Türkiye 1950 yılında çok partili sisteme geçtiğinden bu yana demokratik standartları, adil ve eşit rekabet şartları, ahlakiliği bu ölçüde yerlerde sürünen bir seçim süreci yaşamadı. Kampanya döneminde demokratik yarışmacılığın olmazsa olmazı adil ve eşit şartları sağlamayan bir seçim sürecinin sandıkta üreteceği sonucun demokratikliği tartışmalı olacaktır. Bu garabeti sorun etmek sandıktan tamamen ümitsiz olmayı elbette ki gerektirmez. Tüm adaletsizliklere ve olumsuzluklara rağmen şayet en nihayet milletin önüne sandık konuluyorsa o sandığın mevcut demokrasi açığını kapayabileceğine, demokrasiden ve hukuktan vahim sapmaları düzeltebileceğine olan inancı diri tutmak gerekir. Körü körüne olmayan bir ümidi canlı tutmakla birlikte demokrasiye, hukuk devletine ve insanlığın eriştiği gelişmişlik düzeyine yakışmayan ahlaki sefaleti ve anti-demokratik ilkellikleri tarihe not düşmek faydalı olacaktır.
Bu
seçim öncelikle “…üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için
bütün gücümle çalışacağıma Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve
şerefim üzerine and içerim…” diye yemin ettiği halde kah Suudi Arabistan’dan,
kah Orta Asya cumhuriyetlerinden, kah İngiltere’den gösterdiği modellerle adına
“başkanlık” dediği bir garabetin peşine düşen Erdoğan’ın AKP lehine partizan
çabalarıyla anılacaktır. “Eee ama Suudi Arabistan ve İngiltere başkanlık
sistemiyle yönetilmiyor ki!..” diye itirazlarınızı duyar gibiyim. Sorun da
burada zaten. Erdoğan, en yalın haliyle bir tek adam diktası kurmayı arzu
ediyor. Ama istiyor ki tüm yürütme yetkilerini kullandığı halde bugünkü gibi halka
ve hukuka karşı sorumsuz kalacağı o dikta rejimini millet “başkanlık sistemi” diye
bilsin.
Hırsızlığı, rüşveti,
yolsuzluğu, yalanı ve iftirayı kendisine destek verenlere normal ve ahlaki eylemlermiş
gibi kabul ettirmeyi başaran Erdoğan’ın model başkanlık sistemi olarak Suudi
Arabistan’ın monarşik sistemini kabul ettiremeyeceğini söylemekte doğrusu
güçlük çekiyorum. Başkanlık sisteminin tartışıldığı Erdoğan yanlısı SETA’daki
toplantıya katılanlar arasında siyaset bilimciler ve hukukçuların varlığı bu
yöndeki gayretlerinde epey yol aldığının açık ispatı niteliğinde. Yine doğrudan
yabancılara hitap eden Erdoğanist bir İngilizce gazetede “Başkanlık sistemi
parlamento seçimlerinin merkezine oturdu - Presidential system takes center
stage in parliamentary elections” gibi oksimoron bir ifadenin manşet olarak
kullanılabiliyor olması da kat edilen yolun habercisi durumunda. Şurası açık ki
Erdoğan, en ceberut dikta yönetimini başkanlık sistemi diye sunsa bile kendisiyle
simbiyotik ilişki içerisindeki geniş bir çevrenin bunu anında kabul edeceğinin
verdiği büyük bir özgüvenle hareket ediyor.
Seçim kampanyaları sırasında
en fazla koşturan, en fazla miting ve toplantı yapan kim denilse en doğru
cevabın, normalde teamüller, anayasa ve üzerine ettiği yemin gereği tarafsız
kalması; siyasi partilerin adayları arasında yapılan bir seçime dair tek kelime
etmemesi gereken Erdoğan olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Gittiği her yerde
devlet imkanlarını seferber ettiren, kamu çalışanlarını ve öğrencileri mitinglerine
katılmayı mecbur tutan, binlerce polisi görevlendiren, halkın vergileriyle
oluşturulan kamu kaynaklarını ve devletin örtülü ödeneğini AKP’ye oy istemek için
pervasızca kullanan biri olarak Erdoğan, cumhurbaşkanı konumuna asla yakışmayan
canhıraş bir performans sergiliyor.
Her günü Sabah Üsküdar’da,
öğlen Hakkari’de, akşam Ankara’da seçim toplantıları yaptığı Salı günü gibi
geçiyor. Şöyle bir cumhurbaşkanı düşünün ki halk arasına her gün ve sürekli
olarak nefret ve kin pompalasın, toplumun muhalif kesimlerine yönelik yalan ve iftiralarla
dolu uzun tiratlar çeksin ve bu konuşmaların hepsi en az 10 ulusal TV kanalı
tarafından canlı verilsin. Tek başına Erdoğan’ın kamu imkanlarıyla partizan kampanya
yürütmesi bile seçimin sıhhatine ve güvenilirliğine gölge düşürmeye yeter.
AKP’nin yürüttüğü hiçbir
ahlaki kritere uymayan seçim kampanyasının belki motoru Erdoğan ama kampanyadaki
anormallikler ve tuhaflıklar Erdoğan ve yapıp-ettiklerinden ibaret değil.
Başbakan Davutoğlu da, partisinin hazineden aldığı yüz milyonlarca dolarlık
devlet yardımı yetmiyormuş gibi, sınırsız devlet imkanlarıyla etik ve ahlak
dışı bir seçim kampanyası yürütüyor. Öyle ki, objektif kamu yayıncılığı yapması
gereken TRT kanalları ve Anadolu Ajansı partizan propaganda makinalarına dönüştürüldü.
Muhalif partilere yer verme cesareti gösteren özel medya organları ise
hükümetin her türlü baskı ve tehdidinin hedefi durumunda. İşi muhalif
kanalların uydu hizmetleri gibi devlet kontörlündeki altyapıdan hizmet
almasının durdurulmasını talep edecek noktaya kadar vardırdılar. Gün geçmiyor
ki gerek Erdoğan, gerek Davutoğlu veya bir başka hükümet üyesi muhalif medya
organlarını tehdit etmesin, gazetelere, televizyonlara veya gazetecilere kendi
kurdukları kurgu mahkemelerde çabucak sonuç alabildikleri davalar açmasın.
Türkiye’de kamu medyası uzunca
bir zamandır tamamen AKP ve Erdoğan’a hizmet ediyor. Kamu kaynaklarıyla beslenerek
desteklenen özel görünümlü çok güçlü bir Erdoğan medyasının varlığı da artık
herkesçe biliniyor. Yalan ve iftiralarla muhalif herkesi sindirmeyi meslek
edinen bu medyanın yaptığına gazetecilik demek ise çok zor. Henüz bu kıvama
ulaşmamış bazı grupların medya organları tazyikten başını kaldıramaz hale
gelmiş durumda. Geriye kalan bir avuç özgür medya da her türlü bedeli göze
alarak asli vazifesini yerine getirmenin mücadelesi içerisinde. Her gün gazetecilere
yönelik ölüm ve hapis tehditleri, gazetelere ve televizyonlara el koyma
tehditleri havalarda uçuşuyor. Davutoğlu ve Erdoğan işte bu şartlarda güya
demokratik bir seçim kampanyası yürütüyor.
Erdoğan ve AKP sadece medya
üzerinde tahakküm kurmakla kalmıyor. YSK, yargı, polis teşkilatı, valilikler ve
belediyeleri kullanarak muhalif partilerin seçim çalışmalarını sürekli
engelliyorlar. Sokaklarda, caddelerde AKP ve Davutoğlu’nun afiş ve pankartları
dışında afiş ve pankartlara fiilen müsaade edilmiyor. Muhalif partilerin
mitinglerine ancak AKP ve Erdoğan’ın miting takvimine uygunsa izin veriliyor.
Bütün partilerin demokratik ve hukuki kriterlere uyup uymadığını didik didik
inceleyen YSK kurulları konu AKP ve Erdoğan olunca her türlü keyfiliği,
hukuksuzluğu ve istismarı meşru görüyor.
AKP ve Erdoğan’ın agresif
kampanyasının yakıtını ise yalanlar, yalanalar ve yine yalanlar oluşturuyor.
Erdoğan defalarca açılışı yapılmış tesisleri yeniden açma bahanesiyle devlet
imkanlarıyla yaptığı seçim mitinglerinde yalanlar ve iftiralarla bezediği toplumu
kutuplaştırıcı konuşmalar yapıyor. Davutoğlu ise gerek astırdığı afiş ve pankartlarda,
gerekse konuşmalarında sürekli yalan söylüyor, iftiralar atıyor. Mesela,
Davutoğlu’na göre Türkiye yüzde yüz yerli bir savaş helikopteri üretmeyi
başarmış! Şimdi de yüzde yüz yerli savaş uçağı yapıyormuş! Yüzde yüz yerli
dediği helikopterin motorunun Rolls Royce olduğunu söyleyeyim de gerisini siz
tahmin edin.
Baskıların, tehditlerin,
yalanın ve iftiranın bu kadar havada uçuştuğu bir seçim kampanyası olur da seçimlerin
güvenli ve güvenlikli bir şekilde yapılacağına olan inanç hiç sarsılmaz mı? Hırsızlık,
rüşvet ve yolsuzlukları meşru gören ve açıkça yalan söylemekten çekinmeyen bir
siyasi kadronun oyları şu ya da bu şekilde çalmayacağından kim emin olabilir?
Zaten kimse emin olamadığı için seçim güvenliğine dair sivil toplum ve muhalif
partiler tam bir teyakkuz halinde. Nedense tüm şüpheler doğal olarak AKP
üzerinde odaklanıyor. “Seçim hileleri” denildiğinde AKP tam bir makul şüpheli haline
gelmiş durumda. Halk seçimlerde hileyi fiilen engelleyemezse ne iktidar
güdümündeki YSK’dan, ne de tamamen AKP kontrolüne girmiş yargı organlarından bu
hilelere dair bir sonuç alamayacağının son derece farkında.
İktidar partisinin en
temel demokratik ve ahlaki ilkeleri hiçe sayarak rakiplerine karşı yaptıkları
bunlardan ibaret değil. Gündem değiştirmek amaçlı her gün feyk operasyonlar
yapılıyor. 17/25 Aralık 2013 tarihinde rüşvet ve yolsuzluk yaparken suçüstü
yapılınca uydurdukları, ama 18 aydır kanıtlayamadıkları “paralel devlet”in
üyesi olduğunu hiçbir somut kanıta dayanmaksızın iddia ettikleri insanlara,
sivil toplum örgütlerine, hayır kurumlarına, işadamlarına operasyon üzerine
operasyon düzenliyorlar. Her gün onlarca insan gözaltına alınıyor. Yine hiçbir
delil ortaya koyamadan hayali suçlamalarla bunlardan birkaçı tutuklanıyor. Daha
fecisi bağımsız adaylar bile adaylıklarını açıkladıklarından birkaç gün sonra
tutuklanıp içeri atıldı bu ülkede. Bağımsız adaylar adına konuşan ya da
kampanya yapanlar da maalesef aynı akıbetle karşılaştı. Erdoğan ve hükümetin
gazabından ne gazeteciler, ne sendikalar, ne TÜSİAD gibi en güçlü iş örgütleri kendisini
kurtarabiliyor. Hala konuşma/yazma cesareti gösteren akademisyenler ve aydınlar
da bu despotluktan nasibini alıyor.
Çok az bir kısmını burada
özetemeye çalıştığım baskılar ve hukuksuzluklarla dolu işte böylesine karanlık
bir atmosferde Türkiye seçimlere gidiyor. Tüm bu olumsuzluklara rağmen Türk
demokrasisi için ölüm-kalım niteliğindeki bu seçimlere dair umutlar hala dipdiri.
Çünkü Türkiye, 7 Haziran günü tarihinin belki de en önemli kararını verecek. Bu
seçim Türkiye’yi ya 3-5 had tanımaz muhterisin doymak bilmez ihtiraslarına ve
dikta heveslerine teslim edecek ya da demokrasi ve hukukun yeniden rayına
sokulmasına bir başlangıç teşkil edecek.