29 Aralık 2015 Salı

Kanayan yara

Üstü bir türlü kabuk bağlayamayan derin kesikler gibi kanayan yaralarımızla fersiz mecalsiz bir yılın sonuna daha geldik. Üstelik geçmiş yıllarda açıldığı halde hala kanayan yaralarımıza bu yıl yenilerini de ekledik. Hayatın bütün alanlarıyla kıvranan, acı çeken, huzursuz ve tedirgin bir yılı geride bıraktık. Koskocaman bir yıl boyunca ne geçmişin yaralarını sarabildik, ne de o yaralara yenilerinin eklenmesine mani olabildik. Arkada bırakmakta olduğumuz yılın yaptığı yıkım ve tahribattan, omuzlarımızda ve duygu dünyamızda bıraktığı taşınması güç ağır yüklerden dolayı başlayacak yeni yıla dair umutlarımız bile fersiz.
Mesela, 28 Aralık 2011 gecesi Roboski’de çoğu çocuk yaştaki 34 vatandaşımızın bir istihbarat-siyaset-emir-komuta zincirinin karar ve eylemi neticesinde savaş uçakları tarafından bombalanarak katledilmesinin açtığı yara hala kanamaya devam ediyor. Bu elim katliamın üzerinden tam 4 yıl geçmesine rağmen sorumlular bir türlü açığa çıkarılmıyor. Adalet yerini bir türlü bulmuyor. Süren adaletsizliklerle acılar tazelendikçe açılan yaralar kanamaya devam ediyor. En kahredici olanı ise muhtemel sorumluların cezasızlık konforuyla yeni yaralar açmada rol alma ihtimalleri. 
Roboski’nin açtığı yaralara 32 vatandaşımızın katledildiği Suruç’taki, 102 vatandaşımızın katledildiği Ankara’daki intihar saldırılarının acısı da eklendi. Öldürenlerin arkasındaki güçler gölgede, ölenler ise öldükleriyle kaldılar. Yakın çevrelerinde sessizce kanayan yaralar bırakarak ülke tarafından unutulmaya terkedildiler. Bu acılar daha sıcacıkken insan hakları savunucusu Tahir Elçi’yi de katlettiler. Elçi tam da yaşadığı hayata yakışacak bir duyarlılıkla insanlık mirası bir tarihi Camii’nin minaresinin gördüğü hasara dikkatleri çekerken hayatı boyunca mücadele ettiği fail-i meçhul(!) kurşunlardan birinin kurbanı oldu.  Bu cinayet bir türlü kabuk bağlayamayan yaraları kanatırken bir vicdan sızısı gibi gelip bütün vicdan sahiplerinin yüreğine oturdu.
Tahir Elçi’nin insanlarının hayatlarına olduğu gibi tarihi dokularının üzerine titrerken canından olduğu şehirler, kasabalar terör örgütü PKK’nın şehir savaşlarına cevap veren asker-polisin kuşatmaları ve uzun sokağa çıkma yasaklarıyla sivil halkı ile birlikte can çekişir oldu. Okullar kapatıldı. İnsanlar evlerine hapsoldu. Yüz binlercesi baba yurtlarını terk etti. Onlarcası serseri kurşunların, PKK’nın bubi tuzaklarının, tank ateşlerinin kurbanı oldu. Kendi sınırlarımız içerisinde Suriye manzaraları görmeye bile o kadar çabuk alıştık ki. Alıştık alışmasına ama çok şeylerimizi yitirdik. 3 aylık Miray bebekleri, onları kurtarmaya çalışan 80’lik dedeleri, vurulduğu sokak ortasında cesedi 7 gün boyunca alınamayan anneleri yitirdikçe sadece kurşunların açtığı yaralar değil, herkesin yüreği kanadı.
Esed zulmünün yanı sıra Erdoğan rejiminin ihtiraslı politikaları milyonlarca Suriyeliyi mülteci durumuna düşürdü. Elbirliğiyle yüz binlercesinin ölümüne yol açarken 3 milyona yakın Suriyeli Türkiye’ye sığınmak zorunda kaldı. Ne kadar acıdır ki Erdoğan rejimi bu trajediyi bile uluslararası alanda yalnızlığını ve köşeye sıkışmışlığını aşmada bir şantaj aracı olarak kullanabildi. Zavallı Suriyelilerin bir türlü kabuk bağlamayan sıcacık yaraları çıkarcı siyaset uğruna deşildikçe deşildi. Çirkin al-ver pazarlıklarıyla Avrupa’yı dize getiren bu şantaj politikası Aylan bebeklerin cansız bedenleri kıyıya vurdukça bütün Türkiye’nin ve insanlığın bir utancına dönüştü.
Üzerinden geçen 1,5 yıla rağmen Soma’da katledilen 302, Ermenek’te katledilen 18 madencinin ne geride bıraktıkları acı dindirilebildi ne de bu katliamda siyasi ve idari sorumluluğu olanlardan bir teki bile hesap verdi. Adaletle sarmalanmayan yaralar derinleştikçe derinleşip kanadıkça kanayan kocaman bir toplumsal yaraya dönüştü. İnsan hayatına kıymet vermeyen çıkarcı siyasi iktidar ve yöneticiler ihmalleri sonucu ölen yoksul madencilerin yakınlarından özür dilenmezken, yargıya hesap vermek yerine mağdur yakınlarına hakaret edip bir de tekmeleyenler ödüllere boğuldu.
Kanayan sadece insanların bedenlerinde, ruhlarında açılan yaralar değildi elbet. 17/25 Aralık 2013’te ortaya çıkarılan büyük yolsuzluk ve rüşvet skandalından bu yana sistematik olarak yok edilen demokratik ilke ve değerler, hukuki kurumlar ve kurallar 2015 yılında siyasi bir sorun olmaktan çıkıp, toplumun tüm muhalif kesimlerine yönelik soykırımı çağrıştıracak kitlesel bir zulme ve tenkil kampanyasına dönüştü. Suçüstü yakalanan muktedirler kendi suçlarının üzerini örtebilmek için bağımsız yargıyı yok edip yerine koydukları proje ekiplerle masum insanlara yönelik terör estirdiler. 
Erdoğan rejimi tarafından keyfi ve hukuksuz bir şekilde kesintisiz sürdürülen cadı avları ve nefret operasyonlarıyla yüzlerce kreş, okul ve yurda ağır silahlı polisler eşliğinde baskınlar düzenlendi. Türkiye’nin en başarılı özel İslami bankası olan Bank Asya Erdoğan rejimi tarafından batırılmaya çalışıldı. Tüm çabalarına rağmen batmayınca hukuksuz bir şekilde el konularak gasp edildi. Bu yöntem daha sonra Koza-İpek Holding, İpek Medya Grubu ve Kaynak Holding gibi diğer başarılı özel şirketler için de kullanıldı. Ne teşebbüs hürriyetine duyarlılık, ne de mülkiyet hakkına saygı gösterildi. Türkiye’nin Turgut Özal’dan bu yana bin bir emekle inşa ettiği ekonomik kurum ve değerlerin tamamı hunharca yok edildi. Yerli ve yabancı yatırımcıların Türkiye’ye olan güveninde kanayan bir kocaman yara açıldı.
Medyaya ve gazetecilere yönelik tehditler ise 2015 yılında zirve yaptı. İpek Medya Grubu gazeteleri ve televizyonlarına cebren el konuldu. Bünyesinde 14 TV kanalı olan Samanyolu Yayın Grubu yayın yapamaz hale getirildi. Farklı medya gruplarındaki muhalif gazeteciler patronlarına tek tek isimleri verilerek işlerinden attırıldı. Gasp edilen, tüm yayın platformlarından ve tekel durumundaki ulusal uydudan hukuksuz bir şekilde atılarak yayın yapamaz hale getirilen medya gruplarında çalışan yüzlerce gazeteci ve yayıncı işsiz, aileleri aşsız bırakıldı.
Daha fecileri de oldu. Bugüne kadar adları en ufak suça bile karışmamış, hiçbir şiddet veya terör eylemiyle anılmamış yüzlerce eleştirel gazeteciye “Cumhurbaşkanına hakaret”, “Başbakana hakaret”, “terör örgütü kurucusu olmak”, “terör örgütü üyesi olmak”, “casusluk yapmak” gibi örneklerine ancak adi diktatörlüklerde rastlanabilecek mesnetsiz iddialarla davalar açıldı. Benim gibi birçok gazeteci bu davalarla fiilen iş yapamaz hale getirildi. Onlarca gazeteci gözaltına alındı. Onlarcası ise yargısız bir şekilde tutuklanarak hapse atıldı.  Bugün hapisteki 32 gazeteci ile Türkiye en fazla gazetecinin hapiste olduğu ülkeler arasında ilk sıralarda geliyor. Özgür düşüncenin prangalandığı, gazetecilerin kelepçelendiği, muhaliflerin tehditlerle sindirildiği, bağımsız medyanın susturulduğu bir ortamda gerçekler ve hakikat büyük bir yara aldı.   
            Öte yandan, “tabii hakim”, “bağımsız ve tarafsız yargı” gibi evrensel hukuk ve yargı ilkelerini hiçe sayarak uyduruk mahkemeler oluşturan Erdoğan rejimi, bu ülkede yaşayan herkesi hukuk güvencesinden mahrum bıraktı. Partizanları arasından seçtiği tetikçi savcılardan ve yargıçlardan oluşan Erdoğanist yargı müfrezeleri oluşturarak yargıyı bir silah gibi kullandı. Bu yargı müfrezeleri muhalif herkesi yok eden bir yargısal balyoz işlevi gördü ve verdikleri kararlarla hukukilikte ve adalette direnen savcıları ve hakimleri bile sorgusuz-sualsiz tutuklayabilen bir cellatlık sistemine dönüştü. Derin yaralarıyla adalet duygusu zedelenirken, hukuk ve yargı kan kaybından ziyan oldu. Tıpkı Türkiye’nin özgürlükçü bir demokratik hukuk devleti olma hayallerinin ziyan olması gibi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder