20 Aralık 2015 Pazar

Türkiye Ankara’dan mı yönetiliyor?

         Uluslararası ilişkilerdeki “güç” kavramı üzerinde çeşitli tartışmalar yapılagelmiştir. “Güç” kavramı uluslararası ilişkiler alanında daha ziyade realist ekolün kafa yorduğu bir kavram olmakla birlikte idealistler bile bu kavrama dair genel çerçeveler çizmekten kendilerini alamamışlardır. Reel politiğin belkemiğini oluşturan “sert güç – hard power”ün yanısıra Joseph Nye gibi düşünürler “yumuşak güç - soft power” ve “akıllı güç – smart power” kavramlarını da tedavüle sokmuştur.

            Genel itibariyle “bir ülkenin, elindeki imkan ve yetenekleri ödül, ceza, ikna ve zorlama gibi çeşitli stratejiler yoluyla kullanarak bir başka ülkenin veya muhatap olunan karşı tarafın davranışlarını kendi çıkarları doğrultusunda etkileme ve yönlendirme kapasitesi” olarak tanımlanan “güç” kavramı, uluslararası ilişkilerin en nihayet gelip dayandığı etkeni oluşturmuştur. Nye’a göre uluslararası ilişkilerin en temel analitik birimi olan “güç” hava durumu gibidir. Yani herkesin hakkında konuştuğu ancak çok az insanın işleyiş mantığını anladığı bir kavramdır. İşleyiş mantığı yaygın şekilde anlaşılmasa da gücün hangi ülkede olduğunu anlamak için kriz ve gerilim süreçlerinin neticesine bakmak yeterlidir. Neticede uluslararası ilişkilerin zora girdiği her dönemde bu ilişkilerin geçer akçesini oluşturan şey bütün parçaları ile güçtür. Uluslararası ilişkiler alanında ülkelerin temel hedefini oluşturna ulusal menfaatlere erişmek ancak güçle mümkün olur.

            Ülkelerin toplam gücü ise siyasi, askeri, ekonomik, demografik, coğrafik, bilimsel, teknolojik, psiko-sosyal ve kültürel gücün toplamından oluşur. Bunlar arasında önem ve öncelik sırası ise yoktur. Herbiri diğerlerinin tamamlayıcısıdır. Bir ülkenin sahip olduğu gücü en verimli şekilde kullanıp kullanamaması ise gücün kendisinden ziyade o ülkenin gücü üzerinde tasarrufta bulunma yetki ve sorumluluğundakilerin ortaya koydukları siyasi iradeye bağlıdır. Bu yönüyle ortaya konulacak “siyasi irade” tüm diğer üç komponentleri karşısında güçlü bir çarpan etkisi yapmaktadır. Uluslararası ilişkiler alanında bir ülkenin, daha doğrusu o ülkeyi yönetenlerin ortaya koyduğu “siyasi irade” ile o ülkenin reel gücü arasında bir mütanasiplik ve bir orantılılık gerekir. Şayet basiretsiz ve ferasetsiz bir yönetim ülkesinin sahip olduğu güç potansiyelinin farkında olmayıp düşük bir siyasi irade sergiliyorsa, bu o ülkenin uluslararası ilişkiler sistematiğinde hak ettiği etkinlikten mahrum kalması anlamına gelir.

            Siyasi iradenin bu noktadaki çarpan etkisi gücü aşağı çekecek şekilde (güç komponentleri x 0,5’lik siyasi irade gibi) negatiftir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin bazı istisnai dönemler dışında yakın geçmişe kadar güç potansiyelini aşağı çeken düşük siyasi irade çarpanıyla hareket ettiği söylenebilir. Düşük siyasi irade ülkelerin gerçek potansiyellerini ziyan eden bir etkiye sahip olduğu gibi sahip olunan güç potansiyeliyle mütenasip olmayan aşırı siyasal irade sergilemek de (güç komponentleri x 3 birim siyasi irade gibi) ülkelerin başına üstesinden gelemeyecekleri büyük sorunlar açabilir, o ülke ve millete geri döndürülemez büyük zararlar verebilir.

            Tarih yetersiz güç potansiyeline rağmen aşırı siyasal irade sergileyen liderlerin ve yönetimlerin sebep oldukları trajedilerin vahim örnekleriyle doludur. Kendi tarihimizde de İttihat ve Terraki’nin Osmanlı’yı yıkıma sürükleyen aşırı siyasi irade sergileyici tarzını bu şekilde değerlendirebiliriz. Yine Napolyon Fransa’sının giriştiği maceraları, Saddam Hüseyin Irak’ının bölgede maceradan maceraya atılan tarzını da aynı kapsamda değerlendirebiliriz. Ülkesinin sahip olduğu reel güç potansiyeliyle mütenasip olmayan aşırı siyasi irade sergileme basiretsizliğinin en canlı örneğini ise maalesef 2010’dan bu yana Türkiye’yi yönetenler sergilemektedir. Türkiye’nin uzun yıllar boyunca büyük güçlüklerle elde ettiği güç imkanlarını gerçeklikle ilgisi olmayacak derecede abartan mevcut yöneticiler, muhatapların muhtemel tepkilerini bile hesap etme gereği duymaksızın, kendi güç imkanlarını doğru okuyamadıkları gibi karşılarına aldıkları güçlerin niteliğini ve uluslararası çevrelerdeki dayanaklarını anlamakta da acziyet sergilemişlerdir. Bu liderler iyi hesap edilmemiş, kişiselleştirilmiş ve ulusal çıkarlardan ziyade şahsi ihtirasların şekillendirdiği niteliği tam belli olmayan amaçlar peşinde basiretsiz ve fevri karar ve hamlelerle ülkenin başını beladan belaya sokmuşlardır ve sokmaya da devam etmektedirler.  

            AKP hükümetlerinin 2011 yılından beri izlediği İsrail, Mısır, Irak, Libya ve özellikle Suriye politikaları bu kapsamdadır. Gündelik iç siyasetin ve hamasetin konusu edilmeyecek kadar yüksek siyasetin alanında olması gereken en kritik mevzular bile en bayağısından bir iç siyaset konusu haline getirilerek kitlelerin efsunlanmasına malzeme yapılmıştır. Kendi kof hamasetleri ve yüksek desibelli propagandalarının içeride oluşturduğu siyasi mobilizasyondan hız alan liderler kendi estirdikleri sanal güç rüzgarının önünde hedefsiz ve iradesiz bir şekilde güz yaprakları gibi sürüklenir olmuşlardır.

            İsrail kuşatması altındaki Gazze’ye yardım etmek için uluslararası teamüllerin yerine zorlayıcı oldu-bittilerle sonuç almaya çalışan AKP dış politikası, gönderdiği Mavi Marmara yardım gemisindeki vatandaşlarının güvenliğini korumaktan aciz kaldığı gibi, uluslararası suların 72 mil açıklarında öldürülen 9 vatandaşının haklarını takipte bile büyük bir acziyet sergilemiştir. İç kamuoyunu İsrail karşıtı keskin söylemlerle yöneterek tatmin eden AKP hükümetleri, 9 Türk’ü öldüren İsrail’li komutanlara yönelik Interpol çağrısını sümen altı edecek kadar ikiyüzlü oynamış, Mavi Marmara katliamından sonra İsrail’i adeta ödüllendirerek ikili ticaret hacmini en az 3 katına çıkarmıştır. Ve nihayet geçtiğimiz günlerde uluslararası yalnızlığını ve sıkışmışlığını kendisini İsrail’in kollarına atarak kurtarma noktasına kadar gelmiştir.

            Tamamen yanlış analizler ve temelsiz varsayımlarla Suriye’ye girerek birkaç gün içerisinde Şam’ı ele geçirebileceğini sanan basiretsiz AKP liderleri, Doğu Akdeniz’de düşürülen bir Türk savaş uçağının kimler tarafından ve nasıl düşürüldüğünü soruşturamayacak kadar büyük bir acziyet sergilemiştir. Suriye’de işler sarpa sarınca Türkiye’nin konvansiyonel güç imkanlarının yetersizliğiyle acı bir şekilde tanışan AKP zihniyeti, bu sefer Türkiye’nin başını on yıllar boyunca ağrıtacak gayri meşru bir yola sapmış ve ülkeyi bölgedeki radikal unsurların destekçisi haline sokmuştur. Türkiye’yi Suriye ve Irak’ın uluslararası radikal cihadist grupların merkezi haline gelmesinde sürekli adı geçen bir ülke haline getirmişlerdir.

            “Birkaç gün içerisinde Şam’dayız” kof kabadayılığı ve ileri derecedeki kendine aşıklık duygusuyla büyük bir körlük içerisinde hareket eden AKP dış politikası ulaşmak için yola çıktığı Suriye’deki hedeflerinin en basitini bile gerçekleştiremezken, Türkiye-Suriye sınırını dünyanın en güvensiz ve sorunlu sınırı haline getirmiştir. Ne kadar süreceği ve şiddetinin ne olacağı konusunda tek doğru analizde bulunamayan AKP dış politikası, savaş koşulları altındaki bölgede tüm demografik unsurların yerli yerinde duracağını varsayacak kadar byük bir basiretsizlik örneği sergileyerek Suriye’nin kuzeyindeki PKK uzantısı unsurların bölgeyi kontrol altına almalarının imkansızlığı varsayımıyla hareket etmişlerdir. Bu körlükle AKP dış politikası, 2 yıl gibi kısa bir sürede Türkiye sınırını ya PKK uzantısı bu unsurların ya da radikal terör örgütü IŞİD’in kontrolüne terketmiştir.

           Gücünü abartarak ve daha önemlisi yumuşak güç unsurlarını erozyona uğratarak sadece sert güç unsurlarıyla ya da Avrupa üzerine salınan yüz binlerce Suriyeli mülteciler örneğinde görüldüğü gibi etikten yoksun uluslararası şantajlar veya müttefiklerini zor tercihlee zorlayan tehlikeli oldu-bittilerle yol almaya çalışan mevcut liderlik, Türkiye’yi everensel değerlere verdiği kıymetle kıymet kazanan bir ülke olmaktan hızla çıkararak sadece jeopolitiğinin kıymeti kadar, yani arsa değeri kadar, kerhen kıymet verilen bir ülke haline getirmiştir. Buna rağmen ulusal menfaatlerden ziyade şahsi ihtiraslarla peşinde koşulan meşruiyeti tartışmalı hedeflerin hiçbiri gerçekleştirilememiştir. Bu felaket yetmezmiş gibi dış politika ve ulusal güvenlik alanlarındaki büyük beceriksizliklerin kamuoyunda tartışılmasını engellemek için de ülke içinde tam bir tek adam despotizmi kurmanın arayışlarına girilmiştir.

            Türkiye’nin öyle bir gücü yokken, olsa bile yapması meşru değilken, komşu ülkelerin rejimlerini şekillendirme ihtirasına kapılan mevcut liderler, gelinen nokta itibariyle söylemlerinin ve hedeflerinin sürekli tersine zorlanan bir acziyetin aktörleri haline gelmişlerdir. Mavi Marmara, Suriye üzerinde hedeflenenler ve gerçekleşenler arasındaki uçurum, Rusya’nın düşürülen savaş uçağı sonrası yaşanan yalpalamalar, Musul’a asker gönderilmesi ve benzeri olayların akabinde birbiriyle taban tabana çelişen tutarsız açıklamalar ve bu açıklamaların tam tersine gerçekleşen gelişmeler bu acziyetin boyutlarını tüm çıplaklığı ile gözler önüne serdiği gibi “Türkiye acaba Ankara’dan mı yönetiliyor?” sorusunu da akıllara getiriyor.


            Söylemler Türkiye’yi yönetenlerin siyasi iradesinin bir ifadesi ise bu söylemlerin sahada tam tersinin yaşanması neyin ifadesi oluyor? Yukarıda verdiğimiz “güç”ün genel kabul gören tanımını yeniden hatırlayalım ve Türkiye’nin hesapsız muhterislerin elinde nasıl görülmedik bir acziyete sürüklendiğini anlamaya çalışalım. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder