Libya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Libya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ocak 2016 Salı

Ne izan kaldı, ne de mizan

Çinliler rahat ve huzur yüzü görmesini istemedikleri hasımları için “ilginç zamanlarda yaşayasın” diye beddua edermiş. Tarihin derinliklerine inildiğinde Türklerle ilgili hoş sayılabilecek pek bir hatıraları olmayan Çinliler, acaba Türkiye için de böyle bir beddua etmiş olabilirler mi? Doğrusu bilemiyorum. Ama şundan eminim ki, Çinliler bu bedduayla hasım gördüklerine dair ne murat ediyorlarsa Türkiye son yıllarda tam da onu yaşıyor.
Yaşananlara şöyle bir baktığımızda bu ülkede artık ne aklın, ne de üzerinde mutabık olunan herhangi bir değer ölçüsünün kalmadığını içimiz yanarak görebiliyoruz. Şayet birileri dış politikadan ekonomiye, iç politikadan yargıya kadar her nereye baksalar kesif bir akıl tutulmasından kaba izleri hala göremiyorsa, bu kişilerin ilk önce kendilerinin ciddi bir akıl tutulmasına maruz kalmış olduklarından şüphe duyabilirsiniz. 
Gerilim, kutuplaştırma, parçalama, çatıştırma gibi yöntemlerle bütün iktidar gücünü ve araçlarını tek bir kişinin elinde toplamak amacıyla girişilen şeytani siyaset, arzulanan sonuçları üretmekte ne yazık ki hep işe yaradı. Bu açıdan bakılırsa ortada inkar edilmesi güç bir başarı söz konusu. Doğruya doğru, kişiliğinde ve söylemlerinde müşahhaslaşan bu yıkıcı ve parçalayıcı siyaset paradoksal bir şekilde Erdoğan’ın arzu ettiği siyasi güç temerküzünü fazlasıyla temin etti. Ama pirus zaferi niteliğindeki bu başarının hem ülkeye, hem de bölgeye bedeli çok ağır oldu. Geride bir arada tutulması neredeyse imkansız olan ve tamiri nesiller gerektirecek bir sosyo-politik enkaz bıraktı. İçinde bulunduğu bölgede yaşanan krizlerin ve çatışmaların çözümünde Türkiye’nin hep gurur duyduğu yapıcı rol ise sadece geçmişten tatlı bir hatıra olarak kaldı.
Öyle ki, çok boyutlu eleştirel düşüncenin ve çok ince hesaplara dayalı stratejik aklın en etkin olması gereken dış politikamız son birkaç yıldır tam bir tutarsızlıklar manzumesi haline geldi. Kişisel ihtiraslarla gündelik şekillendiğinden bir hayali dünyadaymış gibi gerçeklikten kopuk bir izlenim veren dış siyasetimiz yüzünden ülkemiz, birbirine karşı değerler ve çıkarlar ekseninde şekillenen rakip eksenler arasında kimliğini ve aidiyet duygusunu yitirmiş cehennemi bir uçurumun kenarına gelip dayandı.
Özellikle son 5 yılda izlenen dış politikaya baktığımızda Türkiye’yi yöneten bir aklın sahiden var olup olmadığından şüphe etmemek için tüm akli melekelerimizi zayi etmiş olmamız şart sanırım. Hakikaten de Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin yönetiminde izlenen dış politikamız esas alındığında ne olduğu, kim olduğu, nereye ait olduğu anlaşılamayan, kimliği belirsiz bir Türkiye ile karşı karşıya kalırız. Şayet ikilinin ta en başından itibaren amaçladığı böyle bir Türkiye’ye varmak idiyse, hakikaten kendilerini tebrik etmek gerekiyor. Bugün Türkiye’yi nerede durduğu ve ne yaptığı tam belli olmayan, daha kötüsü yarın nerede duracağı ve ne yapacağı kestirilemeyen kimliksiz, ilkesiz, kaidesiz, aidiyetsiz ve öngörülemez bir ülke haline getirmeyi başardılar.
Şimdi iç geçirerek hatırlanacağı gibi Türkiye 2010 sonrası döneme Avrupa Birliği (AB) norm ve standartları ile yoluna devam eden bir ülke olarak girmişti. Bu rotada ilerlemek üzere kaleme aldığı binlerce sayfalık Ulusal Programı ile gerçek bir özgürlükçü, çoğulcu, şeffaf, hesap verebilir bir demokratik hukuk devletine ulaşmak için yapması gereken ev ödevlerinin de son derece farkındaydı. Bölgedeki bütün halklara ilham veren başarılarını ve bu başarıları taçlandıracak demokratik hedeflerini Arap isyanlarının oluşturduğu şartlarda diğer bölge ülkelerine taşıma imkanlarına da erişmişti. Bunları gerçekleştirmek için sadece dış politik şartlar değil, iç politik şartlar da son derece elverişliydi. 
Ne yazık ki, bu uygun şartları hem Türkiye’nin daha demokratik bir ülke olması yönünde, hem de bölgenin hayrına kullanmak yerine Erdoğan-Davutoğlu ikilisi bambaşka bir rotaya saptı. Daha kamil bir demokrasi yönünde ilerlemektense siyasal İslamcı köklerine keskin bir dönüş yaptılar ve dünya realitesinden kopuk “Yeni Osmanlıcı” rüyaların peşine düştüler. Bu tercihin hemen akabinde Ortadoğu halklarına demokrasi, barış, refah ve özgürlük ilhamları veren o mucizevi Türkiye hızla kayboluverdi. Yerini ise çocuksu emperyal heveslerle “büyük güç” havasına bürünerek Ortadoğu’da hakimiyet peşinde koşan amorf bir siyasetin ihtiraslarıyla kör ettiği bir Türkiye aldı. Artık demokrasi, özgürlük, hukuk ve insanca yönetim ve katılımcı yönetişim ideallerinin tamamı rafa kalkmış, geriye ise ne pahasına olursa olsun ulaşılmak istenen tek bir ideal kalmıştı: Daha fazla güç.
Azgın bir iştihayla hedefe konan “daha fazla gücü” sağlayacak hiçbir şeyden çekinilmedi. AB’ye üyelik hedefinin gerekleri ile “daha fazla güç” ideali doğal olarak çeliştiğinde AB reform sürecinden anında vazgeçildi. Demokrasilerin ve liberal piyasa ekonomilerinin bir savunma örgütü olarak kurulan ve kuruluşundan itibaren Türkiye’nin üye olduğu NATO’nun sistemi, değerleri ve ilkeleriyle çelişen arayışlara girilmekten de geri durulmadı. Bir dönem hezeyan o kadar ileri boyutlara vardı ki NATO’dan ayrılma tehditleri dahi havalarda uçuştu. Çin’den füze savunma sistemleri alma blöfüne bile tenezzül edildi. İş daha da ileri götürüldü ve Şangay İşbirliği Örgütü’ne üyelik için Rusya lideri Vladimir Putin’e yalvarmalara kadar vardırıldı. 
Erdoğan-Davutoğlu ikilisi için AB ve NATO artık iç siyasette enine boyuna istismar edebilecekleri bir siyaset objesine dönüşmüştü. Kendilerini aşırı güç ilüzyonuna kaptıran ikili tabanlarını coşturacak temelsiz böbürlenmelerle AB ve NATO’yu sürekli tahkir eder, aşağılar hale gelmişlerdi. Öte yandan, temel insani hassasiyetlerin yanı sıra uluslararası hukuk, normlar ve teamüller hiçe sayılarak Ortadoğu’daki radikal terör örgütleriyle netameli ilişkilere ve tehlikeli maceralera girildi.
İzlenen tutarsız politikalara rağmen gerçekleri çarpıtmaya dayalı aşırı özgüvenli hamasetle ve iktidara iliştirilmiş güçlü olduğu kadar ilkesiz medya üzerinden yürütülen başarılı algı yönetimiyle aldatılan kitlelerin Türkiye’yi dünya siyasetinin merkezi, Erdoğan-Davutoğlu ikilisini ise bu ülkeyi yeniden Osmanlı’nın şaşaalı dönemlerindeki gücüne döndürecek kahramanlar sanmaları kaçınılmazdı. Öyle de oldu. Zaten süreç içerisinde ordunun rolü sınırlamış, sivil toplum sivil olmaktan çıkarılıp iktidara bağlı hale getirilmiş, medya üzerinde tam bir hakimiyet kurulmuş, bağımsız ve tarafsız yargı tamamen yok edilmiş, hiçbir ahlak kuralı ve ilke tanımayan algı yönetiminde tarihte eşine az rastlanır bir performansa erişilmiş ve tüm muhalif kesimler susturulmuştu.
Halk desteğinin zirvede olduğu, eleştirinin ve denetimin sıfırlandığı bir ortamda yüz yılların tecrübelerine dayalı kurumsal akla, gücünü çoğulculuğundan alan entelektüel birikime veya ülkenin yaşayan ortak aklına da artık ihtiyaçları kalmamıştı. Dış politikada olduğu kadar iç politikada da akıldan ziyade keyiflerine ve ihtiraslarına göre yol almaya başladılar. Bu şekilde yol aldıkça hem kendilerini, hem de ülkeyi batırdılar. Batırdıkça telaşa kapıldılar. Bu telaşla doğru ile yanlışı ayrıt etmeye yarayacak tüm değer ölçülerini ve ölçütlerini tarumar ettiler. Mesela yargıya şöyle bir bakanlar, artık ince eleyip sık dokuyarak kimin haklı kimin haksız, kimin suçlu kimin suçsuz olduğunu ayırt edecek hassas tartan bir adalet terazisi yerine sırf muhalif görüldükleri için hedefe konulanların başını ezen bir balyoz görür oldu. Millete hizmet etmesi gereken polisin nasıl partizan milislere dönüştürüldüğüne ise herkes şahitlik etti. 
Demokratik ilkeler ve adalet çerçevesinde hemen çözmek yerine asırlık Kürt sorunu terör örgütü PKK’ya indirgendi. Daha fazla güce erişmek için taraf haline getirilerek meşrulaştırılan PKK ile içeriği kamuoyundan saklanan kirli pazarlıklara girişildi. Kirli pazarlıkların tıkandığı noktada ise yeniden bütün ülkeyi içine çekebilecek kirli ve kanlı bir  savaşa start verildi. Ve istendi ki, dün yanlış amaçlarla yola çıkılan ve kirli pazarlıklara dayalı yanlış yöntemlerle sürdürülen “Çözüm Süreci” gibi bu kirli savaşa da herkes destek olsun. En makul eleştirileri, en insani kaygıları olanlar bile hemen iktidarın hizasına gelsin, sussun, sinsin, yılsın.
Ve böylece, maalesef, Türkiye bir kere vardığında hiçbir ülkenin varlığını devam ettiremeyeceği o berbat noktaya varmış oldu. Bir toplumu millet ve medeni dünyanın bir parçası yapan tüm milli, manevi, demokratik ve hukuki değerlerin içi boşaltıldı, değersizleştirildi. Ülke izanını kaybettikçe insanların referans alabileceği hakiki mizanlardan de eser kalmadı. Bugün üzerine samimiyetsiz hamasetin ve siyaseten istismarın bolca yapıldığı yaşam hakkından, gerçek demokrasiden, hak ve özgürlüklerden, denetimden, şeffaflıktan ve adaletten samimi olarak bahsetmek bile ihanetle eş tutulur hale geldi.
Türkiye izanını da, mizanını da öylesine bir kaybetti ki bebekleri, çocukları, yaşlı kadınları öldürenler kahraman ilan edilir, “çocuklar ölmesin” diyenler ise ihanetle suçlanıp ve yargılanır hale geldi. Çinlilerin bedduası Türkiye için sanırım gerçek oldu. Hakikaten çok ilginç zamanlarda yaşıyoruz.

20 Aralık 2015 Pazar

Türkiye Ankara’dan mı yönetiliyor?

         Uluslararası ilişkilerdeki “güç” kavramı üzerinde çeşitli tartışmalar yapılagelmiştir. “Güç” kavramı uluslararası ilişkiler alanında daha ziyade realist ekolün kafa yorduğu bir kavram olmakla birlikte idealistler bile bu kavrama dair genel çerçeveler çizmekten kendilerini alamamışlardır. Reel politiğin belkemiğini oluşturan “sert güç – hard power”ün yanısıra Joseph Nye gibi düşünürler “yumuşak güç - soft power” ve “akıllı güç – smart power” kavramlarını da tedavüle sokmuştur.

            Genel itibariyle “bir ülkenin, elindeki imkan ve yetenekleri ödül, ceza, ikna ve zorlama gibi çeşitli stratejiler yoluyla kullanarak bir başka ülkenin veya muhatap olunan karşı tarafın davranışlarını kendi çıkarları doğrultusunda etkileme ve yönlendirme kapasitesi” olarak tanımlanan “güç” kavramı, uluslararası ilişkilerin en nihayet gelip dayandığı etkeni oluşturmuştur. Nye’a göre uluslararası ilişkilerin en temel analitik birimi olan “güç” hava durumu gibidir. Yani herkesin hakkında konuştuğu ancak çok az insanın işleyiş mantığını anladığı bir kavramdır. İşleyiş mantığı yaygın şekilde anlaşılmasa da gücün hangi ülkede olduğunu anlamak için kriz ve gerilim süreçlerinin neticesine bakmak yeterlidir. Neticede uluslararası ilişkilerin zora girdiği her dönemde bu ilişkilerin geçer akçesini oluşturan şey bütün parçaları ile güçtür. Uluslararası ilişkiler alanında ülkelerin temel hedefini oluşturna ulusal menfaatlere erişmek ancak güçle mümkün olur.

            Ülkelerin toplam gücü ise siyasi, askeri, ekonomik, demografik, coğrafik, bilimsel, teknolojik, psiko-sosyal ve kültürel gücün toplamından oluşur. Bunlar arasında önem ve öncelik sırası ise yoktur. Herbiri diğerlerinin tamamlayıcısıdır. Bir ülkenin sahip olduğu gücü en verimli şekilde kullanıp kullanamaması ise gücün kendisinden ziyade o ülkenin gücü üzerinde tasarrufta bulunma yetki ve sorumluluğundakilerin ortaya koydukları siyasi iradeye bağlıdır. Bu yönüyle ortaya konulacak “siyasi irade” tüm diğer üç komponentleri karşısında güçlü bir çarpan etkisi yapmaktadır. Uluslararası ilişkiler alanında bir ülkenin, daha doğrusu o ülkeyi yönetenlerin ortaya koyduğu “siyasi irade” ile o ülkenin reel gücü arasında bir mütanasiplik ve bir orantılılık gerekir. Şayet basiretsiz ve ferasetsiz bir yönetim ülkesinin sahip olduğu güç potansiyelinin farkında olmayıp düşük bir siyasi irade sergiliyorsa, bu o ülkenin uluslararası ilişkiler sistematiğinde hak ettiği etkinlikten mahrum kalması anlamına gelir.

            Siyasi iradenin bu noktadaki çarpan etkisi gücü aşağı çekecek şekilde (güç komponentleri x 0,5’lik siyasi irade gibi) negatiftir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin bazı istisnai dönemler dışında yakın geçmişe kadar güç potansiyelini aşağı çeken düşük siyasi irade çarpanıyla hareket ettiği söylenebilir. Düşük siyasi irade ülkelerin gerçek potansiyellerini ziyan eden bir etkiye sahip olduğu gibi sahip olunan güç potansiyeliyle mütenasip olmayan aşırı siyasal irade sergilemek de (güç komponentleri x 3 birim siyasi irade gibi) ülkelerin başına üstesinden gelemeyecekleri büyük sorunlar açabilir, o ülke ve millete geri döndürülemez büyük zararlar verebilir.

            Tarih yetersiz güç potansiyeline rağmen aşırı siyasal irade sergileyen liderlerin ve yönetimlerin sebep oldukları trajedilerin vahim örnekleriyle doludur. Kendi tarihimizde de İttihat ve Terraki’nin Osmanlı’yı yıkıma sürükleyen aşırı siyasi irade sergileyici tarzını bu şekilde değerlendirebiliriz. Yine Napolyon Fransa’sının giriştiği maceraları, Saddam Hüseyin Irak’ının bölgede maceradan maceraya atılan tarzını da aynı kapsamda değerlendirebiliriz. Ülkesinin sahip olduğu reel güç potansiyeliyle mütenasip olmayan aşırı siyasi irade sergileme basiretsizliğinin en canlı örneğini ise maalesef 2010’dan bu yana Türkiye’yi yönetenler sergilemektedir. Türkiye’nin uzun yıllar boyunca büyük güçlüklerle elde ettiği güç imkanlarını gerçeklikle ilgisi olmayacak derecede abartan mevcut yöneticiler, muhatapların muhtemel tepkilerini bile hesap etme gereği duymaksızın, kendi güç imkanlarını doğru okuyamadıkları gibi karşılarına aldıkları güçlerin niteliğini ve uluslararası çevrelerdeki dayanaklarını anlamakta da acziyet sergilemişlerdir. Bu liderler iyi hesap edilmemiş, kişiselleştirilmiş ve ulusal çıkarlardan ziyade şahsi ihtirasların şekillendirdiği niteliği tam belli olmayan amaçlar peşinde basiretsiz ve fevri karar ve hamlelerle ülkenin başını beladan belaya sokmuşlardır ve sokmaya da devam etmektedirler.  

            AKP hükümetlerinin 2011 yılından beri izlediği İsrail, Mısır, Irak, Libya ve özellikle Suriye politikaları bu kapsamdadır. Gündelik iç siyasetin ve hamasetin konusu edilmeyecek kadar yüksek siyasetin alanında olması gereken en kritik mevzular bile en bayağısından bir iç siyaset konusu haline getirilerek kitlelerin efsunlanmasına malzeme yapılmıştır. Kendi kof hamasetleri ve yüksek desibelli propagandalarının içeride oluşturduğu siyasi mobilizasyondan hız alan liderler kendi estirdikleri sanal güç rüzgarının önünde hedefsiz ve iradesiz bir şekilde güz yaprakları gibi sürüklenir olmuşlardır.

            İsrail kuşatması altındaki Gazze’ye yardım etmek için uluslararası teamüllerin yerine zorlayıcı oldu-bittilerle sonuç almaya çalışan AKP dış politikası, gönderdiği Mavi Marmara yardım gemisindeki vatandaşlarının güvenliğini korumaktan aciz kaldığı gibi, uluslararası suların 72 mil açıklarında öldürülen 9 vatandaşının haklarını takipte bile büyük bir acziyet sergilemiştir. İç kamuoyunu İsrail karşıtı keskin söylemlerle yöneterek tatmin eden AKP hükümetleri, 9 Türk’ü öldüren İsrail’li komutanlara yönelik Interpol çağrısını sümen altı edecek kadar ikiyüzlü oynamış, Mavi Marmara katliamından sonra İsrail’i adeta ödüllendirerek ikili ticaret hacmini en az 3 katına çıkarmıştır. Ve nihayet geçtiğimiz günlerde uluslararası yalnızlığını ve sıkışmışlığını kendisini İsrail’in kollarına atarak kurtarma noktasına kadar gelmiştir.

            Tamamen yanlış analizler ve temelsiz varsayımlarla Suriye’ye girerek birkaç gün içerisinde Şam’ı ele geçirebileceğini sanan basiretsiz AKP liderleri, Doğu Akdeniz’de düşürülen bir Türk savaş uçağının kimler tarafından ve nasıl düşürüldüğünü soruşturamayacak kadar büyük bir acziyet sergilemiştir. Suriye’de işler sarpa sarınca Türkiye’nin konvansiyonel güç imkanlarının yetersizliğiyle acı bir şekilde tanışan AKP zihniyeti, bu sefer Türkiye’nin başını on yıllar boyunca ağrıtacak gayri meşru bir yola sapmış ve ülkeyi bölgedeki radikal unsurların destekçisi haline sokmuştur. Türkiye’yi Suriye ve Irak’ın uluslararası radikal cihadist grupların merkezi haline gelmesinde sürekli adı geçen bir ülke haline getirmişlerdir.

            “Birkaç gün içerisinde Şam’dayız” kof kabadayılığı ve ileri derecedeki kendine aşıklık duygusuyla büyük bir körlük içerisinde hareket eden AKP dış politikası ulaşmak için yola çıktığı Suriye’deki hedeflerinin en basitini bile gerçekleştiremezken, Türkiye-Suriye sınırını dünyanın en güvensiz ve sorunlu sınırı haline getirmiştir. Ne kadar süreceği ve şiddetinin ne olacağı konusunda tek doğru analizde bulunamayan AKP dış politikası, savaş koşulları altındaki bölgede tüm demografik unsurların yerli yerinde duracağını varsayacak kadar byük bir basiretsizlik örneği sergileyerek Suriye’nin kuzeyindeki PKK uzantısı unsurların bölgeyi kontrol altına almalarının imkansızlığı varsayımıyla hareket etmişlerdir. Bu körlükle AKP dış politikası, 2 yıl gibi kısa bir sürede Türkiye sınırını ya PKK uzantısı bu unsurların ya da radikal terör örgütü IŞİD’in kontrolüne terketmiştir.

           Gücünü abartarak ve daha önemlisi yumuşak güç unsurlarını erozyona uğratarak sadece sert güç unsurlarıyla ya da Avrupa üzerine salınan yüz binlerce Suriyeli mülteciler örneğinde görüldüğü gibi etikten yoksun uluslararası şantajlar veya müttefiklerini zor tercihlee zorlayan tehlikeli oldu-bittilerle yol almaya çalışan mevcut liderlik, Türkiye’yi everensel değerlere verdiği kıymetle kıymet kazanan bir ülke olmaktan hızla çıkararak sadece jeopolitiğinin kıymeti kadar, yani arsa değeri kadar, kerhen kıymet verilen bir ülke haline getirmiştir. Buna rağmen ulusal menfaatlerden ziyade şahsi ihtiraslarla peşinde koşulan meşruiyeti tartışmalı hedeflerin hiçbiri gerçekleştirilememiştir. Bu felaket yetmezmiş gibi dış politika ve ulusal güvenlik alanlarındaki büyük beceriksizliklerin kamuoyunda tartışılmasını engellemek için de ülke içinde tam bir tek adam despotizmi kurmanın arayışlarına girilmiştir.

            Türkiye’nin öyle bir gücü yokken, olsa bile yapması meşru değilken, komşu ülkelerin rejimlerini şekillendirme ihtirasına kapılan mevcut liderler, gelinen nokta itibariyle söylemlerinin ve hedeflerinin sürekli tersine zorlanan bir acziyetin aktörleri haline gelmişlerdir. Mavi Marmara, Suriye üzerinde hedeflenenler ve gerçekleşenler arasındaki uçurum, Rusya’nın düşürülen savaş uçağı sonrası yaşanan yalpalamalar, Musul’a asker gönderilmesi ve benzeri olayların akabinde birbiriyle taban tabana çelişen tutarsız açıklamalar ve bu açıklamaların tam tersine gerçekleşen gelişmeler bu acziyetin boyutlarını tüm çıplaklığı ile gözler önüne serdiği gibi “Türkiye acaba Ankara’dan mı yönetiliyor?” sorusunu da akıllara getiriyor.


            Söylemler Türkiye’yi yönetenlerin siyasi iradesinin bir ifadesi ise bu söylemlerin sahada tam tersinin yaşanması neyin ifadesi oluyor? Yukarıda verdiğimiz “güç”ün genel kabul gören tanımını yeniden hatırlayalım ve Türkiye’nin hesapsız muhterislerin elinde nasıl görülmedik bir acziyete sürüklendiğini anlamaya çalışalım. 

20 Ekim 2015 Salı

Bir ‘duygusal vampir’ olarak AKP'nin portresi


Herhangi bir AKP’liye “vampir” deseniz başınıza gelecek ilk iş, ülkenin yeni muktedirlerine hakaret ettiğiniz iddiasıyla tetikçi bir savcının sizin hakkınızda soruşturma açması olur. Kullandığı hiç de etik olmayan siyasi yöntemlerle üç dönem iktidar olmayı başarmış, aynı yöntemler sayesinde içinden cumhurbaşkanları çıkarmış AKP’ye toptan “vampir” dediğinizde ise başınıza gelecek olanları tahmin bile edemezsiniz.
Neyse ki AKP’nin siyaset tarzına “duygusal vampirlik” diyen bir AKP kurmayından başkası değil. 1 Kasım’da yapılacak seçime yönelik parti stratejisini belirlemek üzere 31 Ağustos’ta toplanan AKP’nin önde gelen isimlerinin burada yaptıkları dehşet veren konuşmaların tutanakları Nokta dergisi tarafından yayınlanmaya devam ediliyor. Bu tutanaklarda toplumun neden bu kadar kutuplaştırılarak birbirine düşman edildiğinin, çözüm sürecinin neden bitirilerek yeniden şiddet ve terörün tetiklendiğinin sebeplerini çıplak gözle görebiliyorsunuz.
Okuyanlarında dehşet uyandıran bu tutanakların kaleme alındığı işte bu toplantıda AKP Grup Bakan Vekili Mahir Ünal, AKP’yi bugünlere taşıyan etik ve ahlaki hiçbir ilke ve sınır tanımayan istismarcı zihniyeti çok başarılı bir şekilde ifade ediyor: “150 yıllık mirasla biz bu sorunları 13 yılda bir hal yoluna soktuk. Bunu yaparken elimizde bir pipet toplumdaki her duyguyu sömürdük. Buna psikolojide ‘duygusal vampirlik’ deniliyor.”
Ünal’ın “duygusal vampirlik” diyerek tanımladığı AKP’nin ahlak dışı istismarcılığının örneklerini saymakla bitiremeyiz. Ama herhalde bunların en başında AKP’nin “kimsesizlerin kimsesi” söylemi gelir. Söylemde kendisini “kimsesizlerin kimsesi” olarak prezante eden AKP, pratikte ise sadece bir sadaka ekonomisi yaratarak zengini daha zengin etmiş, kamu kaynaklarını peşkeş çekerek kendi yandaşlarından yeni bir zengin sınıfı oluşturmuş, yoksulları ise daha da yoksullaştırmıştır. 2002’de toplam milli servetin yüzde 39’una sahip olan toplumun en zengin yüzde 1’lik kesimi 2015’te milli servetin yüzde 54’üne sahip hale gelmişse 13 yıllık iktidarları döneminde AKP zihniyetinin tam olarak gerçekte kimin nesi olduğu konusunda yoruma bile gerek kalmaz.
Sırf yoksul edebiyatı yapabilmek için sofrasına oturulan gariban ailelerin duygularını bir vampir gibi sömüren AKP zihniyetinin iş insan onuruna yakışır istihdam koşulları yaratmaya veya asgari ücreti açlık sınırının üzerine taşımaya gelince nasıl kan emici bir yaratığa dönüştüğünü herkes biliyor. Taşeron işçilik sisteminin mucidi ve en yaygın kullanıcıları olan AKP zihniyetinin asgari ücretin artırılması konusunda nasıl da ayak direyip sermaye sahiplerinden yana tavır aldığını da herkes gördü. Lafa gelince “gününü iki hurma ile geçiren Peygamber’in ümmetiyiz” deyip, kamu kaynaklarıyla sakilliğe varan bir görgüsüzlük içerisinde kimlerin nasıl aşırı lüks ve şatafat içerisindeki saraylara, villalara, makam araçlarına ve uçaklara boğulduğunu herkes biliyor. Türlü sorunlarla, yokluklarla boğuşan “ümmet” lafı dillerinden düşmeyen bu zihniyetin sahipleri tarihin görüp görebileceği en utanılası müsriflikle bir lüks, debdebe ve şatafatın içerisinde yaşıyor.  
Ne yazık ki yoksulluk ve yoksullar AKP zihniyetinin büyük bir başarıyla “duygusal vampirlik” yaptığı istismar alanlarından sadece biri. AKP zihniyetinin dini değerler ve duygular konusundaki vampirlik iştihasını ise hiçbir şeyle kıyas etmek mümkün değil. Başörtüsü sorununu kalıcı bir şekilde çözmek yerine uzun yıllar boyunca bir hak ve özgürlük sorunu olan bu sorunu siyaseten istismarını tercih eden AKP zihniyeti pratik açıdan pejoratif bir rahatlama sağladığı bu sorunu kalıcı bir çözüme halen de kavuşturmuş değil. Bu sorunu elinde ihtiyaten “bakın biz gidersek yine gelir başörtüsünü yasaklarlar” diyebileceği bir sopa olarak tutan ve sorunun istismarına devam eden AKP zihniyetinin, siyasi istismar konusunda ne camileri, ne ezanı, ne de Kur’an-ı Kerim’i ihmal etmediğini görüyoruz. Seçim meydanlarında elde Kur’an-ı Kerim sallayacak kadar işi abartan AKP zihniyeti, toplumda dine ve dindarlara karşı alerji oluşturacak kadar dini duyguların istismarına abanmış durumda. Aynı AKP zihniyeti kendi çekirdek kitlelerini ise açtığı 1000’e yakın niteliksiz İmam-Hatip Liseleri ile avutmaya çabalıyor. Oysa bu okullara devam eden öğrencilerin ve öğretmenlerinin dindarlığı ve dini pratiklerinin yerlerde süründüğü birçok araştırmanın bulguları arasında yer alıyor.
Karşımızda öyle bir zihniyet var ki, “duygusal vampirliği” 17/25 Aralık 2013 tarihinde somut kanıtları ortalığa saçılan dünya tarihinin en büyük rüşvet, yolsuzluk ve hırsızlık cürümlerini bile adeta bir dini gereklilikmiş ve dinen meşruymuş gibi sunabiliyor. Çaldıkları kamu kaynaklarıyla, aldıkları rüşvet ve komisyonlarla, bulaştıkları yolsuzluklara elde ettikleri gayr-i meşru kaynaklarla güya “İslam davası” güdüyorlarmış. Oysa kamu kaynaklarından çalınarak oluşturulan illegal paralarla her gün onlarca yalan ve iftirasına tanık olduğumuz devasa medyalar yönetiliyor, ulusal ve uluslararası hukuk açısından konusu suç teşkil eden radikal terör örgütleri ve cihadist gruplar finanse ediliyor, silahlandırılıyor. Bu illegal kaynaklar gayr-i meşru yöntemlerle kullanılarak Türkiye’de toplum mühendisliği yapmanın yanı sıra Suriye’nin, Mısır’ın, Libya’nın ve benzeri ülkelerin iç işlerine yön verilmeye çalışılıyor.
“Duygusal vampirlik” konusunda sınır tanımayan AKP zihniyeti uluslararası sorunları da siyasi amaçları doğrultusunda işine geldiği oranda vıcık vıcık istismar etmekten çekinmiyor. Türkiye’de polis tarafından öldürülmüş bir çocuğun acılı annesini seçim meydanlarında toplanan on binlerce insana yuhalatmaktan çekinmeyen bu utanılası zihniyet, Mısır’da katledilmiş 19 yaşındaki Esma’nın arkasından televizyonlarda, manşetlerde, meydanlarda sahte gözyaşları dökebiliyor. Mısır’daki darbe mağdurlarıyla dayanışma adı altında oradaki mağduriyeti kendi mağduriyeti gibi istismar ederek aylarca mitinglerde rabia işareti yapabiliyor. Suudi Arabistanlı karanlık finansörlerinden gelen talimat üzerine ise bir daha ne Mısır’ı ne Esma’yı ne de rabiayı hatırlama ihtiyacı duymuyor.
“Büyük güç” olma ihtirasıyla Suriye’de yıllarca kankalık yaptıkları Esed rejimini yıkmaya karar veren bu zihniyet son 4 yıldır “duygusal vampirlik” stokuna Suriyelileri de eklemiş oldu. Bu istismarcı ve ikiyüzlü zihniyet, bir taraftan Esed rejimine karşı Suriyeli muhalifleri eğitip, silahlandırırken diğer yandan Esed rejimin en büyük destekçisi konumundaki İran’ın uluslararası yaptırımlar sırasındaki en büyük destekçisi olmaktan çekinmiyor. Azgın ihtirasları yüzünden yüz binlercesinin ölümünde, yüz binlercesinin sakat kalmasında, milyonlarcasının evsiz-barksız mülteci durumuna düşmesinde rolü olan AKP zihniyeti, Suriyeli mülteciler konusunda ulusal bazda istismarın zirvesine çıktıktan sonra şimdi de bu konunun uluslararası istismarının kapısını aralamış bulunuyor.
İzlediği muhteris, müdahaleci ve anti-demokratik politikalar yüzünden her geçen gün dünyada daha da yalnızlaşarak izole olan AKP zihniyeti, bu sıkışmışlığını aşmak için Suriyeli mültecileri bile bir istismar aracı olarak kullanmaktan hiç utanmıyor, çekinmiyor. 2011 yazından itibaren uluslararası toplumun mültecilere destek tekliflerini hep reddeden AKP zihniyeti, bir taraftan “açık kapı” politikası izleyerek ne kadar Suriyeli gelirse gelsin bakacağını deklare ederken, diğer yandan uluslararası gözlerden azade bir şekilde bu gelenlerden bir kısmını eğitip, silahlandırıp Esed rejimine karşı kullanmanın konforunu yaşıyordu.
Despotik tek-adam rejimi kurma hevesine kapılıp, uluslararası toplumdan tecrit edilerek marjinalleşmeye başlayınca düne kadar Suriye sınırında mültecilere yönelik “açık kapı” politikası izleyen AKP zihniyeti, Batı sınırlarında ve Ege kıyılarında bu sefer “açık pencere” politikası izleyerek on binlerce Suriyeli mülteciyi Avrupa ülkelerine doğru yönlendirmeye başladı. Bu konuda haklarını yememek ve Avrupalı liderleri istedikleri kıvama getirmeyi başardıklarını kabul etmek gerekiyor. Angela Merkel’in hafta sonu gerçekleştirdiği İstanbul ziyareti her ne kadar Merkel için bir utanç kaynağı olarak anılacak olsa da, bunu görülmedik ölçüde şantajcı ve “duygusal vampirlik”te zirve olan AKP zihniyetinin etik dışı bir başarısı olarak değerlendirmek lazım.

5 Mart 2015 Perşembe

İktidar çetesinin yalanları ve acı gerçekler


Türkiye’de sorunlar çözülmüyor. Ya çözülüyormuş gibi yapılıyor ya tümden görmezden geliniyor ya da sorunların çözümüyle uğraşmak yerine emre amade güçlü medya ağı ve değer tanımaz organik aydınlar üzerinden sadece algılar yönetiliyor. Demokratik kötüye gidiş, temel insan hak ve özgürlükler alanındaki gerileyiş, dış politikadaki büyük çöküş, ekonomideki derin kriz, hukuk ve yargı alanındaki çözülüş, eğitim ve sosyal alandaki sorunların kangrene dönüşmesi tamamen bir kenara bırakılmış durumda. Kendi ikbali ve istikbali dışında hiçbir derdi olmayan bir dar oligarşik iktidar çetesi, ülkenin karşı karşıya olduğu sorunların üzerine giden bir yönetim anlayışını terk edeli hayli zaman oluyor.
Ülkeyi yönetmekten vazgeçip şahsi emelleri doğrultusunda ülkeye tahakküm etmekten başka derdi kalmayan bu iktidar çetesi, algı yönetiminde ise tarihe geçecek büyük bir performans sergiliyor. Olgu ve gerçekler ne olursa olsun sistematik, koordineli ve kesintisiz medyatik yalan rüzgarıyla 80 milyonluk bir halk adeta ahmak yerine konuluyor. Demokrasi, temel hak ve özgürlükler ile hukuk çerçevesinde iyi yönetişim umurunda olmayan iktidar çetesi, kabul edelim ki algı yönetiminde son derece başarılı. Bu başarıyı elde etmek için ise yalan, uydurma, çarpıtma, iftira en büyük silahları. Bu silahları kullanırken ahlak, etik, onur ve izzet gibi kısıtlayıcı engeller de iktidar çetesinin anlam dünyasında kendisine yer bulamıyor. Yaşanan acı olayların ve olguların tam tersine öyle güçlü algılar oluşturabiliyorlar ki, büyüleyerek mankurtlaştırdıkları milyonlarca insan adeta aklını, izanını, vicdanını yitirmiş bir halde algıların efendilerine kul köle olma itaatkarlığını büyük maharet sanıyor
Mesela Türkiye sınırları dışında tek Türk toprağı olan Süleyman Şah Türbesi’nden apar topar yaşanan bir çekilmeden dolayı, özürler eşliğinde, mahcup ve başı eğik bir şekilde kamuoyuna bir izah yapmak yerine, böylesine utanç verici bir hezimetten tarihin nadiren kaydedebileceği bir zafer algısı oluşturabiliyorlar. Sırf kendi basiretsizliklerinden ve beceriksizliklerden dolayı, uluslararası hukuk tarafından tanınan bir vatan toprağının bir gece ansızın kaçar gibi terkedilmesinin iktidar çetesi tarafından çok büyük bir başarı hikayesi gibi anlatılma arsızlığının tarihte bir başka örneği var mıdır acaba?  
            Gelelim son yıllarda Türk halkına pompalanan “sağlam irade”, “büyük devlet”, “süper güç”, “dünyanın gıpta ettiği ülke” imajına. “Yalan ne kadar büyük olursa o kadar inandırıcı olur” diye düşünüyorlar galiba. Gerçekler ise bambaşka. Ülkeyi doymak bilmez ihtiraslarının peşinde sürükleyip beşinci sınıf bir adi diktatörlük haline getiren iktidar çetesi, Türkiye’ye son on yılların en yalnız dönemini yaşatıyor. Bu çete yüzünden Türkiye bugün maalesef kendisinden en uzak durulan, herkesin ayıpladığı bir ülke haline gelmiş durumda? Tıpkı Başbakan’ın son ABD gezisinde olduğu gibi, uluslararası muhatapları tarafından ciddiye alınmayan, randevu bile verilmeyen bir ülke haline getirmek başarıysa, bunu başardılar. Cumhurbaşkanı bile birçok uluslararası muhatabı tarafından defaatle yalanlanmadı mı? Türkiye, itibarları yerlerde sürünen bakanların gittikleri başkentlerde randevu bile alamadığı ya da aşağılayıcı muamelelere tabii olduğu böyle bir başka dönem asla yaşamadı. Sadece yolsuzluklar, hırsızlıklar, rüşvetler, keyfilikler, hukuksuzluklar ve despotluklarla anılan bir mafya görüntüsü veren bir iktidar mensuplarına kim niye itibar etsin ki!
Tabii bu durumun ceremesini sadece muhteris iktidar mafyasının aktörleri çekmiyor. Bu sapkınlığın ülkeyi bedeli ağır oluyor. Mesela Türkiye’nin AB, NATO ve ABD ile olan ilişkileri üzerinde tamiri zor tahribatlara yol açıyor. Denebilir ki “ilişkilerin değerler ekseninden tamamen çıkıp jeopolitik mecburiyetler seviyesine gerilediği dönemler geçmişte de oldu.” Haklısınız ama, o dönemlerin de tarihte pek gururla bahsedilecek şekilde yer almadığını da unutmamak gerekir.
Batı’da durum bu kadar vahim de Doğu’da çok mu matah sanki? Muhteris iktidar çetesinin “bölgenin sahibi biziz”, “bölge bizden sorulur”, “düzen kurucu biziz” dediği Ortadoğu’da neredeyse konuşabileceğimiz ülke kalmadı. Tek adam diktası ve mafyatik bir iktidar çetesi tahakkümündeki Türkiye, Mısır, Suriye, Libya, İsrail, Yemen gibi ülkelerde büyükelçi bile bulunduramaz hale geldi. Öyle ki Ortadoğu politikalarını Suudi Arabistan ve Katar’ın peşine takacak kadar büyük bir acziyet içerisinde. Maalesef Türkiye, bölgedeki gelişmelerin kaderini belirleyecek tüm süreçlerden dışlanmış, kendisine güvenilmeyen bir ülke haline gelmiş durumda. Türkiye’yi çevresine istikrar ihraç eden bir ülke olmaktan çıkarıp, şerrinden emin olunamayan bir ülke haline getirenlerin vebali çok büyük çok! Sadece bir iki açıdan örneklendirdiğim böylesine rezil bir dış politika ile arsızca dile getirilen büyük iddiaların tutarlılığını değerlendirmeyi ise size bırakıyorum.
Peki içeride durumlar nasıl? Maalesef bugün Türkiye’de tek adam diktasının banisi Erdoğan’a hakaret ettikleri gerekçesiyle gözaltına alınan insanlara ve hatta 10’lu yaşlardaki çocuklara her gün bir yenisi ekleniyor.  Gazete ve televizyonlara polis baskınları düzenleniyor. Sırf mesleklerini hakkıyla icra ettikleri için veya bir dizi senaryosundan dolayı gazeteciler tutuklanıp hapse atılıyor. Hala dışarıda kalıp işini yapmaya çaba harcayan gerçek gazeteciler tek tek işlerinden ediliyor. Gazetecilerle tek tek uğraşmak yerine bazen medya organlarına doğrudan hükümet tarafından el konuluyor. Muhalif her gazeteci ya da aydın hükümet çevrelerinden cesaret alan lümpen güruhlar tarafından ölümle tehdit ediliyor, her türlü hedef göstermeye ve karakter suikastine maruz bırakılıyor… Gelin görün ki tek adam diktasının eseri olan işte bu pespaye ortama Erdoğan’ın alay edercesine “dünyanın en özgür medyası Türkiye’de” iddiası eşlik ediyor.
İddia ve oluşturulmak istenen algı kulağa hoş geliyor ama gerçekler maalesef çok acı. Freedom House’a göre Türkiye geçen yıl medyası “özgür olmayan” ülkeler arasındaydı. Bu yıl, bana göre hatalı bir değerlendirmeyle, “yarı özgür” kategorisine alındı. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’ne göre ise basın özgürlüğü açısından 180 ülke arasında 149. sırada. Geçen yıl 153. sıradan buraya gelmeye ne kadar sevinsek azdır herhalde! Gün geçmiyor ki Türkiye, gazetecilere yönelik baskı ve hukuksuzluklardan dolayı uluslararası demokratik örgütlerin ve meslek örgütlerinin kınamasını hak edecek bir şeyler yapmasın. Başbakanı’nın basın ve ifade özgürlüğü kriterini “evinize akşamları sağ dönebiliyorsanız, özgürsünüz” seviyesine düşürdüğü bir ülkenin talihli gazetecileri olarak, iktidar çetesinin bize lütfettiği özgürlüğün kıymetini yeterince bilemiyoruz galiba!  
Ya peki ekonomideki başarılar? Erdoğan ve ülkede yağmalamadık yer bırakmayan iktidar çetesinin anlattıklarına göre Türk ekonomisi tam bir başarı hikayesi. Dediklerine göre bu hikaye böyle devam ederse 2023’e kalmaz dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girermişiz. Büyük devlet ve süper güce de ancak böyle bir ekonomi yakışır zaten! Halkı efsunlamak için söyledikleri bu pespaye yalanlara en fazla kendileri inanıyor olmalılar ki, büyük bir özgüven patlamasıyla, bir aralar iktidar çetemizin Eurozone ülkelerine tepeden bakan ekonomi dehaları AB liderlerine ekonomi dersleri vermeye bile yeltenmişlerdi.
Dünya ekonomisi gerilerken Türk ekonomisinin ne kadar büyük bir büyüme içerisinde olduğunu yıllar boyu her gün onlarca ekrandan, onlarca manşetten sürekli dinleyip, okuyup durduk. Hatta öyle ki, başarı sarhoşu Başbakanımızın bir Avrupa seyahati sırasında “Avrupalı işsizlerin yeni iş kapısının Türkiye olduğu”nu söyleyip, Avrupalı işsizleri Türkiye’ye davet etmişliği bile vardır. Ne güzel hikaye değil mi? Ya peki gerçekler?
Algı ve propaganda güzel ama maalesef palavra kaldırmayan “ekonomik gerçekler” gibi çok ciddi bir sorunumuz var. 1 doların 3 lira olmasına doğru yol alan Türk Lirası’nın tarihinin en değersiz dönemini yaşıyor olması sanki bu müthiş ekonomik başarı hikayesine pek uymuyor gibi. Uzun dönemli borçlanma faizinin son aylarda 2 puan artarak yüzde 9’un üzerine çıkması da müthiş başarı hikayemizi biraz gölgeliyor sanki. Gayrimenkul üzerinden rant ekonomisine yöneldikçe üretim ekonomisi tekleyen bir ülke olarak ihracatta da sanki işler iyi gitmiyor. 500 milyar dolar olan 2023’te ulaşılması planlanan ihracat hedeflerine ulaşmak için Türkiye’nin ihracatının her yıl yüzde 25 artması gerekiyor. Gelin görün ki yıllık ancak yüzde 3,3 artış gibi bir sorunumuz var. Üstelik bir de ihracata artış trendi de durdu ve maalesef gerileme başladı.
Dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girmek şöyle dursun Türk ekonomisi yıllarca koruduğu 17.’lik sırasından 19.’luğa gerilemiş durumda. Bloomberg’in bir araştırmasına göre ise Türkiye işsizlik ve enflasyon kriterlerine göre dünyanın en sefil 9. ülkesi payesini edindi. Üstelik enflasyon bir türlü hedeflendiği gibi olmuyor, yüzde 8’leri zorluyor. Daha kötüsü geniş halk kitlelerini etkileyen ve gıda, barınma ve ulaşım gibi kalemlerden oluşan “yoksul enflasyonu” bu rakamdan da kat be kat fazla çıkıyor. İşsizlik yeniden henüz 2 basamaklı ama, eğitimli genç işsiz oranı yüzde 30’ları buluyor. Hava olsun diye “Avrupalı işsizlere kapımız açık” diyen iktidar çetesi kendi çocuklarına iş bulmakta nedense aciz kalıyor.
Daha bunlara görkemli mega projelerdeki başarısızlıkları, her öğrenciye bir tableti öngören Fatih Projesi’nde 4 yılda bir arpa boyu yol alınamamasını, estirilen medyatik terörle tartışılmaz bir tabuya dönüştürülen çözüm sürecindeki başarısızlıkların nasıl büyük başarı gibi sunulduğunu, gelecek nesillerden acısı feci şekilde çıkacak olan eğitimin içinde bulunduğu rezaleti ve daha pek çok şeyi eklemek mümkün. Ama sanırım bu kadarı yeter! İktidar mafyasının yalanlarla bizim sabrımızı zorladığı gibi acı gerçeklerle sizin de sabrınızı fazla zorlamamak lazım.