Başbakan Ahmet Davutoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Başbakan Ahmet Davutoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ocak 2016 Salı

Ne izan kaldı, ne de mizan

Çinliler rahat ve huzur yüzü görmesini istemedikleri hasımları için “ilginç zamanlarda yaşayasın” diye beddua edermiş. Tarihin derinliklerine inildiğinde Türklerle ilgili hoş sayılabilecek pek bir hatıraları olmayan Çinliler, acaba Türkiye için de böyle bir beddua etmiş olabilirler mi? Doğrusu bilemiyorum. Ama şundan eminim ki, Çinliler bu bedduayla hasım gördüklerine dair ne murat ediyorlarsa Türkiye son yıllarda tam da onu yaşıyor.
Yaşananlara şöyle bir baktığımızda bu ülkede artık ne aklın, ne de üzerinde mutabık olunan herhangi bir değer ölçüsünün kalmadığını içimiz yanarak görebiliyoruz. Şayet birileri dış politikadan ekonomiye, iç politikadan yargıya kadar her nereye baksalar kesif bir akıl tutulmasından kaba izleri hala göremiyorsa, bu kişilerin ilk önce kendilerinin ciddi bir akıl tutulmasına maruz kalmış olduklarından şüphe duyabilirsiniz. 
Gerilim, kutuplaştırma, parçalama, çatıştırma gibi yöntemlerle bütün iktidar gücünü ve araçlarını tek bir kişinin elinde toplamak amacıyla girişilen şeytani siyaset, arzulanan sonuçları üretmekte ne yazık ki hep işe yaradı. Bu açıdan bakılırsa ortada inkar edilmesi güç bir başarı söz konusu. Doğruya doğru, kişiliğinde ve söylemlerinde müşahhaslaşan bu yıkıcı ve parçalayıcı siyaset paradoksal bir şekilde Erdoğan’ın arzu ettiği siyasi güç temerküzünü fazlasıyla temin etti. Ama pirus zaferi niteliğindeki bu başarının hem ülkeye, hem de bölgeye bedeli çok ağır oldu. Geride bir arada tutulması neredeyse imkansız olan ve tamiri nesiller gerektirecek bir sosyo-politik enkaz bıraktı. İçinde bulunduğu bölgede yaşanan krizlerin ve çatışmaların çözümünde Türkiye’nin hep gurur duyduğu yapıcı rol ise sadece geçmişten tatlı bir hatıra olarak kaldı.
Öyle ki, çok boyutlu eleştirel düşüncenin ve çok ince hesaplara dayalı stratejik aklın en etkin olması gereken dış politikamız son birkaç yıldır tam bir tutarsızlıklar manzumesi haline geldi. Kişisel ihtiraslarla gündelik şekillendiğinden bir hayali dünyadaymış gibi gerçeklikten kopuk bir izlenim veren dış siyasetimiz yüzünden ülkemiz, birbirine karşı değerler ve çıkarlar ekseninde şekillenen rakip eksenler arasında kimliğini ve aidiyet duygusunu yitirmiş cehennemi bir uçurumun kenarına gelip dayandı.
Özellikle son 5 yılda izlenen dış politikaya baktığımızda Türkiye’yi yöneten bir aklın sahiden var olup olmadığından şüphe etmemek için tüm akli melekelerimizi zayi etmiş olmamız şart sanırım. Hakikaten de Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin yönetiminde izlenen dış politikamız esas alındığında ne olduğu, kim olduğu, nereye ait olduğu anlaşılamayan, kimliği belirsiz bir Türkiye ile karşı karşıya kalırız. Şayet ikilinin ta en başından itibaren amaçladığı böyle bir Türkiye’ye varmak idiyse, hakikaten kendilerini tebrik etmek gerekiyor. Bugün Türkiye’yi nerede durduğu ve ne yaptığı tam belli olmayan, daha kötüsü yarın nerede duracağı ve ne yapacağı kestirilemeyen kimliksiz, ilkesiz, kaidesiz, aidiyetsiz ve öngörülemez bir ülke haline getirmeyi başardılar.
Şimdi iç geçirerek hatırlanacağı gibi Türkiye 2010 sonrası döneme Avrupa Birliği (AB) norm ve standartları ile yoluna devam eden bir ülke olarak girmişti. Bu rotada ilerlemek üzere kaleme aldığı binlerce sayfalık Ulusal Programı ile gerçek bir özgürlükçü, çoğulcu, şeffaf, hesap verebilir bir demokratik hukuk devletine ulaşmak için yapması gereken ev ödevlerinin de son derece farkındaydı. Bölgedeki bütün halklara ilham veren başarılarını ve bu başarıları taçlandıracak demokratik hedeflerini Arap isyanlarının oluşturduğu şartlarda diğer bölge ülkelerine taşıma imkanlarına da erişmişti. Bunları gerçekleştirmek için sadece dış politik şartlar değil, iç politik şartlar da son derece elverişliydi. 
Ne yazık ki, bu uygun şartları hem Türkiye’nin daha demokratik bir ülke olması yönünde, hem de bölgenin hayrına kullanmak yerine Erdoğan-Davutoğlu ikilisi bambaşka bir rotaya saptı. Daha kamil bir demokrasi yönünde ilerlemektense siyasal İslamcı köklerine keskin bir dönüş yaptılar ve dünya realitesinden kopuk “Yeni Osmanlıcı” rüyaların peşine düştüler. Bu tercihin hemen akabinde Ortadoğu halklarına demokrasi, barış, refah ve özgürlük ilhamları veren o mucizevi Türkiye hızla kayboluverdi. Yerini ise çocuksu emperyal heveslerle “büyük güç” havasına bürünerek Ortadoğu’da hakimiyet peşinde koşan amorf bir siyasetin ihtiraslarıyla kör ettiği bir Türkiye aldı. Artık demokrasi, özgürlük, hukuk ve insanca yönetim ve katılımcı yönetişim ideallerinin tamamı rafa kalkmış, geriye ise ne pahasına olursa olsun ulaşılmak istenen tek bir ideal kalmıştı: Daha fazla güç.
Azgın bir iştihayla hedefe konan “daha fazla gücü” sağlayacak hiçbir şeyden çekinilmedi. AB’ye üyelik hedefinin gerekleri ile “daha fazla güç” ideali doğal olarak çeliştiğinde AB reform sürecinden anında vazgeçildi. Demokrasilerin ve liberal piyasa ekonomilerinin bir savunma örgütü olarak kurulan ve kuruluşundan itibaren Türkiye’nin üye olduğu NATO’nun sistemi, değerleri ve ilkeleriyle çelişen arayışlara girilmekten de geri durulmadı. Bir dönem hezeyan o kadar ileri boyutlara vardı ki NATO’dan ayrılma tehditleri dahi havalarda uçuştu. Çin’den füze savunma sistemleri alma blöfüne bile tenezzül edildi. İş daha da ileri götürüldü ve Şangay İşbirliği Örgütü’ne üyelik için Rusya lideri Vladimir Putin’e yalvarmalara kadar vardırıldı. 
Erdoğan-Davutoğlu ikilisi için AB ve NATO artık iç siyasette enine boyuna istismar edebilecekleri bir siyaset objesine dönüşmüştü. Kendilerini aşırı güç ilüzyonuna kaptıran ikili tabanlarını coşturacak temelsiz böbürlenmelerle AB ve NATO’yu sürekli tahkir eder, aşağılar hale gelmişlerdi. Öte yandan, temel insani hassasiyetlerin yanı sıra uluslararası hukuk, normlar ve teamüller hiçe sayılarak Ortadoğu’daki radikal terör örgütleriyle netameli ilişkilere ve tehlikeli maceralera girildi.
İzlenen tutarsız politikalara rağmen gerçekleri çarpıtmaya dayalı aşırı özgüvenli hamasetle ve iktidara iliştirilmiş güçlü olduğu kadar ilkesiz medya üzerinden yürütülen başarılı algı yönetimiyle aldatılan kitlelerin Türkiye’yi dünya siyasetinin merkezi, Erdoğan-Davutoğlu ikilisini ise bu ülkeyi yeniden Osmanlı’nın şaşaalı dönemlerindeki gücüne döndürecek kahramanlar sanmaları kaçınılmazdı. Öyle de oldu. Zaten süreç içerisinde ordunun rolü sınırlamış, sivil toplum sivil olmaktan çıkarılıp iktidara bağlı hale getirilmiş, medya üzerinde tam bir hakimiyet kurulmuş, bağımsız ve tarafsız yargı tamamen yok edilmiş, hiçbir ahlak kuralı ve ilke tanımayan algı yönetiminde tarihte eşine az rastlanır bir performansa erişilmiş ve tüm muhalif kesimler susturulmuştu.
Halk desteğinin zirvede olduğu, eleştirinin ve denetimin sıfırlandığı bir ortamda yüz yılların tecrübelerine dayalı kurumsal akla, gücünü çoğulculuğundan alan entelektüel birikime veya ülkenin yaşayan ortak aklına da artık ihtiyaçları kalmamıştı. Dış politikada olduğu kadar iç politikada da akıldan ziyade keyiflerine ve ihtiraslarına göre yol almaya başladılar. Bu şekilde yol aldıkça hem kendilerini, hem de ülkeyi batırdılar. Batırdıkça telaşa kapıldılar. Bu telaşla doğru ile yanlışı ayrıt etmeye yarayacak tüm değer ölçülerini ve ölçütlerini tarumar ettiler. Mesela yargıya şöyle bir bakanlar, artık ince eleyip sık dokuyarak kimin haklı kimin haksız, kimin suçlu kimin suçsuz olduğunu ayırt edecek hassas tartan bir adalet terazisi yerine sırf muhalif görüldükleri için hedefe konulanların başını ezen bir balyoz görür oldu. Millete hizmet etmesi gereken polisin nasıl partizan milislere dönüştürüldüğüne ise herkes şahitlik etti. 
Demokratik ilkeler ve adalet çerçevesinde hemen çözmek yerine asırlık Kürt sorunu terör örgütü PKK’ya indirgendi. Daha fazla güce erişmek için taraf haline getirilerek meşrulaştırılan PKK ile içeriği kamuoyundan saklanan kirli pazarlıklara girişildi. Kirli pazarlıkların tıkandığı noktada ise yeniden bütün ülkeyi içine çekebilecek kirli ve kanlı bir  savaşa start verildi. Ve istendi ki, dün yanlış amaçlarla yola çıkılan ve kirli pazarlıklara dayalı yanlış yöntemlerle sürdürülen “Çözüm Süreci” gibi bu kirli savaşa da herkes destek olsun. En makul eleştirileri, en insani kaygıları olanlar bile hemen iktidarın hizasına gelsin, sussun, sinsin, yılsın.
Ve böylece, maalesef, Türkiye bir kere vardığında hiçbir ülkenin varlığını devam ettiremeyeceği o berbat noktaya varmış oldu. Bir toplumu millet ve medeni dünyanın bir parçası yapan tüm milli, manevi, demokratik ve hukuki değerlerin içi boşaltıldı, değersizleştirildi. Ülke izanını kaybettikçe insanların referans alabileceği hakiki mizanlardan de eser kalmadı. Bugün üzerine samimiyetsiz hamasetin ve siyaseten istismarın bolca yapıldığı yaşam hakkından, gerçek demokrasiden, hak ve özgürlüklerden, denetimden, şeffaflıktan ve adaletten samimi olarak bahsetmek bile ihanetle eş tutulur hale geldi.
Türkiye izanını da, mizanını da öylesine bir kaybetti ki bebekleri, çocukları, yaşlı kadınları öldürenler kahraman ilan edilir, “çocuklar ölmesin” diyenler ise ihanetle suçlanıp ve yargılanır hale geldi. Çinlilerin bedduası Türkiye için sanırım gerçek oldu. Hakikaten çok ilginç zamanlarda yaşıyoruz.

1 Ocak 2015 Perşembe

Davutoğlu’nun sefaleti

2014 ekonomi, dış politika, siyasi istikrar, sosyal barış, güvenlik, hukuk güvencesi, temel hak ve özgürlükler açısından Türkiye için çok zor, hatta bir felaketler yılı oldu. Bütün bu alanlarda maalesef çok ciddi geriye gidişler, Türkiye’nin yıllardır boğuştuğu sorunlarda çok ciddi derinleşmeler yaşandı. Üstesinden gelinemediği gibi daha da derinleşen bu sorunlar maalesef artarak 2015’e miras kaldı.
İşin daha vahim ve acıklı tarafı ise kendilerinden çözüm beklenenlerin bizatihi yaşanan sorunların kaynağı ya da müsebbibi olması. Mesela tam teşekküllü bir tek adam diktatörlüğü kurma ihtirasına kendisini iyice kaptıran Recep Tayyip Erdoğan’ı ele alalım. Tüm ülkenin Cumhurbaşkanı olma çabasına girmeye asla tenezzül etmeyen, ağır propagandayla şöyle ya da böyle desteğini aldığı önemlice bir kitlenin sağladığı çoğunlukçu hegemonyayı meşruiyet zanneden Erdoğan, ülkeyi hızla bir felakete sürüklüyor. Gerek akıl almaz hezeyan ve paranoyalarla dolu söylemleri, gerek yapıp ettikleri ve gerekse pek çok kez açıkça niyet beyanında bulunduğu halde  bürokratik ve sosyal direnç noktalarını aşamadığı için gerçekleştiremediği teşebbüsler Türkiye’yi hızla yönetilebilir bir ülke olmaktan çıkarıp, öngörülebilirliği düşük bir kaoslar ve belirsizlikler girdabına çekiyor.
Bu saatten sonra, toplumla devlet arasında ve devletin kurum ve organlarının kendi aralarında ilişkileri düzenleyen, görev ve sorumluluklarını tanımlayan Anayasa’yı fiilen ilga eden bir Cumhurbaşkanı’nın ülkeye bir karabasan gibi çöreklenen sorunların çözümüne katkısını beklemek sanırım abesle iştigal olurr. Anayasa’da Cumhurbaşkanı’nın yetki ve sorumlulukları çok açıkken, yürütmeye dair yetkilerini kullanma alanı son derece kısıtlıyken, Erdoğan’ın devlet ve kamu eksenli rant ekonomisinin iplerini sımsıkı elinde tutmaya devam etme isteği devletin en tepesinden başlayarak anayasal düzenin tarumar edilmesinin yolunu açıyor. Devletin başı olarak Erdoğan’ın kendi pozisyonunun Anayasa’da tanımlanan yetki ve sorumluluklarına, had ve sınırlarına uymadığı bir ortamda demokratik bir anayasal düzenden bahsetmenin imkanı da kalmıyor.  
Artık şunu açıkça ve hiç çekinmeden söylemeliyiz ki, uzunca bir zamandır Erdoğan tek başına Türkiye demokrasisi ve hukuk devletinin en büyük sorununu teşkil ediyor. Kamu bütçesinin tüm ilgili kural ve kanunlarını keyfi bir şekilde ihlal ederek şahsının kullanımı için inşa edilen tartışmalı Ak Saray’ın hikayesi bile Türkiye’nin içinde bulunduğu acınası durumu gözler önüne sermeye yeter. Birçok mahkeme kararına rağmen inşası illegal bir şekilde devam eden, bugün 35’ten fazla ciddi davaya konu olan Ak Saray’ın temeli atılırken Erdoğan için bir Başbakanlık sarayı olarak planlanması, cumhurbaşkanı seçilir seçilmez ise yine Erdoğan’ın şahsı için derhal Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na dönüştürülmesi Erdoğan’ın kamu kaynaklarını ne kadar keyfi ve şahsi amaçları için kullanabileceğinin açık bir delilini oluşturuyor.
Öte yandan, Erdoğan’ın yasama, yargı, yürütme ve insanların özel hayatlarını ilgilendiren konularda durmaksızın konuşması ve bu alanlarda belirleyici bir müdahil olma çabası da sorunun bir başka boyutunu oluşturuyor. Dünyanın hangi demokratik medeni ülkesinde bir devlet başkanı günde birkaç kez konuşma ihtiyacı duyar ki! En küçük bir açılışı, en sıradan bir bayi toplantısını bile kendisi için bir konuşma platformuna dönüştürme çabasındaki garabete hangi devlet başkanı tenezzül eder! Obama konuşacak olsa, Kraliçe konuşacak olsa, Kral konuşacak olsa, Holand konuşacak olsa, Putin konuşacak olsa haftalar öncesinden ne diyecekleri tüm dünya tarafından merak edilirken, akla gelebilecek en zırva konularda bile günde 3-5 kez konuşmayı meziyet sanan bir adam neden ilgi çeksin, neden saygı uyandırsın! Kadınların ne zaman ve kaç kez hamile kalması gerektiğinden, insanların ne yeyip içeceğine varıncaya kadar burnunu sokmadığı bir konu kalmayan bir adamın liderliğinin herhangi bir kıymeti olabilir mi?
Bu noktada önemli bir sorunun altını çizmek gerekiyor: Madem ki hala şeklen parlamenter bir demokratik sistem olan Türkiye’de sistemin kurum ve kuralları had ve sınır tanımayan Erdoğan tarafından hoyratça ihlal ediliyor ve madem ki Erdoğan cumhurbaşkanı olarak bir çözüm mercii olmaktan çıkıp sorunların ana kaynağı haline geliyor, demokratik hukuk sisteminin kendisini koruma ve kollama imkanı hiç mi bulunmuyor? Bir askeri darbe sonrası kaleme alınmış ve darbeci general Kenan Evren’in Cumhurbaşkanlığındaki despotik ihtiyaçlarına göre tasarlanmış olsa bile 1982 Anayasası bu konuda oldukça önemli emniyet sübaplarıyla donatılmış. O beğenmediğimiz darbe anayasası bile Cumhurbaşkanı’na sembolik bazı yetkiler vermekle birlikte hiçbir şüpheye mahal bırakmaksızın ülke yönetiminden Başbakan liderliğindeki Bakanlar Kurulu’nu sorumlu tutmuş.
Mesela Anayasa’nın 105. Maddesi, Cumhurbaşkanı'nın, Anayasa ve diğer yasalarda Başbakan ve ilgili bakanın imzalarına gerek olmaksızın tek başına yapabileceği belirtilen çok kısıtlı sayıdaki işlemleri dışındaki bütün kararlarının ancak Başbakan ve ilgili bakanların imzalarıyla geçerlilik kazanacağının ne olarak altını çiziyor. Ve üstelik bu kararlardan Cumhurbaşkanı’nın değil, Başbakan ve ilgili bakanın sorumlu olacağını da özellikle belirtiyor.
Anayasa’daki açık hükümlere ragmen fiilen ülkeyi yönetmek üzere görgüsüzlük abidesi sarayında 13 yeni birim kuran, Özel Başdanışmanı’nın bile Başabakan Ahmet Davutoğlu’na talimat verme cüretini kendisinde görmesine imkan veren bu kokrunç çarpıklık nasıl mümkün olabiliyor? Bu sorunun cevabı çok basit ve adresi elbetteki sorunun kaynağı olan Erdoğan değil. Türkiye’yi korkunç bir felakate sürükleme potansiyeli olan bu rezillik tamamen Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun sefaletinden, irade zaafından ve muktedirsizliğinden kaynaklanıyor. Diktatör olma eğilimli her muhteris gibi Erdoğan’ın da demokraik hukuk devleti  ve toplumsal barış açısından sorun ve bir tehdit olma potansiyeli maalesef Davutoğlu’nun örneğine tarihte rastlanılmayacak bir pejmurdelikle sergilediği siyasi ve iradi (İRADİ)  acziyetinden dolayı reel bir sorun olarak karşımıza çıkıyor.
Bütün yaşananlar gösteriyor ki Davutoğlu, şahsiyetiyle kendisi olmak ve kalmak yerine maalesef Erdoğan’ın mukalliti bir minion olmayı maharet sanıyor. Hala bazı kırıntılarının geriye kalmış olduğunu düşündüğümüz kendi şahsiyetini, izzetini, iradesini Erdoğan’ın had bilmez, sınır tanımaz zorbalığına feda ediyor. Hatta bununla da yetinmeyip Erdoğan zorbalığına teşne bir profil çiziyor, bir görüntü veriyor. İşte bu şartlar altında Erdoğan’ın bir özel danışmanının bir başbakan için “Davutoğlu’nu bu göreve biz getirdik”, “Davutoğlu’na bu yetki ve sorumluluğu biz verdik” cüretkarlığı daha bir anlışabilir oluyor.  Bana göre bu sekalet o danışmanın cüretkarlığından ziyade Davutoğlu’nun içinde bulunduğu sefil durumdan kaynaklanıyor.
Erdoğan 5 Ocak’ta Bakanlar Kurulu’na başkanlık edeceğini duyurduğunda kamuoyunda tartışılmış, sonunda Davutoğlu ve yardımcısı çıkıp spekülasyonları reddederek 5 Ocak’ta böyle bir toplantının olmayacağını duyurmuştu. Sonra ne oldu dersiniz? Erdoğan Bakanlar Kurulu’na 19 Ocak’ta başkanlık edeceğini duyurdu, ve Başbakan bu dayatma karşısında gıkını bile çıkaramadı. Dahası TÜSİAD Başkanı büyük bir risk alarak yapması gerekeni cesaretle yaptı ve “Muhatap olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı değil, Başbakan Davutoğlu’nu gördüklerini” deklare etti. Beklendiği gibi Erdoğan’ın buna tavrı çok sert oldu ve bir daha hiçbir TÜSİAD etkinliğine katılmayacığını yüksek perdeden dile getirdi. Minionu durur mu hiç, “benim muhatabım artık sensin” diyen TÜSİAD’a alalacele sert çıkarak iş hacmi Türk ekonomisinin yüzde 50’sine tekabül eden bu iş örgütünün etkinliklerine kendisinin de katılmayacağını duyurdu.
            Tüm bunlar Türkiye’nin en önemli sorununun gün geçtikçe daha da despotlaşan Erdoğan’ın cüretkar zorbalığı kadar Başbakan Davutoğlu’nun içler acısı sefaleti olduğunu da gösteriyor. O kadar ki, Başbakan’ın liderliğindeki Bakanlar Kurulu’nun yetkileri, kim tarafından hazırlandığı pek belli olmayan bazı yasal düzenlemelerle, Erdoğan’a koşulsuz itaatten başka değeri olmayan bazı hükümet üyelerine transfer ediliyor. Mesela normalde Anayasal olarak Başbakan’ın kontrolündeki Bakanlar Kurulu’nun kararını gerektiren “Olağanüstü hal ilan etme yetkisi” Erdoğan’ın emrine amade İçişileri Bakanı Efkan Ala’ya devrediliyor. Zaten tartışmalı olan iradesi silikleştiği, şahsiyeti sıfırlandığı halde koltuğuna yapışmayı meziyet sanan  Davutoğlu, büyük bir acziyet sergileyerek Başbakanlık yetkilerinin tırpanlanmasını, makamının bypass edilmesini sineye çekmek suretiyle bilerek ya da bilmeyerek despotik gidişatın en büyük payandası oluyor ve Türkiye’yi felakete sürükleyen tarihi bir ihanetin parçası haline geliyor. Bizden söylemesi…