Bugün İstanbul’da başlayan ve benim de ilk celsesini izleme şansını bulduğum çok önemli bir davanın sadece Türkiye’de değil, Avrupa ve ABD’den de büyük bir ilgiyle takip edilmekte olduğunu düşünüyorum. Çünkü İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmeye başlanan “Tahşiyecilere kumpas” davasının sınır aşan etkileri olacak gibi. Tuhaf ama bu muhtemel etki için uygun zemini bizzat AKP hükümeti oluşturdu. Malumunuz Türk vergi mükelleflerinden toplan kamu parasıyla AKP hükümeti tarafından tutulan İngiliz hukuk firması “Amsterdam & Partners LLP”nin kurucusu Robert Amsterdam, 10 Aralık 2015 günü “Tahşiye” davası üzerinden Fethullah Gülen aleyhinde ABD’nin Pennsylvania eyaletinde mesnetsiz iddialarla bir dava açtı.
Tartışmalı da olsa meşhur bir avukat olarak
Amsterdam’ın “Tahşiyeciler” diye bilinen radikal İslamcı yapı ile ilgili elbette
ki yeterince bilgisi olduğu kanaatindeyim. AKP hükümetinden aldığı para ve
talimat karşılığı bu davayı Amerikan yargı sistemine taşımakla nasıl bir süreci
başlattığının bilincinde olduğuna da şüphe yok. Ancak Amerikalı yargı
mercilerinin ve kamuoyunun bu konuda yeterli bilgiye sahip olmadığını tahmin
edebiliyorum. Türk yargısının içinde bulunduğu zavallı durumu bildiğimden İstanbul’da
Salı sabahı başlayan davadan adil bir sonuç beklemesem de bilgi ihtiyacını
önemli ölçüde gidereceğini umuyorum. Bu yüzden söz konusu davayı radikal
İslamcı şiddete duyarlı Amerikan kamuoyunun yanı sıra ABD’li yetkililerin de
yakından takip etmesinde büyük fayda görüyorum.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve kontrolündeki AKP
hükümetinin devleti ve yargıyı kişisel kinlerine ve intikam duygularına nasıl
alet ettiğine dair önemli bir deneyim sunacak olan bu dava, uluslararası
kamuoyuna da radikal İslamcı terör ve şiddet konusunda Erdoğan ve AKP hükümetinin
nerede durduğuna dair ciddi bir fikir verecektir. Çünkü geçen hafta Fransız Le
Monde gazetesinde yayınlanan makalesinde olduğu gibi tüm dünyada el-Kaide ve
IŞİD benzeri radikal İslamcı şiddet ve terör örgütlerine karşı sesini
yükseltebilen, enerjisinin çok önemli bir kısmını dünya barışı ile dinler ve
kültürlerarası diyalog için harcayan İslam bazlı ender küresel sivil toplum
hareketlerinden biri ve belki de en etkilisi olan Hizmet Hareketi’ne ilham
veren Fethullah Gülen Hocaefendi'ye ABD’de açılan davanın kaynağını da bu mesnetsiz dava oluşturuyor.
Avukat Amsterdam’ın AKP hükümetinden aldığı para
karşılığı ABD yargı mercilerinde savunmasını üstlendiği “Tahşiyeciler grubu”nu
tanımak başta Amerikan yargı mercileri olmak üzere tüm uluslararası toplumun hakkı.
Öyleyse Tahşiyecileri hep birlikte biraz tanıyalım: Her şeyden önce, Türkiye’de
devletin kurumları henüz yerli yerinde ve bağımsız yargı organı hala
işlevselken istihbarat ve emniyet güçleri tarafından takip edilen ve haklarında
raporlar hazırlanan Tahşiyeciler, o raporlarda şiddete ve radikal dinci teröre
eğilimli bir İslamcı grup olarak tanıtılıyor. Daha önemlisi Tahşiyecilerin bu
raporlarda adı uluslararası radikal İslamcı terör örgütü el-Kaide ile birlikte
anılıyor. Öyle bir grup ki bu, İslam’daki “cihad” kavramından nefsin
terbiyesinden ziyade, el-Kaide tarzı terörist yapılara katılarak Usame Bin
Ladin gibi teröristlerin emrinde “kafir”lere karşı savaşmayı anlıyor. Kendi marjinal
anlayışı dışındaki her İslami anlayışı ise savaşılması gereken “kafir”
kategorisine kolayca sokabiliyor. “Cihat” dedikleri söz konusu mücadelede terör
yöntemlerinin her türünü kullanmayı tasvip eden Tahşiyeciler, dinler arası
diyaloğu ise baş düşmanları görüyor.
Bir tarafta eğitim, yardımlaşma ve kültürlerarası
diyalog faaliyetleriyle İslam’ın barışçıl yüzünü temsil eden Hizmet Hareketi’ne
ilham veren bir İslam alimi, diğer tarafta ise Usame Bin Ladin’e sempatisiyle,
radikal terör örgütü el-Kaide’ye destek çağrısıyla anılan marjinal bir radikal İslamcı grup.
Amsterdam’ın ABD’de olduğu gibi normal işleyen ve adaleti tesis için çabalayan
bağımsız bir yargı mekanizmasında işi gerçekten zor gibi. Dünyanın en barışçıl
İslami (Islamic) sivil toplum hareketine karşı terör örgütü el-Kaide ile
ilişkilendirilen bir radikal İslamcı grubu savunmak için ABD mahkemelerinde
açılan bir davanın seyrini izlemek bizim için de enteresan olacak.
Gelelim Türkiye’de başlayan dava sürecine. Haksız
ve hukuksuz bir şekilde 1 yılı aşkın bir süredir Silivri Cezaevi’nde tutsak
bulunan Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca’nın da aralarında olduğu
10 kişinin (diğerleri polis) davası neredeyse tamamen AKP yandaşı medyanın
mesnetsiz yayınlarından derlenen 332 sayfalık iddianameye dayalı. Bakırköy 3.
Ağır Ceza Mahkemesi’nin asıl sanıkların yargılandığı Tahşiye ana davasında
yargılanan tüm sanıkları bu tartışmalı davanın ilk duruşmasından sadece 1 hafta
önce beraat ettirerek aklaması bu davayı daha da tartışmalı hale getiriyor. Bu
planlı tesadüf(!), doğal olarak, “uyduruk yargılama için acaba delil mi
oluşturuluyor?” şüphesine yol açıyor.
Erdoğan’ın bir ABD seyahatinden hemen önce “El-Kaide’ye
karşı AKP hükümeti yeterince mücadele etmiyor” eleştirilerine bir cevap
niteliğinde 22 Ocak 2010’da İstanbul ağırlıklı olmak
üzere gerçekleştirilen “El-Kaide’ye Yönelik Büyük Operasyon”a ilişkin
basın açıklamasını, daha sonra Erdoğan kabinesinde İçişleri Bakanlığı görevi
yapacak olan, dönemin İstanbul Valisi Muammer Güler yapmıştı. Güler aynen söyle
diyordu: “İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü ve Jandarma Komutanlığı, Ankara,
Erzurum, Kayseri, Kırıkkale Niğde ve Samsun il emniyet müdürlükleri ile 22 Ocak
2010 günü, radikal dini motifli bir terör örgütüne, yani el-Kaide terör
örgütüne yönelik olarak eş zamanlı ve müşterek bir operasyon gerçekleştirdi.
Operasyon sonucunda 57 kişi yakalanarak gözlem altına alındı. Ev ve
işyerlerinde yapılan aramalarda 3 el bombası, 1 sis bombası, 7 tabanca,
fişekler, hançer, kılıç ve çok sayıda örgütsel doküman, ses kayıt cihazları ele
geçirildi.”
Erdoğan’ın kritik ABD seyahati öncesine denk
getirilen operasyonun önemini ise Vali Güler şöyle anlatıyordu: “Yakalanan
örgüt mensuplarının bir kısmının legal ve illegal yollarla yurt dışına çıkarak cihat
bölgeleri olarak bilinen yerlerde kaldıkları, cihat bölgelerine gönderilecek
örgüt mensuplarına eğitim amacıyla ormanlık alanlarda spor ve kamp faaliyetleri
icra ettikleri, bu faaliyetlerde askeri eğitim de yaptırdıkları, ayrıca
operasyonda yakalanan bir kısım örgüt üyelerinin de El Kaide’nin Avrupa,
Türkiye ve Suriye sorumlusu olarak bilinen Louai Sakka isimli şahısla ve daha
önce de 15-20 Kasım 2003’teki bombalama olaylarına karışarak sonradan Irak’ta
öldüğü anlaşılan Habib Aktaş ile de ilgili oldukları tespit edilmiştir.”
İlk duruşması bugün yapılan dava, 2003’ten beri
farklı çevreler tarafından gündeme getirilerek şiddet ve terör eğilimine vurgu
yapıldığı ve MİT’in ilki 17 Şubat 2009’da olmak üzere, 17 Nisan 2009 ve 30
Nisan 2009 tarihlerinde ilgili mercilere grupla ilgili üç kere bilgi notu
geçerek uyarıda bulunduğu halde, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin polislere talimat vererek
bu “güya barışçıl” İslami gruba karşı komplo kurduğu iddiasına dayanıyor. Delil
olarak ise 2009’da Samanyolu Televizyonu’nda yayınlanan kurgusal bir dizinin
senaryosu ve Gülen’in 6 Nisan 2009 tarihli bir sohbeti gösteriliyor. Güya Gülen
polislere yaptığı sohbet ve bu dizinin 2009’da yayınlanan bir bölümü üzerinden operasyon
talimatı vermiş. Dizinin komploya delil olarak sunulmasına kanıt olarak ise
Gülen ile Hidayet Karaca arasında 2013 yılına ait bir telefon görüşmesinin
yasadışı dinleme kaydı gösteriliyor.
Peki görüşmede Tahşiye’den ya da Tahşiye’ye karşı
herhangi bir operasyondan mı bahsediliyor? Elbette ki hayır… Zaten daha eski
tarihli MİT raporlarının gösterdiği gibi Emniyet’in, Gülen’in sohbetinden çok daha
önce Tahşiyeciler adlı grubun varlığından haberdar olduğu görülüyor. Genelkurmay
İstihbarat eski Başkanı emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekin de Bugün Gazetesi’ne
yaptığı bir açıklamada “Tahşiyeciler raporu Fethullah Gülen Hoca’nın
konuşmasından daha önceki bir tarihte MİT tarafından gönderildi” demişti.
Vali Güler’in haklı bir övünçle anlattığı
operasyonda sadece polisler değil, jandarma da yer alıyor. Operasyon öncesi
soruşturma aşamasında ise savcılar, hakimler ve ilgili güvenlik bürokatları
arasında neredeyse yok yok. Her ideoloji ve çevreden savcılar, hakimler ve
emniyet amirleri soruşturma sürecine dahil olmuş. Hal böyleyken Tahşiyeciler’e
yönelik bir “Gülen komplosu” iddia ve soruşturmasının kendisi buram buram
komplo kokuyor.
2009 yılında “Tahşiye grubuna” yönelik yapılan
soruşturmanın arkasındaki isim olan dönemin Emniyet Genel Müdürü daha sonradan AKP
milletvekili seçilen Oğuz Kağan Köksal’dan başkası değildi. Dönemin Polis
İstihbarat Başkanı Hüseyin Namal’ın operasyon için izin talep belgesinde özellikle
Tahşiyecilerin lideri Mehmet Doğan’ın şiddet talimatı verdiğine dikkat çekiliyor.
Köksal’ın onayının ardından belirlenen adreslere eş zamanlı baskın
düzenleniyor. Dönemin İçişleri Bakanı ise Beşir Atalay’dan başkası değil.
Soruşturma ve operasyonlarda AKP hükümetine yakınlığıyla bilinen Savcı İsmail
Uçar ve Emniyet Genel Müdürü Halis Böğürcü de yer almış.
Tahşiye grubunun şiddet eğilimi açık kaynaklardan
da teyit edilebiliyor. Mesela Tahşiyecilerin lideri Mehmet Doğan, CNN Türk
canlı yayınında Usame bin Ladin ile ilgili düşüncelerinin sorulması üzerine, “Ben,
Usame bin Ladin’i Müslüman olduğu için severim.” ifadelerini kullanmıştı.
Doğan, medyada yer alan diğer ses kayıtlarında ise taraftarlarına Afganistan’da
savaşa gitmelerini tavsiye etmiş, ayrıca Türkiye gibi ülkelerdeki yönetimlere
başkaldırmanın caiz olduğunu savunmuştu. HaberTürk gazetesinden Ahmet Çelik’e
17 Aralık 2014 tarihinde verdiği bir söyleşide ise Doğan, muhabirin el-Kaide
ve IŞİD’le ilgili ısrarlı sorularına karşın ise “Bunlar siyasi konular. Bizim
görevimiz değil” diyerek cevap vermemişti.
Ayrıca 2009’da takibe alınan grubun lideri Mehmet
Doğan’ın, bir sohbet toplantısına ait ses kaydında şu ifadeleri kullandığı
medyada yer almıştı: “Senin hükümetin başındaki adam senin değil, onların
adamıdır. Senin başındaki hoca da onlarındır... Diyecek ki nasıl edelim hocam?
Ben de diyorum ki git silah yap, vur. Ferşat’ın babası, hocası evin içerisinde
çalışıyor çalışıyor bir füze yapıyor. Yeter ki yap. Serbesttir, ne yaparsan yap.
Kılıç oynamazsa İslamiyet olmaz. Şu an şeriatla amel etmeyen Mısır, Suriye,
Türkiye, Pakistan, Hindistan, İran bütün alemi İslam’daki zahiren Müslüman
görülen devletlerin hepsi kırılıp gidecektir. Yakında, uzakta değil.”
Bu da, Robert Amsterdam’ın Amerikan yargı
mercilerini “barışçıl bir masum Müslüman” diye ikna etmeye çalışacağı Mehmet Doğan’ın
Usame bin Ladin ve el-Kaide’den bahsettiği bir başka konuşmasındaki ifadeleri: “Afganistan’da bir ordu çıkacak. O orduyu duyduğun zaman, karnın üzerinde sürünerek
de olsan, o orduya katıl!”
Kolay
gelsin Bay Amsterdam… İşin hiç kolay değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder