1 Aralık 2015 Salı

Bir siyaset malzemesi olarak insan hayatı


“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” Bu söz, Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’ye hikmet dolu tavsiyeleriyle yol gösteren büyük bir Türk bilgesi olan Şeyh Edibali’ye ait. Belki de Osmanlı’yı büyüten ve 600 yıl ayakta tutan bu sözün özetlediği felsefe idi. AKP’nin hukuka, demokrasiye, özgürlüklere, devletten ziyade halka kıymet verdiği yükseliş döneminde bu kıymetli söze sıklıkla atıfta bulunulmaktaydı. O dönem siyasetinin yükselen yıldızı Recep Tayyip Erdoğan’ın da sıklıkla kullandığı bu söz dönemin özgürlükçü ve demokrat siyaset anlayışının etkin bir sloganına dönüşmüştü.
Ancak 2011’e gelindiğinde yeterli siyasi ve bürokratik güç temerküzü sağladıklarına inandıklarında, AKP liderleri halkı, hukuku,, demokrasiyi, hak ve özgürlükleri önceleyen siyaset üslupları ile birlikte söylemlerinin içeriğini de değiştirdiler. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” tarzı insanı önceleyen bir söylemden devleti merkeze alan söylemlere yöneldiler.
Hiç şüphesiz bu söylemlerden en göze çarpanlarından biri Başbakan Erdoğan’ın danışmanlarından Hamdi Kılıç’a ait olandı. Geçmişin muhalif bir siyasal İslamcısı olarak Kılıç, belki de birkaç yıl öncesine kadar “tağut” şeklinde gördüğü devleti artık kutsuyor ve Twitter’dan şu paylaşımda bulunuyordu: “Aldığı tüm yaralara rağmen bu ülkede devlet geleneği diye bir şey hala var. Bunun ne olduğunu anlamak için biraz tarih okumak yeter. / Devlet geleneğimizin kendini korumak için tarih boyunca geliştirdiği reflekslerin bir kısmı epeyce ürpertici, benden hatırlatması.”
Muhalif kesimlere yönelik açık bir tehdit niteliğindeki bu paylaşım o güne kadar adı sanı bilinmeyen Erdoğan’ın danışmanlarından sadece birinin zihniyetini yansıtıyor olsaydı belki üzerinde durmaya pek değmezdi. Ama aynı günlerde dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da yaptığı bir açıklamayla benzer bir zihniyette olduğunu göstermişti. Davutoğlu, “Bizim bir devlet geleneğimiz var. Osmanlı’da da bu böyleydi. Devlet için evlatlar bile feda edildi.” diyerek kendileri için esas olanın insan hayatından ziyade devlet olduğunu itiraf edecekti.
Bir milletin yaşamı için elbette ki devlet önemlidir ve milletin faydasına olduğu oranda desteklenmelidir. Ancak, devleti yaşatmak şöyle dursun, muhalif gördükleri herkesi ezerek daha da güçlendirmek için insanların hayatına kastedilmeye başlanmışsa orada bir durmak lazım. Hele hele insanların hayatı, devletin bekası ve çıkarlarından ziyade gündelik siyasetin ve siyasi çıkarların bir malzemesi haline getirilmişse durum değişir. Devletin bekasına yönelik eylemler ve söylemler, hukuk dışına çıktığı ve siyasi amaçlı araçsallaştırıldıkları oranda ahlakiliğini ve meşruiyetini yitirir.
Maalesef son dönemde şahit olduklarımız mevzunun devletin bekasından ziyade bir siyasi güruhun çıkarları olduğunu gösteriyor. Bu güruhun siyasi çıkarlarını maksimize etmek için insanların hayatını nasıl ucuz birer malzeme gibi pervasızca harcadığını görüyoruz. AKP’nin tek başına iktidar olma imkanını kaybettiği 7 Haziran seçimlerinden hemen sonra başlatılan şiddet ve terör ortamı bunun somut bir örneğini teşkil ediyor. Malum olduğu üzere, halkı tek parti iktidarının ne kadar hayati olduğuna yeniden ikna etmek için tetiklenen şiddet ve terör yüzünden 600’den fazla insan hayatını kaybetti. Bugün insanlar hayatlarını hala kaybetmeye de devam ediyor.
İşin daha kötüsü, insan hayatı üzerinden yapılan siyasi hesapların sonuç vermesi. Siyasette ve kamu düzeninde ustalıklı bir kareografiyle devreye sokulan şiddet ve kaos planları halkı istikrarın devamının ancak tek parti iktidarıyla mümkün olabileceğine ikna etmeyi başardı. 600’den fazla insanın canı üzerinden yapılan siyaset 1 Kasım’da yapılan seçimlerde tek parti iktidarını sonuç verdi. Gerçi tek parti iktidara geldi gelmesine ama zembereği boşaltılan şiddet ve terörü durdurmak maalesef başlatmak kadar kolay olmadı. Bugün de canlar yitirilmeye devam ediliyor.
Maalesef çok kolay harcanan insan hayatı sadece iç siyasette değil, dış siyasette de ucuz malzeme olarak kullanılıyor. Bölgede izledikleri uluslararası hukuka aykırı siyaset ve içerideki despotik uygulamaları yüzünden gün be gün uluslararası toplum tarafından tecrit edilen AKP yönetimi ve Erdoğan rejimi, bu sıkışmışlıktan kurtulmanın yolunu da yine insan hayatını malzeme olarak kullanmakta buldu. 5-6 ay öncesine kadar Avrupa için sorun olmayan Türkiye’deki Suriyeli mülteciler, acımasız bir beceriyle Avrupa’nın son yıllardaki en büyük insani sorunu haline getirildi. On binlerce mülteci bebekleri ve çocukları ile birlikte insan dalgaları şeklinde Avrupa’nın üzerine gönderildi.
Yüzbinlerce mülteciyi Avrupa ülkelerine ihraç etmek ve potansiyel olarak çok daha fazlasını göndermekle tehdit etmek suretiyle kendi önemini Avrupa ülkelerine hatırlatmayı başaran Erdoğan rejiminin, yaşlı-genç, kadın-erkek, bebek ve çocuk mültecilerin hayatını hiçe sayan bu politikadan sonuç alması gecikmedi. Aylan ve Sena bebeklerin ölü balıklar gibi kıyıya vurmasına, Ege’nin sularının binlerce mülteciye olmasına yol açan bu ölümcül politika 29 Kasım günü ise en somut sonucunu verdi. İnsan hayatını hiçe sayan siyaset anlayışı sayesinde Türkiye tarihinde ilk defa AB liderleri ile zirve yapmayı başardı.
Kapılarına yığılan mülteci sorunundan yakayı kurtarmak için Erdoğan rejiminin filli şantajına boyun eğen AB liderleri, vaat ettikleri 3 milyar euro karşılığında Avrupa’nın kapı bekçisi olmaya ikna ettikleri Türkiye’yi mülteci kampına dönüştürmeyi garanti altına aldılar. Vaziyeti kurtarmak ve olayın sadece çirkin bir pazarlıktan ibaretmiş gibi görülmesini engellemek için de yıllardır durmuş olan Türkiye’nin AB üyelik sürecini yeniden canlandırmak yoluyla insan hayatını malzeme yapan bu siyaseti ödüllendirmiş oldular.
Şu ya da bu amaçla da olsa AB ile müzakere sürecinin canlandırılmasının şüphesiz ki son dönemde hak ve özgürlüklerin can çekiştiği, demokrasi ve hukukunun katledildiği Türkiye’ye önemli faydaları olacaktır. Türkiye’deki hukuk dışı ve anti-demokratik gidişatı sadece yavaşlatsa bile bu ülkenin kar hanesine yazılmayı hak eder. Ancak bu katkısının zavallı mültecilerin hayatları üzerinden yapılan çirkin pazarlıklar üzerinden devşirilmesi ahlaki bir sorun olarak asla unutulmayacaktır.
Hızla despotik bir tek-adam rejimine dönüşen Türkiye’nin hazin hikayesinin özü “insanı yaşat ki devlet yaşasın” yaklaşımının terkedilip “insanları harca ki devlet büyüsün” anlayışının benimsenmesinde gizli.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder