkisi ise kamuoyunda tam bir soğuk duş etkisi yaptı. Erdoğan’ın herhangi bir hukuk devletinde örneğine rastlanmayacak “Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karara uymuyorum, saygı da duymuyorum” şeklindeki demokrasiye ve hukuk devletine yakışmayan tepki tartışmanın kapsamını bir anda genişletti.
Bu kararın eşitsiz uygulanması ve Erdoğan’ın tepkisi birçok hayati sorunun yeniden gözden geçirilerek cevaplandırılmasını bir ihtiyaç haline getirdi. Türkiye Cumhuriyeti hakikaten bir hukuk devleti midir? “Hukukun üstünlüğü” ilkesi devleti yönetenler tarafından ne kadar içselleştirilmiştir? Hukuk önünde hakikaten herkes eşit midir? Anayasa ve Türkiye’nin taraf olduğu üst hukuk normu niteliğindeki uluslararası sözleşmeler tarafından garanti altına alınan hukuki haklar herkesi kapsar mı? Cumhurbaşkanı ya da herhangi bir başka devlet görevlisi hukuka tabi midir, yoksa hukukun üzerinde midir? Kendisini hukukun üzerinde görenler, yaptıkları anayasa ihlalleri ve işledikleri anayasal suçlar karşısında hukukun yaptırımlarından layüsel midir?
1860’lı yıllardan itibaren hukuk ve siyaset bilimi literatürüne girmiş olan “hukuk devleti” kavramı, en genel anlamıyla, sınırları içerisinde hükümran olan kamu erkinin bir hukuk düzenine bağlı olduğu devlet şeklini tanımlar. Mutlakiyetçi devletlerden farklı olarak, vatandaşlarını keyfi uygulamalardan korumak amacıyla “hukuk devleti”nde devlet gücü yasalar yardımıyla tanımlanır. “Hukuk devleti”nin olmazsa olmazları vardır ve bu temel ilkeler şöyle sıralanır: Devletin faaliyetlerinde hukuk kurallarıyla bağlı olması; hukuk önünde eşitlik ve devletin tarafsızlığı; temel hakların güvence altına alınması; devletin yargısal denetimi, hakim ve yargı bağımsızlığı.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 10. Maddesi “kanun önünde eşitlik” ilkesine güçlü bir vurgu yapar ve aynen şöyle der: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir… Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.”
AYM’nin söz konusu kararını sadece Anayasa’nın bu açık maddesi ışığında analiz etsek bile, bu kararın Karaca, Avcı ve Baransu gibi diğer tutuklu gazetecilere hala tatbik edilmemiş olmasının Anayasa’nın hukuk önünde eşitlik ilkesine ters düştüğünü net bir şekilde ifade edebiliriz. Anayasa’nın 10. Maddesi herkesi bağladığı gibi en fazla da vatandaşların hukuk önünde eşitliğini teminle sorumlu olan kamu yetkililerini ve özellikle yargı mercilerini bağlar. Bu görevlerini yerine getirmeyen yargı mercileri ya da Erdoğan’ın yaptığı gibi ilgili yargı mercileri üzerinde alenen baskı kurmaya çalışanlar anayasal suç işlemiş olur.
Kaldı ki, pek beğenmediğimiz 1982 Anayasası, 1961 Anayasası’nın aksine “hukuk önünde eşitlik” ilkesini “temel haklar ve ödevler” kısmına değil, “genel esaslar” kısmına koymuştur. Anayasanın bu sistematiğinden, “hukuk önünde eşitlik” ilkesini devlet yönetimine egemen olan bir “temel ilke”, bir “genel esas” olarak düşündüğü sonucu çıkmaktadır. Yani “hukuk önünde eşitlik” ilkesi tıpkı cumhuriyetçilik ilkesi, laiklik ilkesi, hukuk devleti ilkesi gibi anayasal sistemin temel yapısını belirleyen ilkelerdendir. Bu sayede “hukuk önünde eşitlik” ilkesi, devlet organlarını, idare ve yargı makamlarını vatandaşlar arasında ayrım yapmaktan net bir şekilde men eder.
Aynı şekilde, hukuk devletini esas alan bu Anayasa maddesi, makamı ve görevi ne olursa olsun hiç kimseye “Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karara uymuyorum, saygı da duymuyorum” deme hakkı ve imtiyazı tanımaz. Demokrasiye ve hukuk devletine yakışmayan bu tür keyfi ve nobran çıkışlar doğrudan Anayasa’nın ihlali ve dolayısıyla anayasal suç işlemek anlamına gelir. Kaldı ki Anayasa’nın 153. Maddesi de açıkça “Anayasa Mahkemesi’nin kararları kesindir” der. Sonra da “Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazete’de hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar,” diyerek hiçbir kişiye ve makama bu kararlara keyfi şekilde uymama hakkı vermediğini açıkça ortaya koyar
Cumhurbaşkanı Erdoğan başta olmak üzere pek çok yetkilinin, içselleştirmek şöyle dursun şeklen bile benimsemediği artık net bir şekilde anlaşılan “hukukun üstünlüğü”, “hukuk yönetmelidir” diyen Aristo’dan beri yaygın kabul gören bir ilkedir. Devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti de “hukukun üstünlüğü” ilkesini benimsemiş bir hukuk devletidir. Devletin bütün eylemlerinde hukuka bağlı olmasını ve hukuki sınırlara riayet etmesini talep eden “hukukun üstünlüğü” ilkesinin hayat bulması ancak bağımsız bir yargı mekanizması ile mümkündür. Hukukun özellikle de devlet ve hükümet yetkisini elinde tutanlara karşı üstünlüğünün altı çizen bu ilkenin, bağımsızlığı ve tarafsızlığı ortadan kaldırılarak büyük ölçüde partizan bir yargıya mahkum edilmiş Türkiye gibi ülkelerde ise hayat alanı maalesef ya yoktur ya da alabildiğine kısıtlıdır.
Öte yandan, “hukukun üstünlüğü” her vatandaşın hukukun muhatabı olabileceği anlamına da gelir. Yani “hukukun üstünlüğü” ilkesini benimsemiş bir ülkede kimse imtiyazlı olamaz. Bu ilke, başbakan ve cumhurbaşkanı dahil olmak üzere, hiç kimsenin ve hiçbir kurumun hukukun üstünde olmadığı anlamına gelmektedir. Üzerinde anlaşılmış temel prensipleri bulunan “hukukun üstünlüğü” bir ülkenin iyi yönetilip yönetilmediğini gösteren ana kriterlerdendir. “Hukukun üstünlüğü”nü benimsemiş yönetimlere Latince’de “hukukun yönetimi” anlamında “nomocracy” de denilmektedir. 
“Hukukun üstünlüğü”nü ilkesel olarak benimsemiş Türkiye’de konumu her ne olursa olsun tüm kamu görevlileri Anayasayı benimsemek ve her şeyin üzerinde tutmak zorundadır. Çünkü göreve başlarken ettikleri yeminler hukukun herkesten daha üstün olduğunu sembolize eder. Hal böyle olmakla birlikte ortalık maalesef namusları ve şereflerini ortaya koyarak üzerine ettikleri yemine uymayan ilkesiz ve değer tanımaz kamu yetkililerinden ve sözde hukuk adamlarından geçilmiyor.