Türkiye Ankara’dan mı yönetiliyor?
Uluslararası ilişkilerdeki “güç”
kavramı üzerinde çeşitli tartışmalar yapılagelmiştir. “Güç” kavramı uluslararası
ilişkiler alanında daha ziyade realist ekolün kafa yorduğu bir kavram olmakla
birlikte idealistler bile bu kavrama dair genel çerçeveler çizmekten
kendilerini alamamışlardır. Reel politiğin belkemiğini oluşturan “sert güç –
hard power”ün yanısıra Joseph Nye gibi düşünürler “yumuşak güç - soft power” ve
“akıllı güç – smart power” kavramlarını da tedavüle sokmuştur.
Genel itibariyle “bir ülkenin,
elindeki imkan ve yetenekleri ödül, ceza, ikna ve zorlama gibi çeşitli
stratejiler yoluyla kullanarak bir başka ülkenin veya muhatap olunan karşı
tarafın davranışlarını kendi çıkarları doğrultusunda etkileme ve yönlendirme
kapasitesi” olarak tanımlanan “güç” kavramı, uluslararası ilişkilerin en
nihayet gelip dayandığı etkeni oluşturmuştur. Nye’a göre uluslararası ilişkilerin
en temel analitik birimi olan “güç” hava durumu gibidir. Yani herkesin hakkında
konuştuğu ancak çok az insanın işleyiş mantığını anladığı bir kavramdır.
İşleyiş mantığı yaygın şekilde anlaşılmasa da gücün hangi ülkede olduğunu
anlamak için kriz ve gerilim süreçlerinin neticesine bakmak yeterlidir. Neticede
uluslararası ilişkilerin zora girdiği her dönemde bu ilişkilerin geçer akçesini
oluşturan şey bütün parçaları ile güçtür. Uluslararası ilişkiler alanında
ülkelerin temel hedefini oluşturna ulusal menfaatlere erişmek ancak güçle
mümkün olur.
Ülkelerin toplam gücü ise siyasi,
askeri, ekonomik, demografik, coğrafik, bilimsel, teknolojik, psiko-sosyal ve
kültürel gücün toplamından oluşur. Bunlar arasında önem ve öncelik sırası ise yoktur.
Herbiri diğerlerinin tamamlayıcısıdır. Bir ülkenin sahip olduğu gücü en verimli
şekilde kullanıp kullanamaması ise gücün kendisinden ziyade o ülkenin gücü
üzerinde tasarrufta bulunma yetki ve sorumluluğundakilerin ortaya koydukları
siyasi iradeye bağlıdır. Bu yönüyle ortaya konulacak “siyasi irade” tüm diğer
üç komponentleri karşısında güçlü bir çarpan etkisi yapmaktadır. Uluslararası
ilişkiler alanında bir ülkenin, daha doğrusu o ülkeyi yönetenlerin ortaya
koyduğu “siyasi irade” ile o ülkenin reel gücü arasında bir mütanasiplik ve bir
orantılılık gerekir. Şayet basiretsiz ve ferasetsiz bir yönetim ülkesinin sahip
olduğu güç potansiyelinin farkında olmayıp düşük bir siyasi irade sergiliyorsa,
bu o ülkenin uluslararası ilişkiler sistematiğinde hak ettiği etkinlikten
mahrum kalması anlamına gelir.
Siyasi iradenin bu noktadaki çarpan
etkisi gücü aşağı çekecek şekilde (güç komponentleri x 0,5’lik siyasi irade
gibi) negatiftir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin bazı istisnai dönemler dışında
yakın geçmişe kadar güç potansiyelini aşağı çeken düşük siyasi irade çarpanıyla
hareket ettiği söylenebilir. Düşük siyasi irade ülkelerin gerçek
potansiyellerini ziyan eden bir etkiye sahip olduğu gibi sahip olunan güç
potansiyeliyle mütenasip olmayan aşırı siyasal irade sergilemek de (güç
komponentleri x 3 birim siyasi irade gibi) ülkelerin başına üstesinden
gelemeyecekleri büyük sorunlar açabilir, o ülke ve millete geri döndürülemez
büyük zararlar verebilir.
Tarih yetersiz güç potansiyeline
rağmen aşırı siyasal irade sergileyen liderlerin ve yönetimlerin sebep
oldukları trajedilerin vahim örnekleriyle doludur. Kendi tarihimizde de İttihat
ve Terraki’nin Osmanlı’yı yıkıma sürükleyen aşırı siyasi irade sergileyici
tarzını bu şekilde değerlendirebiliriz. Yine Napolyon Fransa’sının giriştiği
maceraları, Saddam Hüseyin Irak’ının bölgede maceradan maceraya atılan tarzını
da aynı kapsamda değerlendirebiliriz. Ülkesinin sahip olduğu reel güç potansiyeliyle
mütenasip olmayan aşırı siyasi irade sergileme basiretsizliğinin en canlı
örneğini ise maalesef 2010’dan bu yana Türkiye’yi yönetenler sergilemektedir. Türkiye’nin
uzun yıllar boyunca büyük güçlüklerle elde ettiği güç imkanlarını gerçeklikle
ilgisi olmayacak derecede abartan mevcut yöneticiler, muhatapların muhtemel
tepkilerini bile hesap etme gereği duymaksızın, kendi güç imkanlarını doğru
okuyamadıkları gibi karşılarına aldıkları güçlerin niteliğini ve uluslararası
çevrelerdeki dayanaklarını anlamakta da acziyet sergilemişlerdir. Bu liderler iyi
hesap edilmemiş, kişiselleştirilmiş ve ulusal çıkarlardan ziyade şahsi
ihtirasların şekillendirdiği niteliği tam belli olmayan amaçlar peşinde basiretsiz
ve fevri karar ve hamlelerle ülkenin başını beladan belaya sokmuşlardır ve
sokmaya da devam etmektedirler.
AKP hükümetlerinin 2011 yılından
beri izlediği İsrail, Mısır, Irak, Libya ve özellikle Suriye politikaları bu
kapsamdadır. Gündelik iç siyasetin ve hamasetin konusu edilmeyecek kadar yüksek
siyasetin alanında olması gereken en kritik mevzular bile en
bayağısından bir iç siyaset konusu haline getirilerek kitlelerin efsunlanmasına
malzeme yapılmıştır. Kendi kof hamasetleri ve yüksek desibelli propagandalarının
içeride oluşturduğu siyasi mobilizasyondan hız alan liderler kendi estirdikleri
sanal güç rüzgarının önünde hedefsiz ve iradesiz bir şekilde güz yaprakları
gibi sürüklenir olmuşlardır.
İsrail kuşatması altındaki Gazze’ye
yardım etmek için uluslararası teamüllerin yerine zorlayıcı oldu-bittilerle
sonuç almaya çalışan AKP dış politikası, gönderdiği Mavi Marmara yardım
gemisindeki vatandaşlarının güvenliğini korumaktan aciz kaldığı gibi,
uluslararası suların 72 mil açıklarında öldürülen 9 vatandaşının haklarını
takipte bile büyük bir acziyet sergilemiştir. İç kamuoyunu İsrail karşıtı
keskin söylemlerle yöneterek tatmin eden AKP hükümetleri, 9 Türk’ü öldüren
İsrail’li komutanlara yönelik Interpol çağrısını sümen altı edecek kadar
ikiyüzlü oynamış, Mavi Marmara katliamından sonra İsrail’i adeta ödüllendirerek
ikili ticaret hacmini en az 3 katına çıkarmıştır. Ve nihayet geçtiğimiz
günlerde uluslararası yalnızlığını ve sıkışmışlığını kendisini İsrail’in
kollarına atarak kurtarma noktasına kadar gelmiştir.
Tamamen yanlış analizler ve temelsiz
varsayımlarla Suriye’ye girerek birkaç gün içerisinde Şam’ı ele
geçirebileceğini sanan basiretsiz AKP liderleri, Doğu Akdeniz’de düşürülen bir
Türk savaş uçağının kimler tarafından ve nasıl düşürüldüğünü soruşturamayacak
kadar büyük bir acziyet sergilemiştir. Suriye’de işler sarpa sarınca Türkiye’nin
konvansiyonel güç imkanlarının yetersizliğiyle acı bir şekilde tanışan AKP
zihniyeti, bu sefer Türkiye’nin başını on yıllar boyunca ağrıtacak gayri meşru
bir yola sapmış ve ülkeyi bölgedeki radikal unsurların destekçisi haline
sokmuştur. Türkiye’yi Suriye ve Irak’ın uluslararası radikal cihadist grupların
merkezi haline gelmesinde sürekli adı geçen bir ülke haline getirmişlerdir.
“Birkaç gün içerisinde Şam’dayız”
kof kabadayılığı ve ileri derecedeki kendine aşıklık duygusuyla büyük bir körlük
içerisinde hareket eden AKP dış politikası ulaşmak için yola çıktığı Suriye’deki
hedeflerinin en basitini bile gerçekleştiremezken, Türkiye-Suriye sınırını dünyanın
en güvensiz ve sorunlu sınırı haline getirmiştir. Ne kadar süreceği ve
şiddetinin ne olacağı konusunda tek doğru analizde bulunamayan AKP dış
politikası, savaş koşulları altındaki bölgede tüm demografik unsurların yerli
yerinde duracağını varsayacak kadar byük bir basiretsizlik örneği sergileyerek Suriye’nin
kuzeyindeki PKK uzantısı unsurların bölgeyi kontrol altına almalarının
imkansızlığı varsayımıyla hareket etmişlerdir. Bu körlükle AKP dış politikası,
2 yıl gibi kısa bir sürede Türkiye sınırını ya PKK uzantısı bu unsurların ya da
radikal terör örgütü IŞİD’in kontrolüne terketmiştir.
Gücünü abartarak ve daha önemlisi
yumuşak güç unsurlarını erozyona uğratarak sadece sert güç unsurlarıyla ya da
Avrupa üzerine salınan yüz binlerce Suriyeli mülteciler örneğinde görüldüğü gibi
etikten yoksun uluslararası şantajlar veya müttefiklerini zor tercihlee
zorlayan tehlikeli oldu-bittilerle yol almaya çalışan mevcut
liderlik, Türkiye’yi everensel değerlere verdiği kıymetle kıymet kazanan bir
ülke olmaktan hızla çıkararak sadece jeopolitiğinin kıymeti kadar, yani arsa
değeri kadar, kerhen kıymet verilen bir ülke haline getirmiştir. Buna rağmen ulusal
menfaatlerden ziyade şahsi ihtiraslarla peşinde koşulan meşruiyeti tartışmalı
hedeflerin hiçbiri gerçekleştirilememiştir. Bu felaket yetmezmiş gibi dış
politika ve ulusal güvenlik alanlarındaki büyük beceriksizliklerin kamuoyunda tartışılmasını
engellemek için de ülke içinde tam bir tek adam despotizmi kurmanın arayışlarına girilmiştir.
Türkiye’nin
öyle bir gücü yokken, olsa bile yapması meşru değilken, komşu ülkelerin
rejimlerini şekillendirme ihtirasına kapılan mevcut liderler, gelinen nokta itibariyle
söylemlerinin ve hedeflerinin sürekli tersine zorlanan bir acziyetin aktörleri
haline gelmişlerdir. Mavi Marmara, Suriye üzerinde hedeflenenler ve
gerçekleşenler arasındaki uçurum, Rusya’nın düşürülen savaş uçağı sonrası
yaşanan yalpalamalar, Musul’a asker gönderilmesi ve benzeri olayların akabinde
birbiriyle taban tabana çelişen tutarsız açıklamalar ve bu açıklamaların tam
tersine gerçekleşen gelişmeler bu acziyetin boyutlarını tüm çıplaklığı ile
gözler önüne serdiği gibi “Türkiye acaba Ankara’dan mı yönetiliyor?” sorusunu
da akıllara getiriyor.
Söylemler
Türkiye’yi yönetenlerin siyasi iradesinin bir ifadesi ise bu söylemlerin sahada tam tersinin yaşanması neyin ifadesi oluyor? Yukarıda verdiğimiz “güç”ün genel
kabul gören tanımını yeniden hatırlayalım ve Türkiye’nin hesapsız muhterislerin elinde nasıl görülmedik bir acziyete sürüklendiğini anlamaya çalışalım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder