IŞİD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
IŞİD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Şubat 2016 Salı

Suriye politikasından geriye kalan


Suriye’deki insanlık trajedisinin başlamasının üzerinden 5 yıl geçti. AKP hükümetleri ve Erdoğan rejiminin başat rol oynadığı gelişmelerde maalesef yapılan bütün varsayımlar çöktü. Kendi halkına karşı silah kullandığı için tam beş yıl önce meşruiyeti tartışmaya açılan Esed rejiminin haftalar içinde yıkılacağına dair sığ öngörülerin stratejik derinlikten tamamen yoksun olduğu görüldü. Sadece kan ve acı üreten bu 5 yıl içerisinde Suriye’deki trajedi bir ülkenin iç savaşı olmaktan çıktı ve önce bir bölgesel krize, sonra da hızla bir küresel soruna dönüştü. Hal böyle olunca sonu hala belli olmayan Suriye’deki savaştan geriye ne kaldığına şöyle bir bakmak şart oldu.
            Her şeyden önce maalsef şunu söylemek gerekir ki, Suriye’deki savaşın en büyük mirası bu krizin daha da derinleşerek ve tehlikeli bir şekilde kapsamı daha da genişleyerek sürme potansiyelidir. Şehirlerin yıkımına, yüzbinlerce insanın ölümüne, milyonlarca insanın mülteci durumuna düşmesine yol açan Suriye krizi, sadece bölgede Şii-Sünni fay hattında bir çatışmanın zeminini değil, küresel ölçekte bir kanlı karşılaşmanın da iklimini oluşturma riski taşıyor. Şöyle ki, İran-Rusya-Irak-Hizbullah ekseni Esed rejimini ayakta tutmaya çalışıyor. Özellikle İran’ın Suriye başta olmak üzere bölgesel faaliyetlerinden rahatsız olan Suudi Arabistan-Katar lokomotifliğindeki, Türkiye’nin de dahil olduğu, Sünni ülkeler ise Esed rejiminin bir an önce yıkılmasını istiyor. Bu karşılaşmanın bedeli ağır sonuçlarının kendisini sadece Suriye’de değil, Şii-Sünni çatışması potansiyeli taşıyan her yerde gösterme riski bulunuyor.
            Başlangıçta Esed karşıtı olan ABD ve diğer Batılı ülkeler de IŞİD ve diğer radikal örgütlerin oluşturduğu küresel tehdite karşı uzunca bir zamandır Esed’li bir çözüme ikna olmuş durumdalar. Bu ülkeler, küresel rekabet ve hasımlık ilişkisi içerisinde oldukları Rusya’nın eylemlerine siyaseten karşı olmaları gerekirken Suriye’deki operasyonlarıyla pratikte hedef uyuşması sergiliyor. AKP hükümeti ve Erdoğan rejimi Esed rejiminin yıkılmasını hala birinci öncelik olarak korurken Batılı ülkelerin hiçbiri için böyle bir öncelikten söz bile edilemez. Son olarak uçak düşürme hadisesinde görüldüğü gibi, Erdoğan rejiminin öngörülemeyen bazı hareketler sergileyerek NATO’yla Rusya’yı karşı karşıya getirme riski dışında, Rusya’nın Suriye’de sahaya inmesine yönelik de zaten Batı’dan ciddi bir itiraz yükselmiyor.
            Çünkü, Batı ve ABD için Suriye’deki sorunun Esed rejimi olmaktan çıkmasının üzerinden yıllar geçiyor. Türkiye’nin inatla sürdürdüğü mevcut pozisyonu ise Suriye’de aldığı tavır yüzünden kendi içerisinde büyük riskleri tetikleyen Sünni blok dışında hiçbir ülke tarafından benimsenmiyor. Wall Street Journal’e konuşan bazı Amerikalı yetkililerin ifade ettiği gibi özellikle Batı dünyası, Türkiye’nin Suriye’deki soruna siyasi bir çözüm bulunmasının önündeki en önemli engellerden birine dönüştüğünü düşünüyor. Batı perspektifinden duruma böyle yaklaşılması aslında son derece normal. Çünkü, tıpkı Rusya için olduğu gibi, Batılı ülkeler ve ABD için de Suriye’deki sorun, krizin güçlenmelerine imkan verdiği radikal İslamcı terör örgütleri ve bu örgütlerin oluşturduğu sınıraşan tehditler. Elbette bir de Avrupa kapılarına yığılan milyonlarca Suriyeli mültecinin akıbeti ve bu mültecilerin kendilerine oluşturacağı sosyo-ekonomik maliyet.
            Öte yandan, Erdoğan rejimi için iyice saplantılı bir hal alan Suriye krizinin Türkiye’ye bedeli sadece bu ülkeyle yaşanan husumetin sebep olabileceği ikili ilişkiler alanının oldukça dışına taşmış durumda. Suriye’deki krizin yol açtığı yeni kamplaşmalar veya dayanışmalar yüzünden, Türkiye’nin uzun yıllar boyunca çok büyük emekler harcayarak çok yakın ilişkiler geliştirdiği ülkelerle olan ilişkileri bile tek tek bozuluyor. Bu bağlamda Suriye krizinin en son kurbanı Türkiye’nin Rusya ile verimli ikili ilişkileri olmakla birlikte, Suriye’deki krizin yayılan zehirleyiciliği yüzünden ABD dahil daha pek çok müttefik ülke ile Türkiye’nin sürtüşme zemini gün be gün güçleniyor.
            Şüphesiz ki bu sürtüşmede Suriye’deki çelişen çıkarlar ve öncelikler kapsamında ülkelerin sahada çatışan unsurlara yaklaşım farklılıkları büyük rol oynuyor. Erdoğan rejiminin “ılımlı muhalif” diyerek oluşumlarında ve güçlenmelerinde kolaylaştırıcı rol oynadığı bazı silahlı grupları Rusya ve İran, meşru gördükleri Esed rejimine karşı savaşan terör örgütleri olarak görüyor. Erdoğan rejiminin süreç içerisinde birbiriyle çelişen tavırlar sergilediği PYD konusunda vardığı nihai tavır ile Batı, ABD ve Rusya’nın PYD’ye yönelik yaklaşımları arasında ise taban tabana bir zıtlık bulunuyor. Türkiye, son dönemde PYD’yi terör örgütü PKK’nın uzantısı bir terör örgütü olarak görürken, diğer tüm ülkeler PYD’yi Esed’den daha büyük bir tehlike olarak gördükleri IŞİD’e karşı en etkin mücadele eden silahlı bir grup olarak görüyor. Ayrıca, neredeyse bütün ülkeler Erdoğan rejiminin IŞİD’le mücadele konusunda samimiyetine ve katkı verme azmine şüpheyle yaklaşıyor.
            Esed rejimine yaklaşım konusunda Sünni blok dışında bütün ülkelerle ayrışan Erdoğan rejimi, sahadaki çatışmanın tüm tarafları konusunda ise yine bütün dünya ile ayrışıyor. Sadece ayrışmakla da kalmıyor zaman zaman yaptıkları açıklamalarla kendisini komik durumlara da düşürüyor. Mesela, Türkiye ile 80 yıllık müttefiklik ilişkisi içerisinde bulunan ABD’nin Ankara ile olan ilişkilerini Erdoğan, terör örgütü dediği PYD ile ABD ilişkileriyle mukayese edebiliyor. Erdoğan’ın Türkiye’yi adeta PYD ile eşitleyerek ABD’ye “Ben miyim senin ortağın yoksa Kobani’deki teröristler mi?” demesine sanırım en çok Erdoğan sayesinde hak etmediği bir iltifata mazhar olan PYD sevinmiştir.
            Öte yandan, Erdoğan rejiminin 2011 yılında, 100 bin mülteciyi Suriye’ye müdahale gerekçesi olarak “kırmızı çizgi” ilan etmesinden bu yana Türkiye’ye sığınan mülteci sayısı 3 milyonu aştı. Başbakan Yardımcısı ve hükümet sözcüsü Numan Kurtulmuş’un son açıklamalarına göre ise, Halep’e yönelik Esed-Rusya saldırılarından kaçan 600 bin mülteci daha Türkiye sınırlarına dayanabilir. Savaş esnasında Suriye demografisinin aynı kalacağına dair müthiş bir varsayımla hareket eden Erdoğan rejimi, 100 binlik mülteci yerine milyonlarcası ile karşılaşınca önce bir bocaladı ve daha ziyade olaya insani bir boyuttan yaklatı. Ancak sonra Suriyeli mültecileri Avrupa Birliği’ne (AB) karşı oldukça etkili bir silah olarak kullanmaya yöneldi. Türkiye’ye ekonomik ve sosyal maliyeti oldukça yükselen Suriyeli mülteciler artık Erdoğan rejiminin elinde Batı’ya karşı kullanacağı bir koz, bir şantaj ve tehdit aracına dönüşmüştü.
            Alman Şansölyesi Merkel’i apar topar iki defa Türkiye’ye getiren Suriyeli mülteciler sorununun AB yetkilileri ile nasıl bir kirli pazarlığa konu edildiğini medyaya sızan görüşme tutanakları bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. Erdoğan’ın AB yetkilileri Jean Claude Juncker ve Donald Tusk ile yaptığı görüşmenin tutanakları Suriyeli mültecilerin Erdoğan rejiminin elinde nasıl bir “mülteci bombası”na dönüştüğünü apaçık gösteriyor. AB’nin vaat ettiği 3 milyar Avro’yu yeterli bulmayan Erdoğan’ın “Yunanistan ve Bulgaristan sınırlarını açıp mültecileri otobüslere bindirip göndeririz” şantajı mülteciler meselesinin artık bir siyaset aracı olarak kullanıldığına dair hiçbir şüphe bırakmıyor.  
           Hele hele Erdoğan’ın Ege kıyılarına cansız bedeni vuran Aylan Bebeği ima ederek “AB, Türkiye kıyılarında boğulan bir çocuktan fazlasıyla karşılaşır. 10 ila 15 bini bulur. Bununla nasıl başa çıkacaksınız?” sözleri yaz aylarında birden bire başlayan Avrupa’ya mülteci akınının kendiliğinden olup olmadığına dair kuşkuları artırır nitelikte.
            Kapsamı ve derinliği gün be gün genişleyen Suriye’deki dramatik krizin tüm boyutlarını bir gazete makalesinde sıralamak elbette ki mümkün değil. Ancak Merkel’in Ankara’daki açıklamalarından mülhem şu kadarını söyleyeyim, şayet Suriye krizinin ürettiği mülteci sorunuyla mücadele etmek üzere bugün Ege’ye Alman savaş gemilerinin gelmesi bile gündemdeyse krizin yayılmacı boyutlarının neler olabileceğini herkes tahmin edebilir. Küratörleri arasında Erdoğan rejiminin de bulunduğu bu büyük krizin Türkiye’ye ekonomik, sosyal, siyasi ve diplomatik maliyetleri ise şüphesiz ki saymakla bitmez.

1 Şubat 2016 Pazartesi

Rejim ihracı, Selam-Tevhid, casusluk ve ters-yüz stratejisi

1979 yılında gerçekleşen İran Devrimi, tıpkı 1789 Fransız Devrimi, 1917 Bolşevik Devrimi gibi evrensel bir devrim olma iddiasında idi. Böyle bir abartılı anlayışla hareket eden İranlı devrimciler, doğal olarak, başka ülkelerde de devrimlerinin ve rejimlerinin model alınarak tekrarlanması arzusunu taşıyorlardı. Devrim sonrası kurulan teokratik rejimin temel hedeflerini belirleyen İran Devrimi’nin lideri Humeyni, bir taraftan ülke içinde Şiiliğe dayalı teokratik bir düzen kurmaya çalışırken, diğer taraftan da bu rejimi diğer İslam ülkelerine ihraç etmeyi amaçlamıştı. Humeyni’nin devrimci rejiminin belli başlı milli hedeflerinden biri haline gelen bu politika çerçevesinde, baskıcı bir laiklik anlayışını benimseyen Türkiye başta olmak üzere, İran devrimi ve rejimi diğer İslam ülkelerine ihraç edilmeye çalışılmıştı.
            Devrim ve rejim ihracı ağırlıklı olarak basın-yayın, propaganda ve kültürel faaliyetler kılıfı altında gerçekleşse de, şiddeti yol olarak benimsemiş yıkıcı ve bölücü radikal terör örgütlerinin kurulmasını ya da halihazırda var olan bu tür örgütlerin desteklenmesini kendisine bir yöntem olarak seçmişti. Bu bağlamda Endonezya’dan Filipinler’e, Körfez ülkelerinden Kuzey Afrika’ya uzanan çok geniş bir coğrafyada bazı muhalif hareketlerin yanı sıra radikal İslamcı terör örgütlerinin desteklenmesi yoluna da gidilmişti.
            Hiç şüphesiz ki İran’ın oldum olası bir bölgesel rakip ve ideolojik hasım olarak gördüğü Türkiye Cumhuriyeti Humeyni rejiminin bu devrim ve rejim ihracı çabalarından en fazla payını alan ülkelerden biri olmuştu. Radikal İslamcı terör örgütü Hizbullah ve konjontürel ihtiyaçları çerçevesinde desteklediği terör örgütü PKK başta olmak üzere bir çok terör örgütü ya da yıkıcı radikal İslamcı grup İran’ın kendisine rakip ve hasım gördüğü rejimleri yıkma ve buralara kendi rejimini ihraç etme politikası çerçevesinde Tahran tarafından desteklenmiştir.
            Bu destek, ağırlıklı olarak gayr-i resmi devrimci kuruluşlar üzerinden yürütülmesine rağmen “Devrim Muhafızları” bünyesinde yurtdışında faaliyet göstermek üzere oluşturulan “Kudüs Ordusu” gibi belirli bir alenilik içerisinde hareket edenlere de rastlanmştır. Türkiye’ye yönelik heyecanlı bir devrimci ütopizmin etkisi altında yürütülen faaliyetlerin temel amacı, radikal İslamcı grupları kullanarak siyasi cinayetler işlemek, bombalı saldırılar düzenleyerek toplumda bir kaos ortamı oluşturmak ve bu ortamdan yararlanarak mevcut anayasal düzeni silah zoru ile değiştirip İran rejimine benzer bir teokratik devlet kurmaktı. İran’ın devrimden henüz birkaç yıl sonra bu yöndeki faaliyelerini iyice somutlaştırdığı ve bu amaç doğrultusunda ciddi yol aldığı görülmektedir. 1985 yılına gelindiğinde bu sistematik çabaların devrimci örgütsel yayınlar ve zemin kazanan terör faaliyetleri şeklinde kendisini gösterdiği görülmektedir.
            Türk Emniyeti’nin resmi kayıtlarına göre, Hizbullah ve benzeri radikal terör örgütlerinin yanı sıra Selam Tevhid Kudüs Ordusu yapılanmasının da ilk izlerine bu yıllarda rastlanmıştır. Buna göre, önce başka isimler altında çıkan dergiler ve daha sonra Selam Gazetesi çevresinde oluşturulan ilişkiler ağı üzerinden yapılandırılan “Selam Tevhid Kudüs Ordusu”, Türkiye toprakları üzerinde İran benzeri bir teokratik devlet kurmayı hedefini sürdürmüştür. Örgütün bu amacı Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet başsavcısı tarafından hazırlanan 1999/648 hazırlık 2000/158 Esas no, 2000/111 sayılı iddianamede kanıtlarıyla gözler önüne serilmiştir.
            Gazeteci Uğur Mumcu, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, Prof. Dr. Bahriye Üçok, Prof. Dr. Muammer Aksoy gibi laik kimlikli isimlere ve bir çok diplomat başta olmak üzere en az 18  kişiye yönelik suikaste adı karışan Selam Tevhid Kudüs Ordusu’nun bir terör örgütü olduğu ise en üst yargı makamları tarafından onaylanarak tescil edilmiştir. 2000 yılında yapılan Umut Operasyonu’yla hücreleri çökertilen örgüt hakkında Yargıtay 2002, 2006 ve 2013 yılında aldığı kararlarla bu yapının şüphe götürmez bir şekilde terör örgütü olduğunu onamıştır. Yani Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın dediği gibi bu terör ve casusluk örgütü ‘Girerken selam vermişler, çıkarken vermemişler’ diye sulandırılabilecek basitlikte bir örgüt değildir. Öyle olmadığı için de Bozdağ’ın bu örgütü aceleyle sulandırma motivasyonunun kaynağı çok ciddi bir merak konusudur.
            Malum olduğu üzere zaman ilerledikçe devrimci heyecanı küllenen, ülkenin pratik ve pragmatik ihtiyaçlarından dolayı uluslararası topluma dönme ihtiyacıyla muhataplarını açıktan rahasız etmemeye daha fazla hassasiyet gösteren İran rejimi, devrimin ilk yıllarında neredeyse açıktan yürüttüğü rejim ve devrim ihracı faaliyetlerinde hız kesmiştir. Bununla birlikte İran rejimi, daha önce devrim ve rejim ihracı için örgütlediği bu yapıları hemen tasfiye etmemiştir. Tam tersine bu örgütleri ve yapılanmaları başka amaçlar için kullanır hale gelmiştir. Bu amaçların başında hiç şüphesiz ki İran lehine casusluk faaliyetleri gelmektedir. Bahsettiğimiz şey belli belirsiz türden bir nüfuz casusluğundan ibaret olmayıp, ülkenin güvenliğine ve milli çıkarlarına dair stratejik bilgilerin peşinde olunan konvansiyonel casusluktur.
            Bilindiği gibi post-modern askeri darbe süreci olarak bilinen 28 Şubat 1997’da alınan anti-demokratik MGK kararlarını tetikleyen Ankara’nın Sincan Belediyesi tarafından düzenlenen tartışmalı Kudüs Gecesi’dir. Dönemin İran Büyükelçisi’nin de katılarak kışkırtıcı bir konuşma yaptığı Kudüs Gecesi’nin organizasyonunda bu örgütün izlerine rastlamak ise şaşırıtıcı olmamıştır. İşte bu örgütün 2002’den bu yana AKP’li çevreler içerisindeki bağlantılarını kullanarak devletin derinliklerine ulaştıkları, en hassas kurumlarına kadar kolayca sızdıkları ve bu yolla İran lehine casusluk faaliyetlerine hız verdikleri anlaşılmıştır. 17/25 Aralık 2013 yolsuzluk ve rüşvet sklandalından sonra yaşanan gelişmelerden anlaşılabildiği kadarıyla emniyet birimlerinin ve adli mercilerin hukuk çerçevesinden ve tamamen yetki ve sorumlulukları dahilinde yürüttükleri soruşturmalarla bu örgütün erişimini, çapını ve etkinliğini anlamaya çalıştıkları ve bu konuda çok önemli somut kanıtlara ulaştıkları görülmüştür. 
            Ancak, tıpkı hükümet üyelerinin 17/25 Aralık 2013 rüşvet alırken, yolsuzluk ve hırsızlık yaparken suçüstü yakalanma vakasında olduğu gibi Erdoğan hükümeti bu soruşturmayı öğrenince de büyük bir paniğe kapılmış, vatana ihanet unsurlarının takibiyle elde edilmiş somutve hukuki kanıtlarla dolu olduğundan şüphelendikleri bu soruşturmayı derhal kapattırmıştır. Darmadağın ettiği yargı sistemi üzerinden bu soruşturmayı sadece kapatmakla kalmamış, Selam Tevhid Kudüs Ordusu’nın casusluk faaliyetlerine dair yürütülen soruşturma sürecini de ters yüz etmiştir. Hukuk çerçevesinde yürütülen bu soruşturmalarda yer alan savcıları, hakimleri, askerleri ve polisleri oluşturduğu mahkemeler sayesinde tutuklatarak hepsini “hükümete darbe” yapmakla suçlamıştır. İran lehine casusluk yaptıkları hukuki takipler ve somut kanıtlarla ispatlanan etkin isimlerin hukuk çerçevesinde soruşturulmasının neden “hükümete darbe” olacağı sorusu ise hala havadadır. 
            Erdoğan’ın yakın çevresinden bazı kişilerin ve hükümetin önemli isimlerinin de adının karıştığı Selam Tevhid Kudüs Ordusu soruşturması, medya imkanları kullanılarak yapılan “7000 kişi dinlenildi” gibi sistematik yalan haberlerle sulandırılmış ve Erdoğan’ın oluşturduğu proje mahkemeler kullanılarak bu soruşturma da apaçık suçluların korunup, suçluları soruşturanların soruşturulduğu bir davaya dönüştürülerek ters yüz edilmiştir. Tıpkı 17/25 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmasında, GDO’lu prinç kaçakçılığı soruşturmasında, BM’nin uluslararası terörü destekleyenler listesinde yer aldığı dönemde Erdoğan’ın himayesinde Türkiye’ye defalarca gelen Yasin el-Kadı soruşturmasında, Suriye’deki radikal örgütlere yasadışı silah taşıyan MİT tırları soruşturmasında, el-Kaide bağlantılı Tahşiyeciler Grubu’na yönelik yürütülen soruşturmada, Türkiye’deki el-Kaide ve IŞİD bağlantılı gruplara yönelik yürütülen pek çok soruşturmada olduğu gibi Selam-Tevhid Kudüs Ordusu’na yönelik soruşturmada görev alan savcılar, hakimler, askerler ve polislerin yanı sıra bu konuda yazılar ve haberler kaleme alan gazeteciler de “hükümete karşı darbe yapmak”la suçlanmış, tutuklanmış ve hapse atılmışlardır.
            Ne olduğuna kısaca değindiğim “Selam Tevhid Kudüs Ordusu”nun Türkiye’deki faaliyetlerini soruşturdukları için tutuklanarak hapse atılan emniyet mensupları, tutuklanmalarından bu yana geçen tam 18 ay sonra, nihayet pazartesi günü İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde hakim karşısına çıktılar. İranlı casuslar, onların hükümet ve devlet içerisindeki üzt düzey bağlantıları ellerini kollarını sallayarak serbestçe dolaşırken, belki de casusluk faaliyetlerine tüm hızlarıyla devam ederken, ülkenin milli güvenliği için bu ihanet faaliyetlerinin peşine düşen kamu görevlileri ve bu konuda haber yapanlar hiçbir somut kanıt gösterilmeden “hükümete darbe yapmak” suçundan yargılanıyorlar. Hukuktan ve yargıdan kaçmakla kalmayıp kendi hukuksuz yargısını oluşturan Erdoğan Rejimi’nin adaletten anladığı bu olsa gerek.

27 Aralık 2015 Pazar

“Terörist”

Uluslararası çevrelerde tanımı konusunda tam bir mutabakat olmasa da “terör” denildiğinde neyin kastedildiği, “terör örgütü” ve “terörist”in ise kimler olduğu konusunda genel geçer bir anlayış birlikteliği vardır. Hukukun olmadığı, uluslararası hukukun ve evrensel teamüllerin umursanmadığı keyfi ve despotik rejimlerde ise “terör”, terör örgütü” ve “terörist” tanımlamaları ve yaftalamaları hedef alınan kişiden kişiye, gruptan gruba ve farklı dönemlerde farklılıklar gösterir. Bu tanımlama ve etiketlemelerde ne bir ilkeli olma şartı aranır, ne de tutarlı olma. Hukukla birlikte insanların hak ve özgürlüklerini, izzetini, onurunu ve şahsiyetini hiçe sayan o ülkenin hukuksuz muktedirleri neye “terör”, kimlere “terör örgütü” ve “terörist” diyorsa o ülkede artık terör, terör örgütü ve terörist onlarmış gibi bir algı oluşturulur. Sonra da oluşturulan o mesnetsiz algıya dayalı olarak onlarca, yüzlerce, binlerce, on binlerce masum insan o ülkedeki gerçek teröristlere uygulamaktan sakınılan tüm takibatların, operasyonların ve keyfi cezalandırmaların hedefi olur.
            Mesela, insanlık dışı terör ve vahşet eylemleri uluslararası toplum tarafından korku ve dehşet içerisinde izlenen IŞİD, el-Kaide gibi radikal terör örgütleri o ülkede artık terör örgütü olarak görülmez. Epey bir ayak sürüdükten sonra uluslararası toplum ve güçlerin baskılarına direnemeyerek ve gözlerine hoş görünmek için retorik düzeyde “terör örgütü” ve “terörist” olarak gönülsüzce bahsedilen eli kanlı bu örgütlere ve militanlarına karşı göstermelik bazı operasyonlar da yapılıyormuş gibi yapılır. Bu göstermelik operasyonlar ve gözaltılar üzerinden sözkonusu terör örgütleri ile mücadelenin bir parçası olunduğu gibi üzerinde iyi çalışılmış mühendislik harikası bir izlenim uluslararası topluma başarıyla verilir. Ancak günün sonunda bu operasyonlarda kimlerin yakalandığı ve yargı önüne çıkarıldığına bakıldığında bu operasyonların tamamen bir algıdan ibaret olduğu gibi bir sonuçla karşılaşılır.
            Neticede, IŞİD ve el-Kaide’nin kolayca militan devşirdiği belli başlı ülkelerden biri olunduğu halde cezaevlerinde yargılanmayı bekleyen doğru dürüst IŞİD ve el-Kaide militanlarına rastlanmaz. Hele hele haklarında terörden yargılama yapılmakta olan ya da bu konuda haklarında hüküm verilmiş bu örgüt mensubu olan gerçek teröristlerin örneğine pek rastlanmaz. Tam tersine “terör örgütü”, “terörist” ve “vatan haini” damgası yeme, kendilerine karşı yapılacak hukuksuz ve keyfi operasyonları ve yargılamaları göze almak pahasına hala sesini yükseltme cesaretini gösterebilen bir avuç medya, bağımsız gazeteci ve bazı muhalifler dışında bu tuhaf durumu sorun eden de bulunmaz. Ama ne yazık ki, uluslararası medya ve toplum artık o ülkenin adını gerçek terör örgütleriyle birlikte anmaya çoktan başlamış ve  teröre destek veren bir ülke olarak görür hale gelmiştir.
            Bir de tabii o ülkenin muktedirlerinin dönemsel ihtiyaçlarına ve konjonktürel siyasi çıkarlarına göre “terör örgütü”, “terörist” olarak tanımladıkları gruplar vardır. Hukuk kuralları ve ahlaki tutarlık umurlarında olmayan muktedirler ve gazeteci, bilim adamı görünümlü t şahsiyetsiz yardakçıları, tıpkı terör örgütü PKK örneğinde olduğu gibi, ihtiyaca göre bir terör örgütünü dünyanın en barışçıl sivil toplum örgütü gibi de lanse edebilir. Çıkarlarına uymadığı andan itibaren ise sadece PKK’yı değil, PKK ile doğrudan alakalı olmayan barış insanlarına bile kolayca “terörist” damgasını basıp, önce linç kampanyalarına hedef haline getirebilir ve sonra da büyük bir maharet ve ustalıkla ortadan kaldırabilirler.
            İçeriği kamuoyunca bilinmeyen gizli hedefler için yıllarca birlikte yol aldıkları, her türlü faaliyetlerine ve güç devşirme çabalarına göz yumdukları sadece terör örgütü hedeflerinde değildir artık. Akıl almaz bir akıl tutulması ve intikam güdüsüyle topyekün bir etnik varlığı düşman olarak görür ve günlerce, haftalarca yüzbinlerce nüfuslu şehirlerde terör estirip sivillerin can güvenliğini hiçe sayarlar. Üç aylık bebeklerden, 80 yaşındaki yaşlılara kadar onlarcasının öldürülmesine büyük bir soğukkanlılıkla devam edilmesini görmezden gelirler.
            Bu muktedirlerin, tüm dünyanın en büyük terör örgütleri olarak gördüğü IŞİD ve el-Kaide gibi radikal terör örgütleriyle sahici anlamda mücadele etmek şöyle dursun fırsat buldukça bu örgütlere destek olduklarından bile şüphelenilir. Öte yandan İBDA-C gibi radikal İslamcı terör örgütleriyle açıktan sarmaş dolaş olmaktan bile çekinmezler. Sonra da dönüp ele geçirdikleri devletin tüm imkanlarını kullanarak hayatları boyunca ellerine silah almamış, gönüllülerinin tek bir şiddet eylemine rastlanmamış Hizmet Hareketi gibi dünya çapında eğitim, diyalog, barış ve hayır çalışmalarıyla bilinen bir sivil toplum örgütünü “terör örgütü” diye yaftalayıp, IŞID, el-Kaide, İBDA-C ve dönemsel olarak PKK’dan esirgedikleri her türlü keyfi ve hukuksuz operasyonun hedefi haline getirirler.
            Hatta, MİT ve Genelkurmay Başkanlığı’nın 2000’lerin başından itibaren takip ederek raporladığı, oluşturdukları şiddet ve terör tehdidi konusunda emniyet güçlerini defaatle uyardığı, açık kaynaklarda bile el-Kaide bağlantılı olduklarının ispatlandığı Tahşiye gibi bir radikal gruba, muktedirlerin o dönemki siyasi ihtiyaçlarına uygun gördükleri için büyük şehvet ve heyecanla destek verdikleri operasyonları yapan polisler ve savcılar bugün “terör örgütü” ve “terörist” olarak yargılanabiliyor.
            Geçtiğimiz hafta salı ve cuma günleri İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde izlediğim adına yargılama değil ancak bir “budalalık komedyası” diyebileceğim duruşmalarda polis şeflerinin ve Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca’nın avukatları tarafından masumiyetlerine dair somut delillere rağmen ve son dakikada MİT ve Genelkurmay’dan gelen belgelerle resmen ve fillen çöktüğü halde devam ettirilen davada tek bir tutuklunun bile tahliye edilmemesinin şokunu ve utancını hala atlatabilmiş değilim. İddialarını ispatlayabilecek hiçbir somut delil ve gerekçe ortaya koyamayan deli saçması bir iddianame ile “terör örgütü” kurmak, yönetmek ya da üye olmakla suçlanan masum insanların talimatla hareket ettiğinden şüphe duyulan bir mahkeme tarafından tutsak edilmesi vicdanları kanatıyor. 
            Son bölümleri 2009’da yayınlanan bir TV dizisinin senaryosundaki, dahli olmayan tek cümlelik kurgusal bir replikten dolayı bir medya grubunun başkanı 1 yılı aşkın bir süredir, üstelik hakkında 25 Nisan 2015’te bir mahkeme tarafından tahliye kararı verildiği halde, halen tutuklu ve tutsak bulunuyor. Operasyonun yapıldığı 2010 yılında terörist olarak görülen ama ihtiyaçları değiştiği için artık muktedirlerin el çabukluğuyla masum olduklarına hükmettikleri el-Kaide terör örgütü bağlantılı Tahşiye grubuna operasyon yapıp gözaltına alan, bu başarılarından dolayı aynı iktidar tarafından kamuoyu önünde açıkça övülüp, ödüllerle taltif edilen polis müdürleri ve memurları ise bugün aynı davada terör örgütü kurmak ve yönetmekle yargılanıyorlar. 1,5 yıldır tutsak tutuluyorlar.
            Görevleri gereği devletin kendilerine verdiği yasal silahlar “terör” unsuru gibi sunulup, suç delili sayılıyor. Çoğunun emekliliğine çok az zaman kaldığı halde polislik meslek hayatları boyunca bugüne kadar tek bir disiplin suçuna bile rastlanmadığı söylenen bu polisler sadece ve sadece hukuk çerçevesinde görevlerini yaptıkları için “terörist” olmakla suçlanıp, tutuklu yargılanıyorlar. Herkesin gözlerinin önünde hukuk yok sayılıyor ve bağımsız yargı olma vasfını yitirmiş yargıçlar marifetiyle mahkeme salonlarında akılalmaz zulümler yapılıyor.
            Tıpkı uzun zulümler listesine her gün bir yenisi eklenen“cadı avı” ve nefret operasyonları”nda olduğu gibi. Fakir öğrencilere burs vermek, yardım kuruluşlarına bağışta bulunmaktan başka suçu(!) olmayan onlarca insana yönelik her gün yeni bir operasyon ve zulüm gerçekleştiriliyor. Cumartesi günü ise masum insanlara “terörist” muamelesi yapılan adres bu sefer Çanakkale idi. Aralarında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nin başarılı eski Rektörü Prof. Dr. Sedat Laçiner'in de bulunduğu 28 kişi gözaltına alındı. Tıpkı Hitler’in toplama kamplarında olduğu gibi soğuk kış şartlarında ısıtılmayan bir spor salonunda tutulan hayırseverler neyle suçlanıyorlar dersiniz? Fakir üniversite öğrencilerine burs vermekle...
            Prof. Laçiner’in suçlanarak gözaltına alınmasına gerekçe yapılan meblağın ise 150 TL’lik (50 dolar) bir bağış olduğu söyleniyor. Aklını, vicdanını ve ruhunu yitirmiş bir zulüm makinasına dönen Erdoğan rejimi ve AKP iktidarının IŞİD ve el-Kaide gibi örgütleri alabildiğine hoşgörürken, kimlere “terör örgütü”, “terörist” dediklerini anlayabilmek için, genç yaşına rağmen bugüne kadar yüzlerce makalesi, Türkçe’de 18 kitabı, İngilizce’de 5 kitabı yayınlanmış Laçiner’in Wikipedia’daki uzun ve çarpıcı CV’sine bakmak bile yeterli. Ben burada sadece, Davos Ekonomik Forumu tarafından, ilk ve tek Türk olarak 2006 yılında “Genç Küresel Lider” seçildiğini hatırlatmakla yetineceğim.

           



15 Kasım 2015 Pazar

Fransa’da katliam, Türkiye’de karartma


Dünyayı çepeçevre saran karanlığın neferleri bir an olsun boş durmuyor. Aydınlığa, medeniyete, demokrasiye, özgürlüklere, insan onuruna, hukuka, kardeşliğe, barış içinde bir arada yaşama iradesine, estetiğe, sanata, düşünceye ve iyi olan her şeye saldırı üzerine saldırı gerçekleştiriyorlar. Hiçbir ahlaki sınır tanımadıkları despotluk, zulüm ve katliamlarıyla iblislere parmak ısırtacak derecede ileri gidiyorlar üstelik.
En kutsal değerlerin arkasına sığınacak kadar alçaklaşan, şeytani planlarını ve ahlaksız eylemlerini insanlığın en kutsallarını istismar ederek gerçekleştiren İblis’in bu karanlık tohumları Paris’te kendi halinde yaşayıp giden sıradan masum insanları alçakça hedef alabiliyor. Hiçbir hedef gözetmeden, şeytani bir soğukkanlılıkla 130 kişinin canına kastedebiliyor. Sırf öldürmüş olmak için öldürmek üzere hedef aldıkları 350’den fazla insanın kanını hunharca dökebiliyor, ağır şekilde yaralayabiliyor.
Türkiye’de ise mafyatik bir suç şebekesine dönüşen muktedir güruh, zulüm ve despotik baskıların her gün bir yenisini icat ediyor. Sırf hırsızlıklarına ve ahlaksızlıklarına ortak olmadıkları, zulümlerine ve keyfiliklerine göz yummadıkları için ya da sırf kendileri gibi düşünmedikleri için toplumun en temiz ve en duyarlı kesimlerine karşı Şeytani bir hazla, ahlaksız bir zevkle ve arsız bir şehvetle  baskı üzerine baskı, saldırı üzerine saldırı gerçekleştiriyorlar. Mesela, bir gün dünyanın tüm mağdur ve yoksullarının yakından tanıdığı bir yardım kuruluşunu hedefe koyuyorlar, ertesi gün toplumun en hayırsever insanlarını. Bir gün dürüstlükleriyle tanınan işadamlarını şeytanlaştırıyorlar, ertesi gün Türkiye’de evrensel basın ahlak ilkelerine en sadık yayın gruplarını, yayın organlarını.
Tıpkı Paris’te masum insanları gözünü kırpmadan katleden ahlaksız teröristler gibi dinin ve dini değerlerin arkasına saklanan Türkiye’deki iki yüzlü muktedir güruh da topluma ışık olmuş kim ya da ne varsa ayrım gözetmeksizin yok etmeye çabalıyor. İster liberal ister solcu olsun, ister muhafazakar kesimden isterse çevreci olsun hak ve hakikat adına sesini çıkaran, iş işten geçmeden sürüklendiği karanlığa karşı halkı uyarma cesaretini gösteren kim varsa hedef alınıp yok edilmeye çalışılıyor.
Gazeteler, o kağıt parçalarına ruh katan en donanımlı aydınlardan hoyratça arındırılıp çölleştiriliyor. Onurlu duruşları, birikimleri ve tecrübeleriyle topluma ışık olan aydınlar, yüzde 90-95’i iktidar tarafından kontrol altına alınarak adi birer propaganda makinasına dönüştürülen televizyonlardan ve radyolardan uzak tutuluyor. Tüm demokratik değerler ve demokratik kurumlar tek tek yok edilirken ahlaki bir duruşla hala demokrasi, özgürlük, adalet ve hukuk diyen entelektüellerin seslerinin halka ulaşmasını sağlayan kanallar tek tek ortadan kaldırılıyor ya da  karartılıyor.  
 Ortadoğu’yu Cehenneme çevirdikleri gibi stratejik ahmaklıklar sonucu Ortadoğulaştıkça Cehenneme dönen Türkiye’yi de kan gölüne dönüştüren karanlığın neferleriyle zihniyet akrabalığı içerisindeki bu muktedir güruhun sorun etmediği tek kesimi ise kendileri gibi karanlığın neferleri oluşturuyor. Her türlü eleştirel düşünceden esirgedikleri hoşgörüyü eli kanlı IŞİD teröristlerine, el-Kaide hücrelerine gösteriyorlar. Türkiye’nin medeni dünyanın özgür ve demokratik bir parçası olması ve öyle kalması için çabalayan kim ve ne varsa hedef alıp büyük bir gaddarlıkla yok ederken, IŞİD, el-Kaide ve bu caniler güruhunun yerli versiyonlarından hiçbir desteği esirgemiyorlar.
Hasan Cemal, Ekrem Dumanlı, Ahmet Altan, Can Dündar ve daha pek çok farklı görüşten demokrat aydın sistematik kampanyalarla yok edilmeye çalışılırken, IŞİD, el-Kaide, İBDA-C ve benzeri cihadist terör grupları ülkenin her yerinde rahatça hareket edebiliyor. IŞİD ve benzeri radikal terör örgütlerinin yayın faaliyetlerine dokunmayan Erdoğan rejimi ve AKP hükümeti evrensel basın-ahlak ilkeleri çerçevesinde demokrasi, insan hak ve özgürlükleri, hukuk, şeffaflık, barış, kardeşlik için yayın yapan tüm medya organlarını tek tek ya da toplu halde karartıyor. Üstelik bunlar arsız bir cesaret ve pervasızlıkla tüm dünyanın gözleri önünde kanırta kanırta yapılıyor.
Her gün gazeteciler gözaltına alınıyor. Her gün dergiler, televizyonlar, gazeteler saçma sapan gerekçelerle polis tarafından basılıyor. Tüm baskılara ve tehditlere rağmen gerçekleri halka duyurmaktan vazgeçmeyen gazeteciler, bir adım daha ileri gidilerek, yani ya hapse atılarak ya da yayın organlarına el konularak susturulmaya çalışılıyor. Daha 3 hafta önce televizyonları, radyoları ve gazeteleriyle Türkiye’nin en önemli yayın kuruluşu olan İpek Medya Grubu’na haydutvari bir tarzda, hukuksuz ve keyfi bir şekilde el koydular. Pervasızlık ve cüretkarlığın şahikasına çıkan AKP iktidarı ve Erdoğan rejimi, G-20 liderler zirvesinden sadece bir gün önce ise bünyesinde tam 16 radyo ve televizyon bulunan, toplumun farklı kesimlerinin seslerine mecra olan Samanyolu Yayın Grubu’nu tekel durumundaki TÜRKSAT uydusundan atarak fiilen kararttılar.
Daha önce birçok TV platformundan keyfi bir şekilde çıkarılan Samanyolu Grubu’na ait TV kanalları bu sefer hiçbir somut gerekçe gösterilmeksizin, üstelik tüm ticari ve hukuki hakları yapılan bir sözleşmeyle 2024’e kadar garanti altına alınmış olduğu halde, milletin vergileriyle uzaya fırlatılmış bir milli uydu olan TÜRKSAT’tan keyfi bir şekilde çıkarıldı. Amaç belli ki muhalif ve eleştirel gördükleri tüm yayın organlarını ve gazeteleri susturmak ve yok etmek. Belki amaç tek ama her bir medya organının susturulması için ayrı bir bahane üretmeyi, farklı bir yöntem ve taktik uygulamayı da ihmal etmiyorlar.
İpek Medya Grubu’na, bağlı olduğu holdingle ilgili tek bir delilini sunamadıkları mali suç iddialarıyla el koyan karanlığın neferleri, Samanyolu televizyon ve radyolarını ise böyle bir yalandan gerekçe üretme ihtiyacı bile duymadan karartma yoluna gittiler. Sol-Kemalist gelenekten gelen Cumhuriyet gazetesine yönelik ayyuka çıkan baskı ve el koyma çabaları için “teröre destek” bahanesini üreten karanlığın IŞİD kafalı neferleri, Ulusalcı (neo-nationalist) çizgideki Sözcü gazetesine ise farklı bir bahaneyle baskı uyguluyor. Doğan Medya Grubu’nu yine alakasız bir terör örgütüne destek olmak bahanesiyle hedefe koyan ve bu medya grubunu büyük ölçüde sindirerek sonuç alan Erdoğan rejimi ve AKP iktidarı, Zaman Medya Grubu’na ise yine benzer temelsiz iddialarla el koymanın hazırlığı içerisinde bulunuyor.
Paris’te katliam yapan IŞİD’in karanlığı Avrupa üzerinden tüm dünyaya çökerken, IŞID kafalı muktedir bir militan azınlık Türkiye’yi farklı ses ve fikirlerin bir daha hayat hakkı bulamayacağı çölleşmiş bir karanlığa doğru sürüklüyor. Üstelik de bunu tüm dünyanın gözleri önünde ve belli başlı dünya liderleri tam da G-20 liderler zirvesi için Türkiye’de bulunuyorken yapıyor. Belli ki hukuksuz ve despotik muktedirler tüm dünyanın dikkatlerinin Türkiye’ye odaklandığı bir esnada gerçekleştirdikleri baskı ve karartma hamleleriyle Yeni Türkiye’nin road showunu yapıyorlar. Yeni Türkiye’nin böyle despotik bir ülke olduğunu ve bu çerçevede hareket etmeleri gerektiğini liderlere anlatmaya çalışıyorlar.
Obama, Cameron, Merkel, Trudaeu başta olmak üzere G-20’nin demokratik ülke liderleri tam da kendileri Türkiye’deyken gerçekleştirilen bu despotlukları ya olup biteni “ulusal çıkarlar” deyip sineye çekme bedbahtlığına düşme ya da baskıların müsebbibi Türk muhataplarının yüzüne doğrudan söyleme ahlaki sorumluluğuyla karşı karşıyalar.

8 Eylül 2015 Salı

#Erdoğanİstifa


Bugün, sürekli asker ve polislerimiz şehit oluyorsa bunun sebepleri var…
Bugün, başta asker/polis aileleri olmak üzere bütün aileler çocukları ve yakınlarıyla ilgili her an kötü bir haberin ulaşacağından çok ciddi endişe ediyorlarsa bunun sebepleri var…
Bugün, ülkenin hiçbir köşesinde hiç huzur kalmamışsa bunun sebepleri var…
Bugün, toplum parça parça bölünüp kutuplaştırılmışsa ve her bir parçası ötekine düşmanlaştırılmışsa bunun sebepleri var…
Bugün, ülkenin dört bir yanında yaşayan her etnik ve inançtan vatandaşlarımız birbirine şüpheyle bakıyorsa bunun sebepleri var.
Bugün, 78 milyonluk koskoca bir milletin her ferdi büyük bir korku içerisinde her an başına kötü bir şeyler gelebileceğinden endişe duyuyorsa bunun sebepleri var.
Bugün, sıradan insanların başına endişe ettikleri kötü şeylerden pek çoğu, hiç beklemedikleri bir anda ve tam da endişe ettikleri gibi, geliyorsa bunun sebepleri var…
Bugün eli kanlı terör örgütü PKK, tarihinde hiç olmadığı kadar güçlenmişse bunun sebepleri var…
Bugün Türkiye’de başta PKK ve IŞİD olmak üzere tüm terör örgütleri için çok uygun bir iklim oluşmuşsa bunun sebepleri var...
Bugün, Türkiye dünyadan tamamen kopmuş, yapayalnız kalmış ve sıradan bir despotluk gibi iyice içine kapanmışsa bunun sebepleri var…
Bugün, Türkiye itibarını ve imajını tüm dünyada tamamen sıfırlamışsa bunun sebepleri var…
Bugün, ekonomi berbat gidiyorsa, enflasyon artıyor, işsizlik düşmüyorsa, üretim ve ihracat düşüyorsa, borçlar ve cari açık artıyorsa, yabancı yatırımcılar gelmiyor ya da gelmiş olanlar apar topar ayrılıyorsa, ülkeyi ziyaret eden turistler azalıyorsa bunun sebepleri var…
Bugün, 2008’de 1,16 olan TL’nin Dolar karşısındaki değeri 3,1 TL civarına gelmişse bunun sebepleri var…
Bugün, madenlerde yüzlerce madenci, işyerlerinde binlerce işçi ölüyorsa bunun sebepleri var.
Bugün kendi kendisini şişiren bir rant ekonomisinin azman dişlilerine dönüşen inşaat sektörünün elinde şehirlerimiz ve çevre geri döndürülemez şekilde tahrip ediliyorsa bunun sebepleri var…
Bugün, zaten hep güdük bırakılmış demokrasimiz iyice can çekişiyorsa bunun sebepleri var…
Bugün, zaten bir toplumsal sözleşme olamamış yarım yamalak Anayasamız bile sadece kağıt üzerinde kalmışsa bunun sebepleri var…
Bugün, zulüm ve despotluk zirve yapmışsa, hukuk ve ahlak ayaklar altına alınmışsa bunun sebepleri var…
Bugün, demokrasilerin olmazsa olmazı kontrol ve denge mekanizmasının saç ayaklarını oluşturan güçler ayrılığı sistemi tamamen yok olmuşsa bunun sebepleri var…
Bugün, yargı suça batmış azgın bir muktedir güruhun elinde acuze bir şaklabana dönüşmüşse bunun sebepleri var…
Bugün, bir siyaset mafyası tarafından halkın iradesi gasp edilerek yok sayılmışsa bunun sebepleri var…
Bugün, Meclis tamamen atıl bırakılmışsa, yasama ve denetim görevlerini yerine getiremez hale getirilmişse bunun sebepleri var…
Bugün, başta basın ve ifade özgürlüğü olmak üzere tüm temel insan hak ve özgürlükleri bu ülkede tek tek son nefesini vermek ve en temel özgürlükleri ellerinden alınan insanlar boğulmak üzereyse bunun sebepleri var…
Bugün, Türkiye’de en temel insan hakkı olan yaşama hakkının bile hiçbir güvencesi kalmamışsa bunun sebepleri var…
Bugün, eğitim sistemi tamamen çökmüş, hem ahlaki hem de akademik olarak işlevini tamamen yitirmişse bunun sebepleri var…
Bugün, insanlar geleceğe olan son umut kırıntılarını da büyük ölçüde yitirmişse bunun sebepleri var..
Bugün, sadece bu yazıdan dolayı bile başıma nelerin gelebileceğinden emin olamıyorsam bunun sebepleri var…
Evet, bunların hepsinin sebepleri var… Ve sandığınızın aksine bu sorunlara yol açan sebepler aslında hiç de fazla değil… Elbette ki, bütün bu sorunların sebebini tespit ve teşhis etmek çözümün ve tedavinin önemli bir kısmını oluşturuyor. Ancak sorunlara kaynaklık eden sebep veya sebepler, bir taraftan orada dimdik duruyorken ve sebep oldukları eski sorunları her geçen gün daha da derinleştirip pekiştiriyorken, diğer taraftan da sürekli yeni sorunlara yol açıyorsa çareyi doğru yerde aramak lazım. Sorunların bu kaynağını doğru tespit etmek ve çok münbit bir sorun kaynağı olmaktan acilen çıkarmak lazım… Sivrisineklerle mücadeleyi bırakmadan asıl bataklığı kurutmak lazım.
Yukarıda çok az bir kısmını saymaya çalıştığım sorunların baş sorumlusu ve kaynağı bana göre Recep Tayyip Erdoğan’dır. Tabii, bu eşsiz sorun üretme maharetini göstermesinde sıkı sıkıya vesayeti altında tuttuğu siyasetteki, bürokrasideki, iş dünyasındaki ve medyadaki azgın bir azınlığın katkılarını da unutmamak gerekir. Erdoğan ve çevresindeki bu azgın azınlığın ihtirasları yüzünden Türkiye maalesef her geçen gün daha da yaşanmaz bir hale geliyor.
Öte yandan, sanırım kaynağına dokunulmadan sorunlara çözümler bulmaya çalışmak büyük bir aptallık olur. Büyük bir basiretsizlik ve körlükle sorunlara kaynaklık edene çözüm için umut bağlamak ise çok daha büyük bir aptallık olacaktır. Neticede Einstein’ın dediği gibi “aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı ummaktır.” Maalesef, bu durum bu ülkede son yıllarda sıklıkla görülür oldu. Çünkü halkın önemli bir kısmı ya çözümü tekrar be tekrar sorunun kaynağından ve sebeplerinden bekliyor ya da sorunlara yol açan sebepleri ortadan kaldırmadan bir çözüm olabileceğini umuyor.
            Oysa, yapılması gereken son derece net ve açık. Bütün bu sorunlara yol açan, işlemedik anayasal suç bırakmayan Erdoğan ve vesayeti altındaki hükümetten bir an önce kurtulmak gerekiyor. Belgeleri, kanıtları ortalığa saçılmış yolsuzluk iddiaları, terör örgütleriyle netameli ilişkileri bir yana, bu ülkede yaşanan vahim sorunların her biri aslında sorumluluk ve izzet sahibi olanlar için istifaya yeter.
İstifa talep ediyoruz ama maalesef Erdoğan ve taifesinden böyle bir sorumluluk ve izzetli duruş göstermelerini bekleyemiyoruz. Bu yüzden bu sorunların müsebbiplerini demokratik yollardan alaşağı etmekten başka geriye meşru bir çare kalmıyor. Bu sorunlardan kurtulmak ve sorunlara kaynaklık edenlerle hukuk önünde hesaplaşmak için 1 Kasım’da halkın önünde büyük bir fırsat bulunuyor. Tabii 1 Kasım’da seçim olabilirse. Ya nasip!