600
yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu yönetiminde kalan Türkiye, imparatorluklar ve
sultanlar devrinin kapandığı, Osmanlı Devleti’nin parçalanarak yıkıldığı 1.
Dünya Savaşı sonrası kendi küllerinden ama oldukça küçülerek yeniden doğmuştur.
Osmanlı’nın yaşadığı çok acı tecrübelerden ders çıkaran genç Türkiye
Cumhuriyeti yüzünü tamamen Batı’ya dönerken, sekülerizmi yeni rejimin ideolojik
temeli olarak görmüştür. Son döneminde daha baskın şekilde Pan-İslamist ve
hilafetçi siyasetler izleyen Osmanlı Devleti’nin aksine, Türkiye Cumhuriyeti
Ortadoğu’daki eski Osmanlı toprakları ve bölgenin Müslüman halkları ile arasına
da ciddi bir mesafe koymuştur.
Ancak
bu bölge ile olan ilişkilerini uluslararası ilişkilerin ve ulusal çıkarların
gerektirdiği seviyede tutmayı soğukkanlılıkla sürdürmüştür. Daha yakın zamana
kadar Osmanlı’nın bir parçası olan Arap coğrafyası ile mesafeli bir ilişki
geliştirirken, o coğrafyada İngiltere ve Fransa gibi kolonyalist ülkeler
tarafından suni sınırlar üzerinde kurulan devletlerle uluslararası şartların
gerektirdiği formal ittifaklar geliştirmekten ise imtina etmemiştir. 1937
yılında, yani Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk henüz hayattayken,
Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında İran’la olan sınır sorunlarının
çözümü ve saldırmazlık temini için Sadabad Paktı kurulmuştur.
Soğuk
Savaş yıllarında ise Batı Blok’unun pozisyonunu tahkim etmek için Türkiye,
İran, Irak, Pakistan ve İngiltere arasında 1955 yılında Bağdat Paktı olarak da
bilinen CENTO (Central Treaty Organization; Merkezi Antlaşma Teşkilatı
(1955-1959)) kurulmuştur. Bağdat Paktı,
bölgesel arayışlardan ziyade, Doğu Bloku ile Batı Bloku arasındaki çekişmenin
bir neticesidir ve NATO’nun bir bölgesel uzantısı olarak Sovyetler Birliği’nin
Ortadoğu’da nüfuz kurmasını önlemeye yönelik kurulmuş bir güvenlik ve savunma
örgütüdür.
Askeri
ve güvenlik alanları dışında ekonomi ve ticaret odaklı olarak ise 1985 yılında
Türkiye, İran ve Pakistan tarafından Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği örgütü
kurulmuş, bu örgüt daha sonra Sovyetlerin çökmesi üzerine, Türki
Cumhuriyetlerin de katılımıyla, Ekonomik İşbirliği Örgütü adını almıştır.
Bunlara
ilaveten Türkiye, 1969 yılında Kudüs’te Mescid’i Aksa’ya yönelik yapılan bir
saldırıya karşı harekete geçen İslam ülkelerinin Rabat’ta kurduğu İslam
Konferansı Örgütü’nün de bir parçası olmuştur. 2000’li yıllarda Türkiye’den
Ekmeleddin İhsanoğlu’nun Genel Sekreterliği Döneminde bu teşkilatın ismi İslam
İşbirliği Teşkilatı olarak değiştirilmiştir.
Gerek ulusal çıkarları, gerek bölgesel
gereklilikler, gerekse içinde yer aldığı Batı Bloğunun ihtiyaçları çerçevesinde
hareket eden Türkiye, geliştirdiği bütün bu çok taraflı, kurumsal ve ikili
ilişkilerine rağmen genel olarak Ortadoğu bölgesiyle hep mesafeli bir ilişki
içerisinde kalmış ve kendisini daha ziyade Güneydoğu Avrupa’nın bir parçası
olarak görmüştür. Bu konumlandırma Türklerin bilinen tarihleri boyunca sürekli
olarak Batı yönelimli olmalarıyla da uyumludur. Kavimler göçünden başlayarak, istisnai
durumlar hariç, tüm Türk soylu devletler ve imparatorlukların atlarını hep
Batı’ya doğru sürdükleri bir tarihi gerçekliktir. Bu bir nevi genetik eğilimi Osmanlı’nın
son yüzyıllarında da gerek ekonomik, gerek siyasi ve diplomatik, gerekse
kültürel açıdan görmek mümkün.
Türkiye
Cumhuriyeti de aynı yolu takip etmiş ve kendisini daha ziyade Avrupai
değerlerle tanımlamayı tercih etmiştir. Cumhuriyet sonrası yapılan kıyafet
değişikliği gibi şekli, harf ve hukuk değişikliği gibi devrimsel değişiklikler
bu tarihi yönelimin radikal bir teyidi niteliğinde olmuştur. Yüzünü Batı’ya
dönen Türkiye’nin, bölgesel ilişkilerin gerektirdiği asgari ilişki düzeyi
dışında, Ortadoğu’ya sırtını döndüğünü söylemek abartı olmayacaktır. Bu durumlu
sürekli bir türbülans ve kaos içerisinde bulunan Ortadoğu’yu Türkiye’nin yapıcı
katkılarından kısmen mahrum bırakmış olsa da Türkiye’yi sürekli kaos içerisinde
bulunan bu bölgenin ateşinden büyük ölçüde muhafaza etmiştir.
1979
İran Devrimi sonrası İran’ın bölgesel ve uluslararası ilişkilerinde de devrimci
bir siyaset izleyerek bölge ülkelerini kendi amaçları doğrultusunda
istikrarsızlaştırma çabalarından elbette Türkiye de payını almıştır. Suriye ile
birlikte Kürt sorununu istismar eden terör örgütü PKK’ya destek olan İran,
Türkiye’de faaliyet gösteren radikal terör örgütü Hizbullah’ın terörist
faaliyetlerine de her türlü desteği sağlamıştır. Aynı şekilde Irak’ta bir dikta
rejimi kuran Saddam Hüseyin’in izlediği politikalar, en azından Irak Kürtlerine
yönelik katliamlarından kaçan yüzbinlerce Kürtün oluşturduğu sığınmacı göçleri
de Türkiye’yi olumsuz etkilemiştir.
Ortadoğu’daki
sınır komşuları dahil olmak üzere, bölge ile olan ilişkilerini hep karşılıklı
güvensizlik ve şüphe içeren bir mesafede tutan Türkiye’nin bu politikası, uzun
yıllar boyunca özellikle siyasal İslamcı çevrelerin hep sert eleştirilerine
hedef olmuştur. Osmanlı Devleti’nin son döneminde bölgede yaşanan trajedilerden
çıkarılan haklı derslere dayalı bu travmatik tavrın güçlü gerekçeleri ise
nesiller değiştikçe etkisini büyük ölçüde yitirmiştir. Özellikle 1980’lerde
güçlenen ticari ilişkiler, Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleri ile mesafeli
ilişkilerini düzeyli bir yakınlaşma sürecine sokmakla sonuçlanmıştır.
2001
yılında çok ciddi bir ekonomik krizin yol açtığı siyasi çöküş sonrası, 2002 Kasım
ayında iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), her ne kadar nüvesini
eski siyasal İslamcılar oluştursa da, ana yönelim olarak Türk dış politikasının
önüne hedef olarak yine Batı’yı koymuştur. İlk dönemlerinde Kemalist-Militarist
vesayetçi yapılara karşı kendisini güvende hissetmeyen AKP özellikle Avrupa
Birliği üyelik sürecinin gerektirdiği siyasi, ekonomik ve sosyal reformlara hız
vermiştir. Öyle ki 2004-2005 yıllarına kadar olan süreçte Türkiye’nin izlediği
dış politikaya bakanlar sanki iktidarda siyasal İslamcı kökenden gelen bir
parti değil de Avrupai anlamda liberal demokrat bir parti varmış gibi
düşünebilirlerdi.
Avrupa
Birliği’nden müzakere tarihi almaya koşut olarak Türkiye, dış politikasını
çeşitlendirme hedefi çerçevesinde, çok boyutluluk siyasetine yönelmiştir. Bu
kapsamda Orta Asya, Kafkaslar, Afrika, Balkanlar’ın yanı sıra Ortadoğu ile olan
ilişkilerin güçlendirilmesinin de arayışına girilmiştir. 2006 yılında AKP
hükümetinin Gazze’de seçimleri kazanan HAMAS ile doğrudan temasa geçip bir
oyuncu olarak kendisine alan açma çabası yeni bir sürecin başlangıcı olmuştur.
Cumhuriyet dönemi boyunca Ortadoğu ile sürdürülen mesafeli ilişkilere o güne
kadar sadık kalan AKP hükümeti, 2006 Mayıs ayındaki bu hamlesi ile Ortadoğu’da
sahada aktif oyuncu olan aktörler arasında yer alma isteğini açıkça göstermiştir.
AB
üyelik müzakereleri sürecinde gerçekleştirilen demokratikleşme ve hukuk reformlarının
sağladığı cazibeyle Türkiye’nin yabancı yatırımcıların gözdesi haline gelmesi, diğer
uluslararası çevrelerde olduğu kadar, Ortadoğu’da da prestijinin artmasını
sağlamıştır. Bunun üzerine AKP hükümeti, elinde biriken bu diplomatik, siyasi
ve ekonomik sermayeyi sadece bir “yumuşak güç” olarak kullanmakla yetinmemiş,
oldukça abarttığı bu mahut gücü bölgesel bir başat aktör olma doğrultusunda
kullanmaya yönelmiştir Bu amaçla sadece formal devlet yapılarıyla ilişkiler
geliştirmekle kalmamış, ulus-altı ya da devlet dışı bölgesel aktörlerle de
niteliği netameli ilişkiler kurmaktan çekinmemiştir.
İlk
iktidar dönemleri boyunca ağırlıklı seyahatlerini Avrupa, Orta Asya, kuzey
ülkeleri başkentlerine ya da ABD’ye yapan AKP’li yetkililerin, yeni gözde seyahat
destinasyonlarını Ortadoğu ülkeleri ve şehirleri oluşturur hale gelmiştir. Türkiye
bir anda Pakistan ile Afganistan, Hindistan ile Pakistan arasındaki sorunların
çözümünde bir aktör gibi davranmaya, Suriye ile İsrail arasında arabulucu rolü
üstlenmeye, hatta İran ile Batı arasındaki nükleer görüşmelerde kolaylaştırıcı
rol oynamaya soyunan bir aktör olarak belirmiştir.
Bu
yeni rollerinin hiçbirinden kayda değer bir sonuç alınamasa da bu çabalar başta
dönemin başbakanı Erdoğan olmak üzere AKP’li siyasetçiler tarafından başarılı
bir şekilde iç siyaset malzemesi olarak kullanılmıştır. 2009 yılında İsrail’in Gazze’yi
kuşatarak bombalaması, Gazze’ye koyduğu ablukayı aylarca kaldırmaması üzerine
yaşanan ve 9 Türk vatandaşının İsrail askerlerince öldürülmesiyle sonuçlanan
Mavi Marmara katliamı ve yaşanan Davos skandalından sonra ise Türkiye, Batı
yöneliminden hızla sapmaya başlamıştır. Bundan sonra Türkiye çok boyutlu dış
politikadan aşamalı olarak vazgeçerek tamamen bir Ortadoğu aktörü olmaya doğru
yönelmiştir.
Bu
şartlar altında 2011 yılı başlarında patlak veren Arap isyanlarını kendisi için
bir fırsat olarak gören Erdoğan ve AKP, bölgesel sorunların içine alabildiğine
dalmıştır. İlk devresinde demokrasi, laiklik, insan hakları, hukukun üstünlüğü,
temel özgürlükler gibi evrensel demokratik insani değerlerin taşıyıcısı rolünü
üstlenen ve bu rolü oynarken hep AB ve Batı’dan takdir toplamayı da gözeten
Türkiye, Ortadoğu’da müstakil bir aktör gibi hareket edebileceğine dair bir
özgüven patlaması yaşamıştır. Ancak Arap isyanlarının Mısır’da ve Suriye’de
duvara toslamasıyla tüm varsayımları çökmüş ve bambaşka bir sürece girmiştir.
Erdoğan
ve AKP yönetiminde Türkiye dış ilişkilerinde akıldan çok hissiyatla, çıkardan
çok ideolojik ön kabullerle hareket emiştir. Mesela, Mısır’da toplumun tamamını
muhatap almak yerine sadece ideolojik olarak yakın hissettiği Müslüman
Kardeşlerle yol almayı tercih etmiştir. Filistin’de el-Fetih ile HAMAS arasında
bir denge gözetmek yerine HAMAS yanlısı bir tavır sergilemiştir. Libya’da ise
Kaddafi sonrası uluslararası tanınırlığı olan Tobruk yönetiminin karşısındaki
radikal unsurları desteklemiştir. Erdoğan ve AKP, o dönemde ağır aksak da olsa
güçlenmekte olan Türkiye’nin askeri, ekonomik, siyasi, diplomatik ve insani
kapasitesini abartarak bir özgüven patlaması sergilemiş ve bu abartılı ve
temelsiz özgüvene dayanarak Ortadoğu’ya yön vermeye kalkışmıştır.
Bu
basiretsiz ve jeo-stratejik ferasetten yoksun teşebbüs dönemin Dışişleri Bakanı
Ahmet Davutoğlu’nun “Ortadoğu’nun sahibi biziz”, “Ortadoğu bizden sorulur”,
“Ortadoğu’da düzen kurucuyuz” sözleriyle karşılığını bulmuştur. Bu coşkunun
verdiği hızla bir taraftan “Yeni Osmanlıcılık” söylemleri ve politikaları
gündem oluşturmuş ve diğer taraftan da Hilafet dedikoduları fısıltı gazeteleri
aracılığıyla yayılmaya çalışılmıştır. Güya AKP ve Erdoğan yönetiminde Türkiye
şanlı mazisini yeniden canlandıracak ve tıpkı Osmanlı gibi bölgede düzene hakim
olarak yeni bir Pax-Osmanlı olmasa bile Pax-Yeni Osmanlı kuracaktı. Erdoğan da
doğal olarak bölgenin ve İslam coğrafyasının en büyük lideri olacaktı.
Ne var ki, evdeki hesap çarşıya uymamış ve AKP
yönetiminin içişlerine burnuna kadar gömüldüğü Mısır, Suriye ve Libya gibi
ülkelerde beklenen olmamıştır. AKP ve Erdoğan kadrolarının yönlendirdiği
Mısır’daki Müslüman Kardeşler ve seçtirdikleri Muhammet Mursi hata üzerine hata
yapmış ve kanlı bir askeri darbeye davetiye çıkarmıştır. General Sisi’nin
darbesi sonrası Türkiye-Mısır ilişkileri kökten bozulmuş, karşılıklı elçiler
bile başkentlerden çekilmiştir. Bugün tıpkı uluslararası tanınırlığı olan Libya
hükümetinin ve Bağdat yönetiminin yaptığı gibi, Mısır da sıklıkla Erdoğan
yönetimini ülkenin içişlerine karışmakla suçlamaktadır.
Asıl
trajedi ise Suriye’de yaşanmıştır. 2011 yılı ortalarına kadar Türkiye ile olan ilişkileri
sıradan iki komşu ülkenin ilişkilerinin çok ötesinde olan Suriye’de başlayan
isyanlar üzerine Türkiye 6 ay boyunca Şam üzerindeki uluslararası baskıları
teskin edici bir rol üstlenmiştir. 2011 sonbaharında ise tam tersi bir role
bürünerek, ne pahasına olursa olsun, Esed rejimini devirme arayışına girmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca ilk kez Ankara bir başka ülkenin rejimini
açıktan değiştirme çabasına yeltenmiştir. Muhalefetin örgütlenerek
silahlandırılması sonucu bu işin haftalar içerisinde başarılabileceğine inanan
Erdoğan ve AKP hükümeti, tabii ki büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır. Ancak
Erdoğan ve AKP’nin bu emelleri 26 milyonluk bir ülkenin harabeye dönmesine,
yüzbinlerce insanın ölmesine, yüz binlercesinin yaralanarak sakat kalmasına,
milyonlarca insanın evlerini terk edip mülteci durumuna düşmesine yol açmıştır.
Trajedinin boyutları bugün göçmen krizi olarak Avrupa içlerine kadar
yayılmıştır.
Esed
rejimi düşünüldüğü kadar çabuk devrilmeyince Erdoğan yönetimi pek de meşru ve
konvansiyonel olmayan yöntemlere başvurmuştur. Kısa sürede “Esed rejimi
devrilsin de nasıl devrilirse devrilsin” noktasına gelinmiş ve maalesef AKP
hükümetinin kolaylaştırıcı rolüyle uluslararası radikal İslamcı ve cihadist
militanlar Suriye’ye akın etmiştir. AKP hükümeti ise binlerce tırla bu radikal
örgütlere silah ve lojistik destek taşımıştır. Süreç içerisinde en ılımlı
muhalif gruplar bile radikalleşmiş, radikalleşen bu gruplar el Kaide uzantısı
terör örgütleriyle birleşmiştir. Erdoğan rejiminin Suriye’ye taşıdığı silah ve
mühimmat ise ileride IŞİD’i oluşturan koalisyonun parçaları eliyle IŞİD’ın
kontrolüne geçmiştir.
Ortadoğu’da
formal devletlerarası ilişkilerin yanı sıra hep bir başka ilişki biçimi de olmuştur.
Diplomatik iletişimin yanı sıra farklı bir iletişim dili de kullanılmıştır.
Devletler resmi diplomatik ilişkilerinin yanı sıra bölgenin değişik ülkelerinde
kurarak destekledikleri proxy örgütler üzerinden de birbirleriyle bir çeşit
iletişim kurmuşlardır. Şiddet, terör, siyasi suikastler, intihar saldırıları,
canlı bombalar, ayrım yapmaksızın düzenlenen katliamlar ve adam kaçırmadan
oluşan bu lanetli iletişim dilinin başta Suriye, Irak, Libya ve Mısır olmak
üzere Ortadoğu’yu ne hale getirdiği bugün ortadadır.
Ortadoğu’ya
mesafeli olduğu onlarca yıl boyunca bu lanetli dile ve kanlı yönteme uzak duran
Türkiye, maalesef Erdoğan yönetimi altında bu dili acemice benimseyerek, kullanmaya
yönelmiştir. Bu amaçla AKP iktidarı Ortadoğu’nun değişik ülkelerindeki kriminal
işlerle uğraşan ve terör faaliyetleri yürüten bazı devlet altı yapılarla
sorunlu ve kuşkulu ilişkiler geliştirmiştir. Bunun doğal sonuçlarını da yaşanan
üstü örgütlü misillemelerle kendi ülkesini daha az güvenli hale getirerek
ödemeye başlamıştır. 11 Mayıs 2013 günü 52 vatandaşımızın öldüğü, 146
vatandaşımızın yaralandığı Reyhanlı katliamı; 20 Temmuz 2015 günü 34 genç
vatandaşımızın öldüğü, 100’den fazla vatandaşımızın yaralandığı Suruç katliamı
ve Niğde’de şehit edilen polisler gibi katliam ve saldırılar hep benimsenen bu
yeni iletişim dili ve izlenen sorunlu politikanın kaçınılmaz sonuçlarıdır.
Filistin’de
daha yaygın kabul gören Filistin Yönetimi’nden ziyade siyasi ve hukuki kimliği
hala tartışmalı olan HAMAS gibi bir yapıyla ikili ilişkiler geliştirmeye daha
fazla önem veren Erdoğan yönetimi, Suriye’de ise Esed karşıtı gördüğü her
radikal unsuru desteklemekte bir beis görmemiştir. Öyle ki, Esed rejimini
yıkmaya yönelik faydalı bulduğu oranda Türkiye’de 40 bin civarında insanın
ölümünden sorumlu olan terör örgütü PKK’nın bölgedeki faaliyetlerini bile
kolaylaştırmıştır.
Hatta
bir ara Erdoğan, peşine düştüğü nevi şahsına münhasır başkanlık hayallerini
bölgesel unsurları kapsayacak bir konfederasyonel ya da federasyonel devlet
kurarak gerçekleştirme düşleri görmeye bile başlamıştır. Bu bağlamda Erdoğan ve
çevresindekiler terör örgütü PKK’yı bir çeşit bölgesel çözüm ortağı gibi görme
eğilimine girmişlerdir. Bu bağlamda, bana göre, Türkiye’nin mevcut sınırlarını
aşacak bir coğrafyada hükümran olacak bir federal başkanlık sisteminin
altyapısını kurmakta destek alma karşılığında, PKK terör örgütü ile
müzakerelere başlanmış ve “çözüm süreci” başlatılmıştır.
Yakından
bakıldığında, hedefi ve kapsamı bir avuç insan dışında hiç kimse tarafından
bilinmeyen bir “çözüm süreci”nin başlatılma nedenleri ile Suriye’deki yanlış
varsayımlarla yola çıkılma süreçlerinin şaşırtıcı bir şekilde birbiri ile
örtüştükleri görülecektir. Ancak, Erdoğan’ın Kuzey Irak ve Suriye hakkındaki
varsayımları ve hedefleri boşa çıkınca PKK ile sürdürülen samimiyetsiz “çözüm
süreci”ne de gerek kalmamıştır. Sınırları genişlemiş “Büyük Türkiye”nin bir
gereği olarak Erdoğan tarafından başlatılan “çözüm süreci”, bu hedefin
gerçekleşmesinin mümkün olamayacağı görülerek sona erdirilmiştir.
Elbette
bunda iç siyasi maslahatların da etkisi vardır. 7 Haziran’da Kürt ağırlıklı
HDP’nin yüzde 13,6 oy alarak seçim barajını aşıp Meclis’e dördüncü parti olarak
girmesi ise Erdoğan’ın mevcut sınırlar içinde dahi başkanlık hayallerini
çökertmiştir. HDP ve liderinin siyasette yıldızlaşması, HDP’nin seçim
başarısıyla ihtiraslı planlarına darbe vurulan Erdoğan kadar terör örgütü
PKK’nın komuta kademesini de zora sokmuştur. Bu yüzden bir taraftan 7 Haziran
seçimlerini yok hükmünde saymak için proje geliştiren Erdoğan, diğer taraftan
yapılacak yeni seçimlerde HDP’yi baraj altı bırakmak için terörün yeniden
tetiklenmesini sağlayacak ne varsa yapmıştır. Ve maalesef bu amacında da
başarıya ulaşmıştır.
Erdoğan’ın
yeni pozisyonundan terör örgütü PKK’nın Suriye’deki uzantıları da payını
almıştır. Bu kapsamda, Erdoğan yönetimi Suriye’nin kuzeyinde PKK uzantılarını hedef
alan el-Kaide terör örgütü bağlantılı tüm grupların ve örgütlerin askeri ve
ekonomik lojistiğinin sağlanmasında hayati rol üstlenmiştir. Daha önce de
bahsettiğim gibi bir kolu MİT’e uzanan Erdoğan ekibinin koordinasyonunda
Suriye’deki IŞİD ve el-Kaide bağlantılı terör örgütlerine silah ve mühimmat sevkiyatları
yapılmıştır. Ulusal ve uluslararası hukuk ihlal edilerek bu radikal örgütlere
silah taşıyan birkaç tırın 1 Ocak 2014 günü Hatay’da ve 19 Ocak 2014 günü
Adana’da bir ihbar üzerine askerlerce durdurulması Türkiye’de bir şok etkisi
yaratmıştır.
Durdurulan
bu tırlar sayesinde Türkiye’de devletin içine ve MİT’e yerleşmiş Erdoğan
kontrolündeki bir grubun illegal bir şekilde 3 bine yakın tırla Suriye’ye silah
ve mühimmat taşıdığı gerçeği deşifre olmuştur. Ancak illegaliteye batmış Erdoğan
rejimi bu deşifreye çok sert bir cevap vermiş ve tırların durdurulmasında görev
alan savcıları, hakimleri ve askerleri kurgu mahkemelerde hukuksuzca tutuklatarak
hapse attırmıştır. Erdoğan, Meclis’teki AKP çoğunluğuna dayanarak apar topar
bir de yasa çıkartmış ve Suriye’deki radikal terör örgütlerine silah sevkiyatı
başta olmak üzere, konusu suç teşkil eden eylemlere karışmış tüm MİT mensuplarını
yasal koruma zırhı altına almaya çalışmıştır.
Maalesef
Anayasal sınırları içerisinde hareket etmediği gibi, uluslararası hukuk
konusunda da revizyonist bir yaklaşım sergileyerek kurallara ve teamüllere
uymayan Erdoğan yönetimi, bugün Suriye’de yaşanan insanlık trajedisinin Esed’den
sonraki en büyük sorumluları haline gelmiştir. Erdoğan rejiminin komşu
ülkelerin içişlerine müdahale edici yeni politikaları sadece Suriye ile sınırlı
kalmamıştır. Irak, Mısır, Libya, Filistin, Bulgaristan ve hatta Malezya gibi
ülkelerin içişlerine de farklı ölçülerde karıştığına dair haberler zaman zaman
medyada yer almaktadır.
Yıllarca
terörün ve yıkıcı faaliyetlerin hedefinde olan, bu konuda büyük acılar ve
kayıplar yaşayan bir ülke olarak Türkiye, tüm bunlara rağmen sürekli
Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün “yurtta sulh, cihanda sulh”
mottosu çerçevesinde hareket etmiştir. Bu yolla bölgesinde mümkün olduğunca bir
istikrar unsuru olarak kalmaya çaba harcamıştır. İlk kez Erdoğan ve AKP
iktidarının son dönemlerinde Türkiye maalesef bölgesinde bir istikrar unsuru
olmaktan ziyade bir sorun kaynağı ve istikrarsızlık faktörü olarak öne çıkmıştır.
Erdoğan’ın demokrasiyi, temel hak ve özgürlükleri ve hukuku yok etmek pahasına
giriştiği tek adam rejimi kurma projesi realize ve konsolide olduğu oranda da korkarım
ki Türkiye’nin geçmişteki barış ihraç eden tavrı sadece tatlı bir anı olarak
hatıralarda kalacaktır.
---
Bu yazı 29 Eylül 2015 günü Tokyo'da düzenlenen Türkiye-Japonya Medya Forumu'nda yaptığım konuşmaya dayalıdır...
---
Bu yazı 29 Eylül 2015 günü Tokyo'da düzenlenen Türkiye-Japonya Medya Forumu'nda yaptığım konuşmaya dayalıdır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder