İsrail etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İsrail etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Aralık 2015 Perşembe

Utançla acımak arasında


           Utanmak insana ve insan olmaya özgü bir duygudur. Bir insan durduk yere ve ortada hiçbir şey yokken utanç duymaz. Peki, bir insan niçin utanç duyar, neden utanır? Ya kendi yaptığı veya adının karıştığı yüz kızartıcı bir suçtan utanç duyar ya da bir ayıptan. Ayrıca yaptığı bir haksızlıktan veya işlediği bir günahtan dolayı da utanç duyabilir! Bazen de gösterdiği tüm çabaya rağmen başkalarının sebep olduğu haksızlıklara, hak ihlallerine, zulme, işkenceye, yıkımlara ve ölümlere bir türlü engel olamadığı için...
Dahası sürekli yalanlarını, aldatmacalarını, iftiralarını, sahtekarlıklarını, ahlaksızlıklarını, tutarsızlıklarını, ikiyüzlülüklerini gördüğü muktedir ve muhteris insanların ellerindeki bütün imkanları seferber edip aldatabildikleri kadar çok insanı aldatıp onlardan aldıkları gücün alacakaranlığına sığınarak pervasız bir şımarıklık ve ahlaksız bir kibirle yönettikleri bir ülkede yaşıyor olmaktan utanç duyar insan. Hakikaten insan gibi insansa şayet...
Peki, bir insan kimlere ve nelere acır? Elbette ki haksızlığa uğrayıp mağdur edilmişlere. Kendi evinde, kendi köyünde, kendi şehrinde, kendi ülkesinde sürekli itilip kakılanlara, parya muamelesi görenlere. Başka türlü bir düzende başka türlüsü mümkünken yokluk ve sefalet içerisinde kıvrananlara. Yoksulluklarını ve mahrumiyetlerini varlıktan gözü dönmüş kibir budalalarının sahtekarlıklarını kamufle etme egzersizlerine malzeme yapmaktan bile koruyamayacak kadar çaresiz olanlara. Zulüm altında inledikleri halde iniltilerini kimseye duyuramayan ve üstüne bir de muhteris muktedirler tarafından koşullandırılmış şuursuz kitleler tarafından biteviye suçlanan ve ahlaksızca istiskal edilen her türden mazlumlara...
Ama size bir şey söyleyeyim mi ben bunlardan daha ziyade insanların haklarına girip onları mağdur eden vicdansız mağrurlara acıyorum. Evinin oturma odasında gencecik bir kızın hayatını elinden alacak kadar canileşenlere. İnsanları yüzyıllardır yaşadıkları şehirleri terke zorlayanlara ya da yaşadıkları şehirleri terk edemeyen biçare sakinlerine diri diri mezar yapmaya kalkanların vicdansız basiretsizliğine acıyorum. Toplumun en muhtaç kesimleriyle adil bir paylaşım yerine tüm zenginliği dar dayanışmacı klikleriyle üleşen doymak bilmez muhterislere acıyorum. Mazlumlardan ziyade o mazlumlara zulmetmekten şeytani bir haz alan ahlaksız ve vicdansız zalimlere acıyorum.
İlk kategoridekilere elbette ki saf şefkat ve dertlerine bir türlü çare olamayan merhametten acıyorum. İkinci kategoridekilere ise iğrenerek, tiksinerek ve lanet ederek... İkinci kategoridekilerin arttığı oranda birinci kategoridekilerin, birinci kategoridekilerin arttığı oranda ikinci kategoridekilerin artmasının değişmez bir doğa kanunu olduğuna ise inanmak istemiyorum. Sık sık kendimize bile acımamıza yol açan kesif çaresizlik hissiyatıyla sarmalanmış acıma hissimizin bile bir kısmını hak edenlerden çekip alan güç sarhoşu bu zavallılara duyulan hissin, tuhaf da olsa, sahici bir acıma mı yoksa saf bir tiksintiden ibaret mi olduğuna bile bazen karar veremiyorum.
Utanç ile acıma, acıma ile tiksinme duyguları arasında gidip geliyorum. Pek çok insanın da birçok konudaki yalanlara, sahtekarlıklara, utanmazlıklara, zigzaglara, tutarsızlıklara baktığında mutlaka aynı hissi karmaşayı yaşadığını sanıyorum. Kürt meselesine yaklaşımlarına, Alevi sorununu çözüyormuş gibi yıllarca rol kesmelerine, İslamı arsızca istismar etmelerine, Müslümanların hissiyatını sınırsız sömürme kapasitelerine, Suriye, Rusya, İsrail, AB, ABD ve daha birçok ülkeyle ilişkilerde sergiledikleri ilkesiz kıvraklıklara, tutarsız esnekliğe, ikiyüzlü ve mürai politikalara bakıp utanç duymakla acımak, acımakla tiksinmek arasında kalan tek ben değilimdir herhalde.
Yıllarca AB çöküyor diye sevinçli bir edayla iç kamuoyuna AB düşmanlığı pompalayıp, mülteci olmalarında belki de en büyük paya sahip oldukları zavallı Suriyelilerin dramını şantaj malzemesi yapacak kadar alçalarak AB’ne yaltaklanmalarını, yıllarca NATO’ya veryansın etmişken Suriye ve Rusya karşısında paniğe kapılıp NATO’nun kucağına atlamalarını, içeride ABD karşıtlığından prim yapıp her muhalifi “ABD taşeronu”, “ABD uşağı”, “CIA ajanı” diye suçladıktan sonra ABD yönetiminin her dediğini ikiletmeden yerine getiren hazin zavallılıklarını gördükçe utanç, acıma ve tiksinme arasında gidip gelmiyorsanız tam da AKP’nin arzuladığı vatandaş kıvamındasınız demektir.
Bahsini ettiğim yalanlara, tutarsızlıklara, özü-sözü bir olmamalara en güzel örneği ise hiç şüphesiz son günlerde gündemin başköşesine kurulan İsrail ile ilişkiler oluşturuyor. Tıpkı yıllarca İran’ın yaptığı gibi Filistin sorununu araçsallaştırıp iç siyaset malzemesi yapan AKP iktidarı, retorik düzeyinde İsrail karşıtlığını yükseltirken fiili ve ticari ilişkileri son yıllarda en az 3 kat artıracak kadar becerikli bir ikiyüzlülük sergileyebildi. İç kamuoyunu İsrail düşmanlığı üzerinden oya tahvil ederken İsrail ile ticari ve ekonomik ilişkilerden tatlı paralar kazanmak bu konuda hiç de hafife alınamayacak büyük bir kabiliyetleri olduğunu gösteriyor. Ahlakiliğini, etik olup olmadığını, tutarlılığını bir kenara bırakmak kaydıyla içte başta dışta başka, sözde başka işte başka olmayı başaran bu kabiliyetin önünde büyük bir ihtiramla şapka çıkarmak gerekiyor.
Yanlış anlaşılmasın, tüm ülkelerle olduğu gibi onurlu, izzetli, iki ülkenin de menfaatlerine olan ikili iyi ilişkiler mutlaka İsrail ile de kurulmalı ve iç siyasete malzeme edilmeden sürdürülmelidir. Buradaki eleştiri ve itirazlarımız İsrail’in AKP ve Erdoğan’ın siyasal İslamcı politikaları uğruna birer iç siyaset malzemesi yapılmasına ve toplumun her muhalif kesimini yaftalayarak İsrail ile ilişkilendirip karalarken İsrail ile perde gerisinden yürütülen netameli ilişkilerin sergilediği tutarsızlığa. Doğal olarak bu tutarsızlığın kıvrak aktörlerinin şaşırtıcı şahsiyet esneklikleri ise insanları yine utanç, acıma ve tiksinme sarkacına mahkum ediyor.
Mesela bir Numan Kurtulmuş vakası vardır ki bu duruma çok iyi bir örnek teşkil ediyor. Dönemin HAS Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş, Mavi Marmara gemisinde 9 vatandaşımızın İsrail komandoları tarafından şehit edilmesinden hemen sonra bakın neler demiş: “İsrail en büyük zaferini AKP sayesinde kazandı. BM Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nda “İsrail’in nükleer kapasitesi var mı, yok mu?” oylamasında Türk delegasyonu çekimser kaldı. Geçtiğimiz sene 2010 Mayıs’ında da Türkiye İsrail’in OECD üyeliğini onayladı. Oysa veto ettiğimiz takdirde üye olması mümkün değildi. Daha önce bir çok ülke veto etmişti. Otel lobisinde değil, BM’de, OECD salonlarında ‘one minute’ demek marifettir. Sayın Başbakanın kalbi Ali diyor, dili Muaviye söylüyor.”
Belli ki Kurtulmuş’un kendisi de sözlerinin aksine “kalbi Muaviye deyip, dili Ali söyleyenlerden.” Çünkü, bu açık sözlerinden çok olmayan bir süre sonra AKP’ye geçen Kurtulmuş bugün AKP hükümetinde Başbakan Yardımcısı konumunda. Bu şahane esnekliğinden ister gurur duyun, ister utanın, ister acıyın, isterseniz tiksinin.
CHP Milletvekili Muharrem İnce’nin 2014 yılında Meclis’te yaptığı bir konuşmada gündeme getirdiği, ama geçerliliğini hala koruyan soruların muhatapları için de utanma, acıma ya da tiksinme hakkınızı kullanabilirsiniz. İnce sormuş: İsrail’in NATO tatbikatlarına vetosunu hangi hükümet kaldırdı? Tabii ki AKP hükümeti. OECD üyeliğine vetoyu hangi hükümet kaldırdı? Tabii ki Erdoğan’ın Başbakanlığındaki AKP hükümeti. Halkı “one minute” şovlarıyla aldatırken kısık sesli bir üslupla “Tepkim İsrail Devlet Başkanı’na değil, moderatöredir” diyen kimdi? Cevabını yazmayalım ki her birinden 8-10 yıl hapis cezası istenen yeni davalara muhatap olmayalım. Neticede ortada hukuk çerçevesinde ve adalet için karar veren mahkeme de kalmadı neredeyse.
İsrail ve Yahudilere yönelik “Siyonizm” üzerinden çok ağır laflar ettiği Danimarka’dan dönüşte uçağının tekeri Türkiye topraklarına basar basmaz “Siyonizm konusunda yanlış anlaşıldım” diyen kimdi? İnce sorularına devam ediyor: Mavi Marmara baskınında vatandaşlarımız hayatını yitirirken, üç şartımız vardı; İsrail özür dileyecek, tazminat ödeyecek ve Gazze’ye abluka kalkacaktı. Bunlardan tazminat konusunu kabul etmeyen ailelerle ilgili sıkıntı çıktı (son görüşmelerde Türkiye-İsrail 20 milyon dolar tazminat üzerinde anlaştı). Peki, özür nasıl dilendi? Obama’nın yanından telefonla arandı ve özür dilendi deniyor. Bu ses kaydını duyan var mı? Bu özrü gören var mı? Bu nasıl bir özürdür? Dünya diplomasi tarihinde böyle bir özür var mı?
Bir taraftan topluma nefret tohumları ekme pahasına iç kamuoyunda İsrail karşıtlığı üzerinden siyasi rant devşirmeye çalışılırken, bir taraftan da 13 Şubat 2009’da Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik imzasıyla bütün okullara bir genelge gönderilerek “İsrail mallarını boykot etmeyin” deniliyordu. İnce sorularını Suriye sınırındaki mayınlı arazilerin İsrail’e verileceğine dair iddialardan, Kürecik’teki radar istasyonunun İsrail’e hizmet edeceği iddialarına varıncaya kadar sıralıyordu. İnce’nin “İsrail, Suriye uçaklarını vurmak için Türkiye hava sahasını kullandı mı? Türkiye, İsrail uçaklarına yakıt sağlayan bir ülke midir? Amerika Birleşik Devletleri’nde Yahudi lobilerinden Davut Yıldızı’nı alan dünyadaki tek Müslüman kimdir?” şeklinde soruları da vardı.
İnce, Erdoğan’ın “Gazze’ye ziyaret” çelişkisini de kronolojik olarak gündeme getiriyordu. Erdoğan, 23 Mart 2013’te “Nisan’da Gazze’ye gideceğim” demişti. 14 Nisan 2013’te ufak bir değişiklik yapıp “Tarih kesinleşti. Mayıs sonu gibi Gazze’ye gideceğim” demişti. 21 Nisan 2013’e gelindiğinde ABD Dışişleri Bakanı Kerry “Erdoğan’a Gazze’ye gitme” dediğini duyurmuş, Erdoğan’ın buna cevabı ta 14 Mayıs 2013’te gelmişti: “Kerry'nin demeci hiç şık değil, Haziran’da Gazze’ye gideceğim.” 18 Mayıs 2013’te de bu vaadini tekrarlamış ve “Haziran’da Gazze’deyim” demişti. 2016’ya sadece günlerin kaldığı şu dönemde Gazze hala Erdoğan’ı bekliyor(!)
“İsrail ile asla dost olmayacağız” sözlerine de “Gazze’ye gideceğim” sözü kadar sadık kalan Erdoğan, seçimler öncesinde İsrail karşıtı söylemleriyle kitlesinden oy toplayan AKP hükümetinin “İsrail devleti Türkiye’nin dostudur” noktasına gelmesi sayesinde 2013’ten bu yana bir türlü gerçekleştiremediği Gazze ziyaretini gerçekleştirme imkanı da belki bulur. Tabii Gazzelilerin bu kadar radikal dönüşlerden başları dönmez, o baş dönmesiyle mideleri bulanmaz, hissiyatları utançla acımak arasında gidip gelip tiksinti duymazlarsa.

20 Aralık 2015 Pazar

Türkiye Ankara’dan mı yönetiliyor?

         Uluslararası ilişkilerdeki “güç” kavramı üzerinde çeşitli tartışmalar yapılagelmiştir. “Güç” kavramı uluslararası ilişkiler alanında daha ziyade realist ekolün kafa yorduğu bir kavram olmakla birlikte idealistler bile bu kavrama dair genel çerçeveler çizmekten kendilerini alamamışlardır. Reel politiğin belkemiğini oluşturan “sert güç – hard power”ün yanısıra Joseph Nye gibi düşünürler “yumuşak güç - soft power” ve “akıllı güç – smart power” kavramlarını da tedavüle sokmuştur.

            Genel itibariyle “bir ülkenin, elindeki imkan ve yetenekleri ödül, ceza, ikna ve zorlama gibi çeşitli stratejiler yoluyla kullanarak bir başka ülkenin veya muhatap olunan karşı tarafın davranışlarını kendi çıkarları doğrultusunda etkileme ve yönlendirme kapasitesi” olarak tanımlanan “güç” kavramı, uluslararası ilişkilerin en nihayet gelip dayandığı etkeni oluşturmuştur. Nye’a göre uluslararası ilişkilerin en temel analitik birimi olan “güç” hava durumu gibidir. Yani herkesin hakkında konuştuğu ancak çok az insanın işleyiş mantığını anladığı bir kavramdır. İşleyiş mantığı yaygın şekilde anlaşılmasa da gücün hangi ülkede olduğunu anlamak için kriz ve gerilim süreçlerinin neticesine bakmak yeterlidir. Neticede uluslararası ilişkilerin zora girdiği her dönemde bu ilişkilerin geçer akçesini oluşturan şey bütün parçaları ile güçtür. Uluslararası ilişkiler alanında ülkelerin temel hedefini oluşturna ulusal menfaatlere erişmek ancak güçle mümkün olur.

            Ülkelerin toplam gücü ise siyasi, askeri, ekonomik, demografik, coğrafik, bilimsel, teknolojik, psiko-sosyal ve kültürel gücün toplamından oluşur. Bunlar arasında önem ve öncelik sırası ise yoktur. Herbiri diğerlerinin tamamlayıcısıdır. Bir ülkenin sahip olduğu gücü en verimli şekilde kullanıp kullanamaması ise gücün kendisinden ziyade o ülkenin gücü üzerinde tasarrufta bulunma yetki ve sorumluluğundakilerin ortaya koydukları siyasi iradeye bağlıdır. Bu yönüyle ortaya konulacak “siyasi irade” tüm diğer üç komponentleri karşısında güçlü bir çarpan etkisi yapmaktadır. Uluslararası ilişkiler alanında bir ülkenin, daha doğrusu o ülkeyi yönetenlerin ortaya koyduğu “siyasi irade” ile o ülkenin reel gücü arasında bir mütanasiplik ve bir orantılılık gerekir. Şayet basiretsiz ve ferasetsiz bir yönetim ülkesinin sahip olduğu güç potansiyelinin farkında olmayıp düşük bir siyasi irade sergiliyorsa, bu o ülkenin uluslararası ilişkiler sistematiğinde hak ettiği etkinlikten mahrum kalması anlamına gelir.

            Siyasi iradenin bu noktadaki çarpan etkisi gücü aşağı çekecek şekilde (güç komponentleri x 0,5’lik siyasi irade gibi) negatiftir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin bazı istisnai dönemler dışında yakın geçmişe kadar güç potansiyelini aşağı çeken düşük siyasi irade çarpanıyla hareket ettiği söylenebilir. Düşük siyasi irade ülkelerin gerçek potansiyellerini ziyan eden bir etkiye sahip olduğu gibi sahip olunan güç potansiyeliyle mütenasip olmayan aşırı siyasal irade sergilemek de (güç komponentleri x 3 birim siyasi irade gibi) ülkelerin başına üstesinden gelemeyecekleri büyük sorunlar açabilir, o ülke ve millete geri döndürülemez büyük zararlar verebilir.

            Tarih yetersiz güç potansiyeline rağmen aşırı siyasal irade sergileyen liderlerin ve yönetimlerin sebep oldukları trajedilerin vahim örnekleriyle doludur. Kendi tarihimizde de İttihat ve Terraki’nin Osmanlı’yı yıkıma sürükleyen aşırı siyasi irade sergileyici tarzını bu şekilde değerlendirebiliriz. Yine Napolyon Fransa’sının giriştiği maceraları, Saddam Hüseyin Irak’ının bölgede maceradan maceraya atılan tarzını da aynı kapsamda değerlendirebiliriz. Ülkesinin sahip olduğu reel güç potansiyeliyle mütenasip olmayan aşırı siyasi irade sergileme basiretsizliğinin en canlı örneğini ise maalesef 2010’dan bu yana Türkiye’yi yönetenler sergilemektedir. Türkiye’nin uzun yıllar boyunca büyük güçlüklerle elde ettiği güç imkanlarını gerçeklikle ilgisi olmayacak derecede abartan mevcut yöneticiler, muhatapların muhtemel tepkilerini bile hesap etme gereği duymaksızın, kendi güç imkanlarını doğru okuyamadıkları gibi karşılarına aldıkları güçlerin niteliğini ve uluslararası çevrelerdeki dayanaklarını anlamakta da acziyet sergilemişlerdir. Bu liderler iyi hesap edilmemiş, kişiselleştirilmiş ve ulusal çıkarlardan ziyade şahsi ihtirasların şekillendirdiği niteliği tam belli olmayan amaçlar peşinde basiretsiz ve fevri karar ve hamlelerle ülkenin başını beladan belaya sokmuşlardır ve sokmaya da devam etmektedirler.  

            AKP hükümetlerinin 2011 yılından beri izlediği İsrail, Mısır, Irak, Libya ve özellikle Suriye politikaları bu kapsamdadır. Gündelik iç siyasetin ve hamasetin konusu edilmeyecek kadar yüksek siyasetin alanında olması gereken en kritik mevzular bile en bayağısından bir iç siyaset konusu haline getirilerek kitlelerin efsunlanmasına malzeme yapılmıştır. Kendi kof hamasetleri ve yüksek desibelli propagandalarının içeride oluşturduğu siyasi mobilizasyondan hız alan liderler kendi estirdikleri sanal güç rüzgarının önünde hedefsiz ve iradesiz bir şekilde güz yaprakları gibi sürüklenir olmuşlardır.

            İsrail kuşatması altındaki Gazze’ye yardım etmek için uluslararası teamüllerin yerine zorlayıcı oldu-bittilerle sonuç almaya çalışan AKP dış politikası, gönderdiği Mavi Marmara yardım gemisindeki vatandaşlarının güvenliğini korumaktan aciz kaldığı gibi, uluslararası suların 72 mil açıklarında öldürülen 9 vatandaşının haklarını takipte bile büyük bir acziyet sergilemiştir. İç kamuoyunu İsrail karşıtı keskin söylemlerle yöneterek tatmin eden AKP hükümetleri, 9 Türk’ü öldüren İsrail’li komutanlara yönelik Interpol çağrısını sümen altı edecek kadar ikiyüzlü oynamış, Mavi Marmara katliamından sonra İsrail’i adeta ödüllendirerek ikili ticaret hacmini en az 3 katına çıkarmıştır. Ve nihayet geçtiğimiz günlerde uluslararası yalnızlığını ve sıkışmışlığını kendisini İsrail’in kollarına atarak kurtarma noktasına kadar gelmiştir.

            Tamamen yanlış analizler ve temelsiz varsayımlarla Suriye’ye girerek birkaç gün içerisinde Şam’ı ele geçirebileceğini sanan basiretsiz AKP liderleri, Doğu Akdeniz’de düşürülen bir Türk savaş uçağının kimler tarafından ve nasıl düşürüldüğünü soruşturamayacak kadar büyük bir acziyet sergilemiştir. Suriye’de işler sarpa sarınca Türkiye’nin konvansiyonel güç imkanlarının yetersizliğiyle acı bir şekilde tanışan AKP zihniyeti, bu sefer Türkiye’nin başını on yıllar boyunca ağrıtacak gayri meşru bir yola sapmış ve ülkeyi bölgedeki radikal unsurların destekçisi haline sokmuştur. Türkiye’yi Suriye ve Irak’ın uluslararası radikal cihadist grupların merkezi haline gelmesinde sürekli adı geçen bir ülke haline getirmişlerdir.

            “Birkaç gün içerisinde Şam’dayız” kof kabadayılığı ve ileri derecedeki kendine aşıklık duygusuyla büyük bir körlük içerisinde hareket eden AKP dış politikası ulaşmak için yola çıktığı Suriye’deki hedeflerinin en basitini bile gerçekleştiremezken, Türkiye-Suriye sınırını dünyanın en güvensiz ve sorunlu sınırı haline getirmiştir. Ne kadar süreceği ve şiddetinin ne olacağı konusunda tek doğru analizde bulunamayan AKP dış politikası, savaş koşulları altındaki bölgede tüm demografik unsurların yerli yerinde duracağını varsayacak kadar byük bir basiretsizlik örneği sergileyerek Suriye’nin kuzeyindeki PKK uzantısı unsurların bölgeyi kontrol altına almalarının imkansızlığı varsayımıyla hareket etmişlerdir. Bu körlükle AKP dış politikası, 2 yıl gibi kısa bir sürede Türkiye sınırını ya PKK uzantısı bu unsurların ya da radikal terör örgütü IŞİD’in kontrolüne terketmiştir.

           Gücünü abartarak ve daha önemlisi yumuşak güç unsurlarını erozyona uğratarak sadece sert güç unsurlarıyla ya da Avrupa üzerine salınan yüz binlerce Suriyeli mülteciler örneğinde görüldüğü gibi etikten yoksun uluslararası şantajlar veya müttefiklerini zor tercihlee zorlayan tehlikeli oldu-bittilerle yol almaya çalışan mevcut liderlik, Türkiye’yi everensel değerlere verdiği kıymetle kıymet kazanan bir ülke olmaktan hızla çıkararak sadece jeopolitiğinin kıymeti kadar, yani arsa değeri kadar, kerhen kıymet verilen bir ülke haline getirmiştir. Buna rağmen ulusal menfaatlerden ziyade şahsi ihtiraslarla peşinde koşulan meşruiyeti tartışmalı hedeflerin hiçbiri gerçekleştirilememiştir. Bu felaket yetmezmiş gibi dış politika ve ulusal güvenlik alanlarındaki büyük beceriksizliklerin kamuoyunda tartışılmasını engellemek için de ülke içinde tam bir tek adam despotizmi kurmanın arayışlarına girilmiştir.

            Türkiye’nin öyle bir gücü yokken, olsa bile yapması meşru değilken, komşu ülkelerin rejimlerini şekillendirme ihtirasına kapılan mevcut liderler, gelinen nokta itibariyle söylemlerinin ve hedeflerinin sürekli tersine zorlanan bir acziyetin aktörleri haline gelmişlerdir. Mavi Marmara, Suriye üzerinde hedeflenenler ve gerçekleşenler arasındaki uçurum, Rusya’nın düşürülen savaş uçağı sonrası yaşanan yalpalamalar, Musul’a asker gönderilmesi ve benzeri olayların akabinde birbiriyle taban tabana çelişen tutarsız açıklamalar ve bu açıklamaların tam tersine gerçekleşen gelişmeler bu acziyetin boyutlarını tüm çıplaklığı ile gözler önüne serdiği gibi “Türkiye acaba Ankara’dan mı yönetiliyor?” sorusunu da akıllara getiriyor.


            Söylemler Türkiye’yi yönetenlerin siyasi iradesinin bir ifadesi ise bu söylemlerin sahada tam tersinin yaşanması neyin ifadesi oluyor? Yukarıda verdiğimiz “güç”ün genel kabul gören tanımını yeniden hatırlayalım ve Türkiye’nin hesapsız muhterislerin elinde nasıl görülmedik bir acziyete sürüklendiğini anlamaya çalışalım. 

5 Mart 2015 Perşembe

İktidar çetesinin yalanları ve acı gerçekler


Türkiye’de sorunlar çözülmüyor. Ya çözülüyormuş gibi yapılıyor ya tümden görmezden geliniyor ya da sorunların çözümüyle uğraşmak yerine emre amade güçlü medya ağı ve değer tanımaz organik aydınlar üzerinden sadece algılar yönetiliyor. Demokratik kötüye gidiş, temel insan hak ve özgürlükler alanındaki gerileyiş, dış politikadaki büyük çöküş, ekonomideki derin kriz, hukuk ve yargı alanındaki çözülüş, eğitim ve sosyal alandaki sorunların kangrene dönüşmesi tamamen bir kenara bırakılmış durumda. Kendi ikbali ve istikbali dışında hiçbir derdi olmayan bir dar oligarşik iktidar çetesi, ülkenin karşı karşıya olduğu sorunların üzerine giden bir yönetim anlayışını terk edeli hayli zaman oluyor.
Ülkeyi yönetmekten vazgeçip şahsi emelleri doğrultusunda ülkeye tahakküm etmekten başka derdi kalmayan bu iktidar çetesi, algı yönetiminde ise tarihe geçecek büyük bir performans sergiliyor. Olgu ve gerçekler ne olursa olsun sistematik, koordineli ve kesintisiz medyatik yalan rüzgarıyla 80 milyonluk bir halk adeta ahmak yerine konuluyor. Demokrasi, temel hak ve özgürlükler ile hukuk çerçevesinde iyi yönetişim umurunda olmayan iktidar çetesi, kabul edelim ki algı yönetiminde son derece başarılı. Bu başarıyı elde etmek için ise yalan, uydurma, çarpıtma, iftira en büyük silahları. Bu silahları kullanırken ahlak, etik, onur ve izzet gibi kısıtlayıcı engeller de iktidar çetesinin anlam dünyasında kendisine yer bulamıyor. Yaşanan acı olayların ve olguların tam tersine öyle güçlü algılar oluşturabiliyorlar ki, büyüleyerek mankurtlaştırdıkları milyonlarca insan adeta aklını, izanını, vicdanını yitirmiş bir halde algıların efendilerine kul köle olma itaatkarlığını büyük maharet sanıyor
Mesela Türkiye sınırları dışında tek Türk toprağı olan Süleyman Şah Türbesi’nden apar topar yaşanan bir çekilmeden dolayı, özürler eşliğinde, mahcup ve başı eğik bir şekilde kamuoyuna bir izah yapmak yerine, böylesine utanç verici bir hezimetten tarihin nadiren kaydedebileceği bir zafer algısı oluşturabiliyorlar. Sırf kendi basiretsizliklerinden ve beceriksizliklerden dolayı, uluslararası hukuk tarafından tanınan bir vatan toprağının bir gece ansızın kaçar gibi terkedilmesinin iktidar çetesi tarafından çok büyük bir başarı hikayesi gibi anlatılma arsızlığının tarihte bir başka örneği var mıdır acaba?  
            Gelelim son yıllarda Türk halkına pompalanan “sağlam irade”, “büyük devlet”, “süper güç”, “dünyanın gıpta ettiği ülke” imajına. “Yalan ne kadar büyük olursa o kadar inandırıcı olur” diye düşünüyorlar galiba. Gerçekler ise bambaşka. Ülkeyi doymak bilmez ihtiraslarının peşinde sürükleyip beşinci sınıf bir adi diktatörlük haline getiren iktidar çetesi, Türkiye’ye son on yılların en yalnız dönemini yaşatıyor. Bu çete yüzünden Türkiye bugün maalesef kendisinden en uzak durulan, herkesin ayıpladığı bir ülke haline gelmiş durumda? Tıpkı Başbakan’ın son ABD gezisinde olduğu gibi, uluslararası muhatapları tarafından ciddiye alınmayan, randevu bile verilmeyen bir ülke haline getirmek başarıysa, bunu başardılar. Cumhurbaşkanı bile birçok uluslararası muhatabı tarafından defaatle yalanlanmadı mı? Türkiye, itibarları yerlerde sürünen bakanların gittikleri başkentlerde randevu bile alamadığı ya da aşağılayıcı muamelelere tabii olduğu böyle bir başka dönem asla yaşamadı. Sadece yolsuzluklar, hırsızlıklar, rüşvetler, keyfilikler, hukuksuzluklar ve despotluklarla anılan bir mafya görüntüsü veren bir iktidar mensuplarına kim niye itibar etsin ki!
Tabii bu durumun ceremesini sadece muhteris iktidar mafyasının aktörleri çekmiyor. Bu sapkınlığın ülkeyi bedeli ağır oluyor. Mesela Türkiye’nin AB, NATO ve ABD ile olan ilişkileri üzerinde tamiri zor tahribatlara yol açıyor. Denebilir ki “ilişkilerin değerler ekseninden tamamen çıkıp jeopolitik mecburiyetler seviyesine gerilediği dönemler geçmişte de oldu.” Haklısınız ama, o dönemlerin de tarihte pek gururla bahsedilecek şekilde yer almadığını da unutmamak gerekir.
Batı’da durum bu kadar vahim de Doğu’da çok mu matah sanki? Muhteris iktidar çetesinin “bölgenin sahibi biziz”, “bölge bizden sorulur”, “düzen kurucu biziz” dediği Ortadoğu’da neredeyse konuşabileceğimiz ülke kalmadı. Tek adam diktası ve mafyatik bir iktidar çetesi tahakkümündeki Türkiye, Mısır, Suriye, Libya, İsrail, Yemen gibi ülkelerde büyükelçi bile bulunduramaz hale geldi. Öyle ki Ortadoğu politikalarını Suudi Arabistan ve Katar’ın peşine takacak kadar büyük bir acziyet içerisinde. Maalesef Türkiye, bölgedeki gelişmelerin kaderini belirleyecek tüm süreçlerden dışlanmış, kendisine güvenilmeyen bir ülke haline gelmiş durumda. Türkiye’yi çevresine istikrar ihraç eden bir ülke olmaktan çıkarıp, şerrinden emin olunamayan bir ülke haline getirenlerin vebali çok büyük çok! Sadece bir iki açıdan örneklendirdiğim böylesine rezil bir dış politika ile arsızca dile getirilen büyük iddiaların tutarlılığını değerlendirmeyi ise size bırakıyorum.
Peki içeride durumlar nasıl? Maalesef bugün Türkiye’de tek adam diktasının banisi Erdoğan’a hakaret ettikleri gerekçesiyle gözaltına alınan insanlara ve hatta 10’lu yaşlardaki çocuklara her gün bir yenisi ekleniyor.  Gazete ve televizyonlara polis baskınları düzenleniyor. Sırf mesleklerini hakkıyla icra ettikleri için veya bir dizi senaryosundan dolayı gazeteciler tutuklanıp hapse atılıyor. Hala dışarıda kalıp işini yapmaya çaba harcayan gerçek gazeteciler tek tek işlerinden ediliyor. Gazetecilerle tek tek uğraşmak yerine bazen medya organlarına doğrudan hükümet tarafından el konuluyor. Muhalif her gazeteci ya da aydın hükümet çevrelerinden cesaret alan lümpen güruhlar tarafından ölümle tehdit ediliyor, her türlü hedef göstermeye ve karakter suikastine maruz bırakılıyor… Gelin görün ki tek adam diktasının eseri olan işte bu pespaye ortama Erdoğan’ın alay edercesine “dünyanın en özgür medyası Türkiye’de” iddiası eşlik ediyor.
İddia ve oluşturulmak istenen algı kulağa hoş geliyor ama gerçekler maalesef çok acı. Freedom House’a göre Türkiye geçen yıl medyası “özgür olmayan” ülkeler arasındaydı. Bu yıl, bana göre hatalı bir değerlendirmeyle, “yarı özgür” kategorisine alındı. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’ne göre ise basın özgürlüğü açısından 180 ülke arasında 149. sırada. Geçen yıl 153. sıradan buraya gelmeye ne kadar sevinsek azdır herhalde! Gün geçmiyor ki Türkiye, gazetecilere yönelik baskı ve hukuksuzluklardan dolayı uluslararası demokratik örgütlerin ve meslek örgütlerinin kınamasını hak edecek bir şeyler yapmasın. Başbakanı’nın basın ve ifade özgürlüğü kriterini “evinize akşamları sağ dönebiliyorsanız, özgürsünüz” seviyesine düşürdüğü bir ülkenin talihli gazetecileri olarak, iktidar çetesinin bize lütfettiği özgürlüğün kıymetini yeterince bilemiyoruz galiba!  
Ya peki ekonomideki başarılar? Erdoğan ve ülkede yağmalamadık yer bırakmayan iktidar çetesinin anlattıklarına göre Türk ekonomisi tam bir başarı hikayesi. Dediklerine göre bu hikaye böyle devam ederse 2023’e kalmaz dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girermişiz. Büyük devlet ve süper güce de ancak böyle bir ekonomi yakışır zaten! Halkı efsunlamak için söyledikleri bu pespaye yalanlara en fazla kendileri inanıyor olmalılar ki, büyük bir özgüven patlamasıyla, bir aralar iktidar çetemizin Eurozone ülkelerine tepeden bakan ekonomi dehaları AB liderlerine ekonomi dersleri vermeye bile yeltenmişlerdi.
Dünya ekonomisi gerilerken Türk ekonomisinin ne kadar büyük bir büyüme içerisinde olduğunu yıllar boyu her gün onlarca ekrandan, onlarca manşetten sürekli dinleyip, okuyup durduk. Hatta öyle ki, başarı sarhoşu Başbakanımızın bir Avrupa seyahati sırasında “Avrupalı işsizlerin yeni iş kapısının Türkiye olduğu”nu söyleyip, Avrupalı işsizleri Türkiye’ye davet etmişliği bile vardır. Ne güzel hikaye değil mi? Ya peki gerçekler?
Algı ve propaganda güzel ama maalesef palavra kaldırmayan “ekonomik gerçekler” gibi çok ciddi bir sorunumuz var. 1 doların 3 lira olmasına doğru yol alan Türk Lirası’nın tarihinin en değersiz dönemini yaşıyor olması sanki bu müthiş ekonomik başarı hikayesine pek uymuyor gibi. Uzun dönemli borçlanma faizinin son aylarda 2 puan artarak yüzde 9’un üzerine çıkması da müthiş başarı hikayemizi biraz gölgeliyor sanki. Gayrimenkul üzerinden rant ekonomisine yöneldikçe üretim ekonomisi tekleyen bir ülke olarak ihracatta da sanki işler iyi gitmiyor. 500 milyar dolar olan 2023’te ulaşılması planlanan ihracat hedeflerine ulaşmak için Türkiye’nin ihracatının her yıl yüzde 25 artması gerekiyor. Gelin görün ki yıllık ancak yüzde 3,3 artış gibi bir sorunumuz var. Üstelik bir de ihracata artış trendi de durdu ve maalesef gerileme başladı.
Dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girmek şöyle dursun Türk ekonomisi yıllarca koruduğu 17.’lik sırasından 19.’luğa gerilemiş durumda. Bloomberg’in bir araştırmasına göre ise Türkiye işsizlik ve enflasyon kriterlerine göre dünyanın en sefil 9. ülkesi payesini edindi. Üstelik enflasyon bir türlü hedeflendiği gibi olmuyor, yüzde 8’leri zorluyor. Daha kötüsü geniş halk kitlelerini etkileyen ve gıda, barınma ve ulaşım gibi kalemlerden oluşan “yoksul enflasyonu” bu rakamdan da kat be kat fazla çıkıyor. İşsizlik yeniden henüz 2 basamaklı ama, eğitimli genç işsiz oranı yüzde 30’ları buluyor. Hava olsun diye “Avrupalı işsizlere kapımız açık” diyen iktidar çetesi kendi çocuklarına iş bulmakta nedense aciz kalıyor.
Daha bunlara görkemli mega projelerdeki başarısızlıkları, her öğrenciye bir tableti öngören Fatih Projesi’nde 4 yılda bir arpa boyu yol alınamamasını, estirilen medyatik terörle tartışılmaz bir tabuya dönüştürülen çözüm sürecindeki başarısızlıkların nasıl büyük başarı gibi sunulduğunu, gelecek nesillerden acısı feci şekilde çıkacak olan eğitimin içinde bulunduğu rezaleti ve daha pek çok şeyi eklemek mümkün. Ama sanırım bu kadarı yeter! İktidar mafyasının yalanlarla bizim sabrımızı zorladığı gibi acı gerçeklerle sizin de sabrınızı fazla zorlamamak lazım.