“...O mutluluğun kenarına kadar gelmiştik aslında. Güneşin keyfini, bütün
fikir ayrılıklarına, inanç farklılıklarına rağmen birlikte çıkartabilecek bir
toplum olmaya çok yaklaşmıştık. İstanbul sahillerinden Marmara’ya, Mardin
sokaklarından Mezopotamya ovasına, Diyarbakır surlarından Hevsel Bahçeleri’ne,
Trabzon kıyılarından Karadeniz’e, Edirne kahvelerinden Meriç’e bakarak
milyonlarca insan mutluluğun ve refahın tadını
çıkarabilirdi.
Bunu
hak etmiştik aslında. Uzun ve zor maceralardan geçmiştik. Yenilgiyi tatmayan
hiç kimse, hiçbir kesim kalmamıştı. Çeşitli ölçülerde de olsa herkesin payına
düşen bu yenilgi tufanından ortak bir zafer yaratacak bir olgunluğa
yaklaştığımızı düşünüyorduk. Barışın, adaletin, özgürlüğün ortaklaşa yaşanacağı
bir menzile erişmiştik. Gelişmiş dünyanın saygıdeğer bir üyesi olmak gibi ortak
bir davamız olmuştu. O yolda güvenle ilerliyorduk. Yeryüzü saygı ve hayranlıkla
selamlıyordu bizi. Bu efsunlu toprak parçası üstünde bütün insanlığa örnek
olacak bir cennet yaratmak üzereydik ki… Bir cehenneme düştük.
Öyle
nefret volkanları patladı ki ümitle baktığımız denizler kıpkızıl magma
yığınlarına döndü. Ayağımızın altındaki bereketli toprak öfke depremleriyle
kuruyup parçalandı. Her yanımız uçurumlarla çevrelendi. İnsanlık tarihinde az
rastlanır bir ahlaksızlık batağına battık. Hırsızlık övünülen bir erdem haline
geldi. Ruhumuz şahrem şahrem yaralarla çatladı. Kan ve zorbalık gündelik
hayatımız oldu. Adalet kayboldu. Güvenilir hiçbir değer kalmadı elimizde… Zift
kokulu çorak bir karanlık kapladı ülkeyi. Ölüm karanlığı bütün hayatın üstüne
çöktü.”
Son
zamanların en duyarlı, en cesur kalemlerinden Ahmet Altan böyle diyordu son
yazısında. Elini uzatsan ulaşabileceğin ışıltılı bir düşten Türkiye’nin nasıl
kapkaranlık bir kabusa yuvarlandığını Ahmet Altan’dan daha etkili ifade
edebilecek çok az kişi vardır bu ülkede. Ahmet Altan’ın iç burkan serzenişleri
hala kulaklarımızdayken çevremize göz ucuyla baktığımızda bile gördüklerimiz,
Brezilyalı aktivist ve siyasetçi Prof. Dr. Cristovam Buarque’nin “Tepki Ver!
(Reaja!)” adlı küçük risalesinde ifade ettiklerine benzer şekilde, bir
ütopyadan çok distopyayı andırıyor artık. Öyle ki en iyimserlerimizde bile
yakın zamana kadar Türkiye’de demokratik bir özgürlükler cenneti kurma hayali
artık yerini üst üste sökün eden felaketlerin önünü alma endişesine bırakmış
durumda.
Bu
yaşananlardan daha fecisi ise tüm bu felaketlere dair endişe duyanların ya da
bu felaketleri Ahmet Altan gibi acılı bir feryatla ve imrenilesi bir cesaretle
engellemeye çalışanların sayıca çok az olması. Toplumun geneline ise ya gönüllü
bir yılgınlık ya da yoz bir vurdumduymazlık hakim. Oysaki yaşanan haksızlıklar,
hukuksuzluklar, zulümler ve ölümler iyice geç olmadan hep birlikte ayağa
kalkmayı, olabildiğince gür bir sedayla güçlü bir tepki vermeyi gerektiriyor.
Aslında
insani, İslami ve ideal olan “tepki vermek” gibi reaksiyoner bir tavır almak
değil. Tam tersine “emri bil maruf, nehyi anil münker” ilkesinde olduğu gibi
olumsuzluklara tepki vermeyi bile gereksiz kılacak şekilde yapıcı inisiyatifler
alıp iyilik için çalışmak ve kötülükleri ortadan kaldırmaya çabalamaktır. Madem
ki bunu gerçekleştirmede başarısız olduk, öyleyse her tarafı bir zulmet gibi
saran zulüm ve haksızlıklara karşı sesimizi yükseltmemiz ve iş işten geçmeden
ayağa kalkıp tepki vermemiz gerekmez mi?
Buarque’nin daha ziyade küresel duyarlılıklarla kaleme aldığı “Tepki Ver!”
çıkışını Türkiye’ye uyarladığımızda tepki vermemizi gerektiren ne kadar çok şey
olduğunu şaşırarak görürüz. Mesela Buarque gibi biz de çağrımıza “Alışma” diye
başlayıp şöyle devam edebiliriz: Ruhlarımızı ele geçirmeye çalışan sapkın ve
yozlaşmış bir devirde yaşama alışkınlığına tepki ver. Unutma ki, bütün
kötülüklerden daha beter olan şey, bu kötülüklere alışmaktır; buna tepki ver! Çünkü,
alışmak ölmektir. Siyasetteki, profesyonel ya da kişisel ilişkilerdeki
yozlaşmaya tepki ver! Sıraya kaynak yapmak, sınavda kopya çekmek, rüşvet almak
ya da rüşvet vermek gibi dalavereleri kabul etme! Alışma... İşkenceci bile
işine öylesine alışır ki artık eyleminin ahlaksızlığını fark etmez olur. Suçu
kendi elleriyle işlemediği için işin içinden sıyrılanların mazeretini asla
kabul etme. Tepki ver!
Özellikle
Suriyeli mültecilerin sokakları doldurduğu şu dönemde ne dilenmek için ellerini
uzatan mülteci çocukları sıradan bir şehir manzarası olarak gör, ne de
kucağındaki titreyen çocuğuyla karşında duran o yoksul annenin gözlerini kedere
boğan acı gerçekliği. Bu sefaletin yanı başındaki binlerce odalı gösterişli
sarayların, görgüsüz köşklerin şatafatına, zenginlerin ve muktedirlerin şımarık
debdebesine alışma! Tıka basa dolu marketlerin önünde yırtık paçavralar sarılı
boş midelerle duranlara da alışma, tepki ver! Hele hele bu yoksul ve yoksun
mültecilerin kirli pazarlıklara malzeme edilmesine sessiz durma, tepki ver!
Erdoğan
rejimi altındaki Türkiye’de olduğu gibi sanığın kimliğine ya da muktedirlere
yakınlığına veya uzaklığına göre yozlaşmış yargının farklı işleyişine boyun
eğme. Yargının muktedirlerin elinde muhaliflerine azap çektirmekte kullandıkları
bir çivili gürze dönüşmesine müsaade etme! Ayağa kalk, sesini yükselt ve tepki
ver! Mağduriyetlerden bahsetmeyi ve hatta ağlamayı öğren, utanma! Ama dikkat
et, ağladığın ve bahsettiğin sadece kendi mağduriyetlerinden ibaret olmasın.
Başkalarının acılarına da ağlamayı, onların acılarından da içtenlikle
bahsetmeyi öğren. Empati kur, tepki ver!
Adalet
sistemindeki kadar medyadaki, sendikalardaki, iş ve sivil toplum
örgütlerindeki, dini cemaatlerdeki, spor kulüplerindeki ve siyasi partilerdeki
yozlaşmaya da tepki ver! İşlenen suçlara, yapılan haksızlıklara,
hukuksuzluklara, baskılara ve zulümlere karşı sesini çıkarmak şöyle dursun,
bunlara destek olmak suretiyle gün be gün daha da yozlaşanlara da tepki ver!
Başkalarının haklarını çiğnemek, mülklerini gasp etmek için haksız, hukuksuz,
ahlaksız iş çevirenleri ise sakın ha görmezden gelme!
Gelir
dağılımındaki artan uçurumu, sağlık, eğitim ve adalete erişimdeki eşitsizliği
pasifçe hoş görme! Halkın verdiği yetki ve otoriteyi şahsi menfaatleri için
istismar edenlerin ahlaksızlığına ve yozlaşmışlığına razı olma, tepki ver!
Hırsızlıklarla, yolsuzluklarla, rüşvetlerle, talanlarla, gasplarla pervasız ve
utanmaz haramiler gibi göz göre göre senden çaldıklarının sadece senin hakkın
değil, çocuklarının da hakkı olduğunu asla unutma, tepki ver! Yaptıkları
hırsızlık, yolsuzluk, hukuksuzluklarıyla suça battıkça yalandan, iftiradan,
tehditten, şantajdan, baskıdan ve zulümden medet uman yozlaşmış muktedirlere
alışarak sakın ola ki sen de yozlaşma. Haksızlıklar karşısında susma. Bile bile
bir dilsiz şeytan olma. Onurunla sesini yükselt, izzetinle tepki ver!
Bugün
Güneydoğu’daki birçok şehirde olduğu gibi caddelerde tanklar ve sivillere doğrultulmuş
silahlar görmeye alışma! Hangi taraftan gelirse gelsin, hangi amaç uğruna
olursa olsun terörizme, gayr-i meşru ve orantısız şiddete tepki ver! Örgütlerin
ve grupların terörizmi kadar devletlerin ve hükümetlerin terörizmine de sessiz
kalma! Özünde şiddetin her türlüsüne tepki ver, tescilli suçlulara uygulanan
şiddete bile. Ama en çok da çocuklara, kadınlara ve savunmasız sivillere
uygulanan şiddete ve teröre tepki ver!
Yoz
muktedirlerin tüm zulümlerine ve soğukkanlılıkla gerçekleştirilen katliamlara
rağmen ortalığı kaplayan tiksindirici sessizliğe de, çekinme, tepki ver!
Ülkenin tarihine ve bugününe ait yüz kızartıcı gerçeklerin saklanmasına seyirci
kalma. Acıların paylaşımında bile yapılan ikiyüzlü ayrımcılıklara tepki ver!
Bilim yerine yardakçılığı, düşünce ve ifade özgürlüğü, akademik özgürlük ve
ilmin izzetini korumak yerine muktedire temennayı meziyet bilen yoz
üniversitelere de tepki ver!
Özgürlüklerin kısıtlanmasına dair her türden baskılara tepki ver! Sesini
yükselt, haykır! Konformistlerin kendi kendilerini aldatan sessizliğine inat
daha yüksek sesle haykır! Boyun eğenlerin zavallılığına, dalkavukların
ahlaksızlığına, fırsat düşkünlerinin acınası zaaflarına ve haksız menfaat
peşindeki utanılası suç ortaklarına dayanarak kurmaya çalıştıkları tek adam,
tek parti despotluğuna geçit verme, tepki ver! Boyun eğen, korkan, sinen ya da
menfaat karşılığı işbirliği içine giren sözde aydınların; korkutulan, satın
alınan ya da düpedüz haysiyetsizleştiklerinden dolayı körleşen, böylece özgür
ve bağımsız değerlendirme yapma yetisinden mahrum kalan bir kısım medyanın
acınası suskunluğuna tepki ver! Ahlaksız işbirlikçileriyle birlikte topluma
zorla giydirmeye çalıştıkları deli gömleğine benzer kimliğe ve tekil düşünceye
karşı çık! “Hayır” de. Çevrendeki herkes “evet” dese bile, sen “hayır” demekten
gurur duy ve duruşundan vazgeçme!
Yaşanan
bütün olumsuzluklara, zulümlere ve zulmete rağmen sakın ha içini karartıp,
karamsarlığa düşme! En fazla umutsuzluğa ve kötümserliğe tepki ver! Kendilerini
acizliğe vurup tercihlerini kayıtsızlıktan yana yapanların nihilizmine sen de
teslim olma! Her ne kadar şartlar gereği iyimserlikten daha akla yatkın gibi
görünse de kötümserliğin seni ele geçirmesine asla izin verme! Sakın zulme ve baskıya
boyun eğme, insanca ayağa kalk, onurunla diren, cesaretle sesini yükselt ve
medeni bir şekilde tepki ver! Ama susma!..
mülteci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mülteci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
10 Şubat 2016 Çarşamba
9 Şubat 2016 Salı
Suriye politikasından geriye kalan
Suriye’deki insanlık trajedisinin başlamasının üzerinden 5 yıl geçti. AKP hükümetleri ve Erdoğan rejiminin başat rol oynadığı gelişmelerde maalesef yapılan bütün varsayımlar çöktü. Kendi halkına karşı silah kullandığı için tam beş yıl önce meşruiyeti tartışmaya açılan Esed rejiminin haftalar içinde yıkılacağına dair sığ öngörülerin stratejik derinlikten tamamen yoksun olduğu görüldü. Sadece kan ve acı üreten bu 5 yıl içerisinde Suriye’deki trajedi bir ülkenin iç savaşı olmaktan çıktı ve önce bir bölgesel krize, sonra da hızla bir küresel soruna dönüştü. Hal böyle olunca sonu hala belli olmayan Suriye’deki savaştan geriye ne kaldığına şöyle bir bakmak şart oldu.
Her şeyden
önce maalsef şunu söylemek gerekir ki, Suriye’deki savaşın en büyük mirası bu
krizin daha da derinleşerek ve tehlikeli bir şekilde kapsamı daha da
genişleyerek sürme potansiyelidir. Şehirlerin yıkımına, yüzbinlerce insanın
ölümüne, milyonlarca insanın mülteci durumuna düşmesine yol açan Suriye krizi,
sadece bölgede Şii-Sünni fay hattında bir çatışmanın zeminini değil, küresel
ölçekte bir kanlı karşılaşmanın da iklimini oluşturma riski taşıyor. Şöyle ki, İran-Rusya-Irak-Hizbullah
ekseni Esed rejimini ayakta tutmaya çalışıyor. Özellikle İran’ın Suriye başta
olmak üzere bölgesel faaliyetlerinden rahatsız olan Suudi Arabistan-Katar
lokomotifliğindeki, Türkiye’nin de dahil olduğu, Sünni ülkeler ise Esed
rejiminin bir an önce yıkılmasını istiyor. Bu karşılaşmanın bedeli ağır
sonuçlarının kendisini sadece Suriye’de değil, Şii-Sünni çatışması potansiyeli
taşıyan her yerde gösterme riski bulunuyor.
Başlangıçta
Esed karşıtı olan ABD ve diğer Batılı ülkeler de IŞİD ve diğer radikal
örgütlerin oluşturduğu küresel tehdite karşı uzunca bir zamandır Esed’li bir çözüme
ikna olmuş durumdalar. Bu ülkeler, küresel rekabet ve hasımlık ilişkisi
içerisinde oldukları Rusya’nın eylemlerine siyaseten karşı olmaları gerekirken
Suriye’deki operasyonlarıyla pratikte hedef uyuşması sergiliyor. AKP hükümeti
ve Erdoğan rejimi Esed rejiminin yıkılmasını hala birinci öncelik olarak
korurken Batılı ülkelerin hiçbiri için böyle bir öncelikten söz bile edilemez. Son
olarak uçak düşürme hadisesinde görüldüğü gibi, Erdoğan rejiminin öngörülemeyen
bazı hareketler sergileyerek NATO’yla Rusya’yı karşı karşıya getirme riski
dışında, Rusya’nın Suriye’de sahaya inmesine yönelik de zaten Batı’dan ciddi
bir itiraz yükselmiyor.
Çünkü, Batı
ve ABD için Suriye’deki sorunun Esed rejimi olmaktan çıkmasının üzerinden
yıllar geçiyor. Türkiye’nin inatla sürdürdüğü mevcut pozisyonu ise Suriye’de aldığı
tavır yüzünden kendi içerisinde büyük riskleri tetikleyen Sünni blok dışında
hiçbir ülke tarafından benimsenmiyor. Wall Street Journal’e konuşan bazı
Amerikalı yetkililerin ifade ettiği gibi özellikle Batı dünyası, Türkiye’nin
Suriye’deki soruna siyasi bir çözüm bulunmasının önündeki en önemli engellerden
birine dönüştüğünü düşünüyor. Batı perspektifinden duruma böyle yaklaşılması
aslında son derece normal. Çünkü, tıpkı Rusya için olduğu gibi, Batılı ülkeler
ve ABD için de Suriye’deki sorun, krizin güçlenmelerine imkan verdiği radikal
İslamcı terör örgütleri ve bu örgütlerin oluşturduğu sınıraşan tehditler.
Elbette bir de Avrupa kapılarına yığılan milyonlarca Suriyeli mültecinin
akıbeti ve bu mültecilerin kendilerine oluşturacağı sosyo-ekonomik maliyet.
Öte yandan,
Erdoğan rejimi için iyice saplantılı bir hal alan Suriye krizinin Türkiye’ye
bedeli sadece bu ülkeyle yaşanan husumetin sebep olabileceği ikili ilişkiler alanının
oldukça dışına taşmış durumda. Suriye’deki krizin yol açtığı yeni kamplaşmalar
veya dayanışmalar yüzünden, Türkiye’nin uzun yıllar boyunca çok büyük emekler
harcayarak çok yakın ilişkiler geliştirdiği ülkelerle olan ilişkileri bile tek
tek bozuluyor. Bu bağlamda Suriye krizinin en son kurbanı Türkiye’nin Rusya ile
verimli ikili ilişkileri olmakla birlikte, Suriye’deki krizin yayılan zehirleyiciliği
yüzünden ABD dahil daha pek çok müttefik ülke ile Türkiye’nin sürtüşme zemini
gün be gün güçleniyor.
Şüphesiz ki
bu sürtüşmede Suriye’deki çelişen çıkarlar ve öncelikler kapsamında ülkelerin sahada
çatışan unsurlara yaklaşım farklılıkları büyük rol oynuyor. Erdoğan rejiminin
“ılımlı muhalif” diyerek oluşumlarında ve güçlenmelerinde kolaylaştırıcı rol
oynadığı bazı silahlı grupları Rusya ve İran, meşru gördükleri Esed rejimine
karşı savaşan terör örgütleri olarak görüyor. Erdoğan rejiminin süreç
içerisinde birbiriyle çelişen tavırlar sergilediği PYD konusunda vardığı nihai
tavır ile Batı, ABD ve Rusya’nın PYD’ye yönelik yaklaşımları arasında ise taban
tabana bir zıtlık bulunuyor. Türkiye, son dönemde PYD’yi terör örgütü PKK’nın
uzantısı bir terör örgütü olarak görürken, diğer tüm ülkeler PYD’yi Esed’den
daha büyük bir tehlike olarak gördükleri IŞİD’e karşı en etkin mücadele eden silahlı
bir grup olarak görüyor. Ayrıca, neredeyse bütün ülkeler Erdoğan rejiminin
IŞİD’le mücadele konusunda samimiyetine ve katkı verme azmine şüpheyle
yaklaşıyor.
Esed
rejimine yaklaşım konusunda Sünni blok dışında bütün ülkelerle ayrışan Erdoğan
rejimi, sahadaki çatışmanın tüm tarafları konusunda ise yine bütün dünya ile
ayrışıyor. Sadece ayrışmakla da kalmıyor zaman zaman yaptıkları açıklamalarla
kendisini komik durumlara da düşürüyor. Mesela, Türkiye ile 80 yıllık
müttefiklik ilişkisi içerisinde bulunan ABD’nin Ankara ile olan ilişkilerini Erdoğan,
terör örgütü dediği PYD ile ABD ilişkileriyle mukayese edebiliyor. Erdoğan’ın
Türkiye’yi adeta PYD ile eşitleyerek ABD’ye “Ben miyim senin ortağın yoksa
Kobani’deki teröristler mi?” demesine sanırım en çok Erdoğan sayesinde hak
etmediği bir iltifata mazhar olan PYD sevinmiştir.
Öte yandan,
Erdoğan rejiminin 2011 yılında, 100 bin mülteciyi Suriye’ye müdahale gerekçesi
olarak “kırmızı çizgi” ilan etmesinden bu yana Türkiye’ye sığınan mülteci
sayısı 3 milyonu aştı. Başbakan Yardımcısı ve hükümet sözcüsü Numan
Kurtulmuş’un son açıklamalarına göre ise, Halep’e yönelik Esed-Rusya
saldırılarından kaçan 600 bin mülteci daha Türkiye sınırlarına dayanabilir.
Savaş esnasında Suriye demografisinin aynı kalacağına dair müthiş bir
varsayımla hareket eden Erdoğan rejimi, 100 binlik mülteci yerine milyonlarcası
ile karşılaşınca önce bir bocaladı ve daha ziyade olaya insani bir boyuttan
yaklatı. Ancak sonra Suriyeli mültecileri Avrupa Birliği’ne (AB) karşı oldukça
etkili bir silah olarak kullanmaya yöneldi. Türkiye’ye ekonomik ve sosyal
maliyeti oldukça yükselen Suriyeli mülteciler artık Erdoğan rejiminin elinde
Batı’ya karşı kullanacağı bir koz, bir şantaj ve tehdit aracına dönüşmüştü.
Alman
Şansölyesi Merkel’i apar topar iki defa Türkiye’ye getiren Suriyeli mülteciler
sorununun AB yetkilileri ile nasıl bir kirli pazarlığa konu edildiğini medyaya
sızan görüşme tutanakları bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. Erdoğan’ın AB
yetkilileri Jean Claude Juncker ve Donald Tusk ile yaptığı görüşmenin tutanakları
Suriyeli mültecilerin Erdoğan rejiminin elinde nasıl bir “mülteci bombası”na
dönüştüğünü apaçık gösteriyor. AB’nin vaat ettiği 3 milyar Avro’yu yeterli
bulmayan Erdoğan’ın “Yunanistan ve Bulgaristan sınırlarını açıp mültecileri
otobüslere bindirip göndeririz” şantajı mülteciler meselesinin artık bir
siyaset aracı olarak kullanıldığına dair hiçbir şüphe bırakmıyor.
Hele hele Erdoğan’ın Ege kıyılarına
cansız bedeni vuran Aylan Bebeği ima ederek “AB, Türkiye kıyılarında boğulan
bir çocuktan fazlasıyla karşılaşır. 10 ila 15 bini bulur. Bununla nasıl başa
çıkacaksınız?” sözleri yaz aylarında birden bire başlayan Avrupa’ya mülteci
akınının kendiliğinden olup olmadığına dair kuşkuları artırır nitelikte.
Kapsamı ve
derinliği gün be gün genişleyen Suriye’deki dramatik krizin tüm boyutlarını bir
gazete makalesinde sıralamak elbette ki mümkün değil. Ancak Merkel’in
Ankara’daki açıklamalarından mülhem şu kadarını söyleyeyim, şayet Suriye
krizinin ürettiği mülteci sorunuyla mücadele etmek üzere bugün Ege’ye Alman
savaş gemilerinin gelmesi bile gündemdeyse krizin yayılmacı boyutlarının neler
olabileceğini herkes tahmin edebilir. Küratörleri arasında Erdoğan rejiminin de
bulunduğu bu büyük krizin Türkiye’ye ekonomik, sosyal, siyasi ve diplomatik
maliyetleri ise şüphesiz ki saymakla bitmez.
6 Ocak 2016 Çarşamba
Peki, ama değer miydi?
Beş yıl önce müthiş bir
özgüven patlaması ve azgın bir ihtirasla “Birkaç haftaya Şam’da oluruz… Cuma
namazını Emeviye Camii’nde kılacağız” diyerek yola çıktınız. Tüm iyi niyetli uyarılara
kulak tıkadınız ve uyaranları ihanetle suçladınız. 22 milyonluk Suriye’nin
harabeye dönmesine yol açtınız. 400 bin insanın ölümüne, yüzbinlerce insanın
sakatlanmasına sebep olan trajedide rol aldınız. Sayenizde Suriye ve Irak en
radikal, en vahşi radikal terör örgütlerinin münbit bir yatağı haline geldi. Peki,
ama değer miydi?
7 milyon insan ülkelerinden kaçmak zorunda
kaldı. 3 milyona yakını bugün Türkiye’de. İç parçalayan sefaletlerine bu ülkede
yaşayan herkes her gün tanıklık ediyor. Sokakta karşılaşılan perişan Suriyeli
çocuklara her defasında 3-5 lira verip kanayan vicdanlarımızı güya rahatlatıyoruz.
Çaresizlikten sığındığımız bu beyhude vicdan rahatlatma çabamızdan dolayı sonra
kendimizden bile utanıyoruz. Bu zavallı çocukları, bu perişan insanları evsiz,
yurtsuz bırakan azgın ihtiraslarınız belli ki hala dipdiri. Peki, ama değer
miydi?
İhtiraslarınızı kah “stratejik
zorunluluk”, kah sahte bir “insani duyarlılık”, kah yapmacık “demokrasi ve
özgürlük havariliği” kamuflajlarına sarmaladınız. El çabukluğuyla kendi
ülkenizde hukuksuz, keyfi ve yoz bir dikta rejimini büyük bir maharetle inşa ederken
görülmedik bir ikiyüzlülükle Suriye’deki despotik rejimin yerine demokrasi,
hukuk ve özgürlük getireceğinizi söylediniz. Hırslarınız, sahtekarlığınız ve
merhametsiz ikiyüzlülüğünüzle bir ülkeyi mavf ve bir milleti perişan ettiniz.
Peki, ama değer miydi?
“Ortadoğu’da düzen
kurucuyuz”, “Ortadoğu bizden sorulur” dediniz. Boyunuzun ölçüsüne bakmadan sırasıyla
“bölge liderliği”, “İslam liderliği” ve “dünya liderliği” fantezileri kurdunuz.
Çevrenize topladığınız itibarsız sergerdelerin pohpohlamasıyla kendinize hayran
kalıp fantezilerinizin peşinde şehvetle koştunuz. Aruzlarınıza koşarken ahlakla,
hukukla, temel insani değerlerle ve gerçeklikle tüm bağlarınızı kopardınız. Doğrusunu
söylemek gerekirse insanlıktan çıktınız. Peki, ama değer miydi?
İhtiraslı fantezileriniz üstelik
son derece masraflı ve çok maliyetliydi. Çoğu uluslararası suç niteliğindeki
karanlık işlerinizin masraflarını elbette ki yasal yöntemlerle ve helal
paralarla karşılayamazdınız. Bu yüzden çaldınız, soydunuz, talan ettiniz, yolsuzluğa
battınız, kaçakçılık yaptınız… Böylelikle her türlü suça karışmış kirli bir
organize suç örgütüne dönüştünüz. Peki, ama değer miydi?
Dahası da var. Bu kadar suça
ve ahlaksızlığa gömüldükçe doğal olarak korktunuz. O korkuyla ülkede ne yargı
bıraktınız geriye, ne de demokratik denetim. Kurduğunuz despotik düzende hırsızlığı,
yolsuzluğu, ahlaksızlığı suç olmaktan çıkardınız. Haramiler gibi yönettiğiniz
ülkede hukuk çerçevesinde işlerini yapan savcıları, hakimleri, polisleri
hapislere attınız. Suçlarınıza aşina olduklarından şüphelendiğiniz işinin ehli
on binlerce onurlu bürokratı tasfiye ettiniz. Tarihe geçmiş en muktedir hırsızlar
olarak uyduruk mahkemeler kurdunuz. Hırsızlıklarınızı suçüstü yakalayan
polisleri, savcıları hiç utanmadan yargılamaya bile koyuldunuz. Anayasa’daki
ifadesiyle “demokratik hukuk devleti”nden geriye kokuşmuş bir enkaz yığını bıraktınız.
Ülkeyi tamiri zor bir felaketin, dibi görünmeyen bir uçurumun kıyısına getirdiniz.
Peki, ama değer miydi?
İşlediğiniz sayısız feci suçlardan
dolayı bir gün hesap verme ihtimali kabusunuz oldu. Korkularınıza ve
hezeyanlarınıza teslim oldunuz. Paranoyada zirve yaptınız. Bu korkularla en
temel insan hak ve özgürlüklerinin baş düşmanı kesildiniz. En ufak muhalefeti “hain”
ilan etiniz. “Hain” ilan ettiklerinizle birlikte gördüğünüz kim ve ne varsa korkunun
verdiği içgüdüsel bir vandallıkla yok etmeye koyuldunuz. Zalimleştikçe
zalimleştiniz. Adileştikçe adileştiniz. Peki, ama değer miydi?
En küçük bir eleştiri
yapan gazetecileri tehditlerle, linçlerle, karakter suikastleriyle,
baskınlarla, gözaltılarla, davalarla hayatlarından bezdirdiniz. Pek çoğunu işlerini
fiilen yapamaz hale getirdiniz. Hala pes etmeyenlerin onlarca gazeteciyi hapse
tıktınız. Gerçekleri yazan gazeteleri, televizyonları adi haydutlar gibi gasp ettiniz.
Her birini farklı bir yöntemle susturdunuz, yok ettiniz. İşte böyle böyle tüm
dünyada adınız hırsıza, yolsuza, despota, ahlaksıza çıktı. Peki, ama değer
miydi?
Demokrasi, hukuk ve
Avrupa Birliği rotasından çıkardığınız ülkeyi liderliğine heveslendiğiniz
Ortadoğu’nun en berbat dikta rejimlerinden biri haline getirdiniz.
Hoyratlaştıkça, yozlaştıkça, despotlaştıkça dünyadan iyice koptunuz.
Yalnızlaştıkça yalnızlaştınız. Daha birkaç yıl öncesine kadar tüm dünyanın gıpta
ile baktığı ülkeyi tüm dünyaya rezil ettiniz. Dünyanın imrendiği Türkiye’yi dünyadan
tecrit ettiniz. Üstelik arsız bir pişkinlikle “değerli yalnızlık” hamaseti bile yaptınız. Peki, ama değer miydi?
AB norm ve standartları
çerçevesinde bu ülkede yaşayan herkesin ve her kesimin demokratik hak ve
özgürlüklerini anında teslim etmek yerine, en tabii hakları bile kirli
pazarlıklarınıza malzeme yaptınız. Karşılığını alamadığınız hiçbir demokratik
hakkın teslimine yanaşmadınız. Kürt, Alevi, gayr-i Müslim vatandaşlarımızın hak
ve özgürlükleri bugün dünden gerideyken “ileri demokrasi” lafları edecek kadar küstahlaştınız.
Peki, ama değer miydi?
Kürtlerin haklarını hemen
iade etmek yerine bu hakları Kürtler arasındaki desteği en fazla yüzde 30 olan terör
örgütü PKK ile kirli pazarlıklara konu ettiniz. PKK’yı “Kürt tarafı” diye
yüceltip rüyasında görse bile inanamayacağı bir temsil meşruiyetine
kavuşturdunuz. PKK’nın şehirleri cephaneliğe çevirmesine yıllarca göz yumdunuz.
Bütün bu ihmal ve ihanetlerinizin hiç birinin hesabını vermeden, kendi
basiretsizliğinizin ve kötü niyetlerinizin bedelini şimdi sivil halka
ödetiyorsunuz. Peki, ama değer miydi?
Kadınları, bebekleri,
çocukları, yaşlıları öldürür hale bile geldiniz. Vurulmuş üç aylık bebekler, cesedi
günlerce sokak ortasında bırakılan ya da çocuklarıyla kahvaltı sofrasındayken
top mermisiyle parçalanan analar günlerce, haftalarca defnedilemiyor. Bu
kepazeliğin siyasi ve idari sorumluluğunu ise nedense hiç kimse üstlenmiyor. Bunca
beceriksizliğe, ihanet derecesindeki ferasetsizliğe rağmen ne bir siyasetçi, ne
bir bürokrat istifa ediyor. Kana, kire bulaşmış o koltuklara yapışmış onursuzluk
her yerde kol geziyor. Peki, ama değer miydi?
Yetmedi, “bölge lideri”, “dünya
lideri” olma ihtirasıyla yurdundan ettiğiniz milyonlarca Suriyeliyi itildiğiniz
aşağılayıcı yalnızlıktan kurtulmak için ahlaksız bir şantaj aracına dönüştürdünüz.
Çaresizlik içerisinde kıvranan yüzbinlerce mülteciyi Avrupa’nın üzerine salıverdiniz.
Aynen hesap ettiğiniz gibi işe de yaradı doğrusu. Ahlaksızlık derecesinde
pragmatik Avrupa liderlerinden derhal karşılık buldunuz. Varsın her gün onlarca
insanın, onlarca bebeğin cansız bedeni Ege kıyılarına vursun… İnsan
dalgalarıyla oluşturduğunuz ince hesaplı ahlaksız şantajınızda başarılı
oldunuz. Peki, ama değer miydi?
Aylarca meydan meydan dolaşıp,
her gün ekranlara çıkıp hiç arlanmadan muhalif gördüğünüz herkesi “İsrail ajanı”,
“ABD uşağı”, “dış güçlerin maşası” diye yaftaladınız. Tek sesli bir propaganda
makinası haline getirdiğiniz güçlü ve ahlaksız medyanızla linç kampanyaları
düzenlediniz. Muhaliflerinize “ulusal güvenlik tehdidi” diyecek kadar zıvanadan
çıktınız. Yok etmek için yapmadığınızı bırakmadınız. Şimdi ise sıkışmışlığınızı
aşmak için daha dün “Türkiye düşmanı”, “dış güçler” dediğiniz kim varsa hepsine
taviz üzerine tavizler veriyorsunuz. Siz de bal gibi farkındasınız ki, zaaflarından
ve açıklarından feci yakalanmış yoz güruhlar olarak, asıl siz bu ülke için gerçek
birer “ulusal güvenlik tehdidi” haline geldiniz. Peki, ama değer miydi?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)