HAMAS etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
HAMAS etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ekim 2015 Pazartesi

Türkiye'nin Ortadoğu'daki aşırı acıklı hikayesi

600 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu yönetiminde kalan Türkiye, imparatorluklar ve sultanlar devrinin kapandığı, Osmanlı Devleti’nin parçalanarak yıkıldığı 1. Dünya Savaşı sonrası kendi küllerinden ama oldukça küçülerek yeniden doğmuştur. Osmanlı’nın yaşadığı çok acı tecrübelerden ders çıkaran genç Türkiye Cumhuriyeti yüzünü tamamen Batı’ya dönerken, sekülerizmi yeni rejimin ideolojik temeli olarak görmüştür. Son döneminde daha baskın şekilde Pan-İslamist ve hilafetçi siyasetler izleyen Osmanlı Devleti’nin aksine, Türkiye Cumhuriyeti Ortadoğu’daki eski Osmanlı toprakları ve bölgenin Müslüman halkları ile arasına da ciddi bir mesafe koymuştur.
Ancak bu bölge ile olan ilişkilerini uluslararası ilişkilerin ve ulusal çıkarların gerektirdiği seviyede tutmayı soğukkanlılıkla sürdürmüştür. Daha yakın zamana kadar Osmanlı’nın bir parçası olan Arap coğrafyası ile mesafeli bir ilişki geliştirirken, o coğrafyada İngiltere ve Fransa gibi kolonyalist ülkeler tarafından suni sınırlar üzerinde kurulan devletlerle uluslararası şartların gerektirdiği formal ittifaklar geliştirmekten ise imtina etmemiştir. 1937 yılında, yani Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk henüz hayattayken, Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında İran’la olan sınır sorunlarının çözümü ve saldırmazlık temini için Sadabad Paktı kurulmuştur.
Soğuk Savaş yıllarında ise Batı Blok’unun pozisyonunu tahkim etmek için Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere arasında 1955 yılında Bağdat Paktı olarak da bilinen CENTO (Central Treaty Organization; Merkezi Antlaşma Teşkilatı (1955-1959)) kurulmuştur.  Bağdat Paktı, bölgesel arayışlardan ziyade, Doğu Bloku ile Batı Bloku arasındaki çekişmenin bir neticesidir ve NATO’nun bir bölgesel uzantısı olarak Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’da nüfuz kurmasını önlemeye yönelik kurulmuş bir güvenlik ve savunma örgütüdür.
Askeri ve güvenlik alanları dışında ekonomi ve ticaret odaklı olarak ise 1985 yılında Türkiye, İran ve Pakistan tarafından Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği örgütü kurulmuş, bu örgüt daha sonra Sovyetlerin çökmesi üzerine, Türki Cumhuriyetlerin de katılımıyla, Ekonomik İşbirliği Örgütü adını almıştır.
Bunlara ilaveten Türkiye, 1969 yılında Kudüs’te Mescid’i Aksa’ya yönelik yapılan bir saldırıya karşı harekete geçen İslam ülkelerinin Rabat’ta kurduğu İslam Konferansı Örgütü’nün de bir parçası olmuştur. 2000’li yıllarda Türkiye’den Ekmeleddin İhsanoğlu’nun Genel Sekreterliği Döneminde bu teşkilatın ismi İslam İşbirliği Teşkilatı olarak değiştirilmiştir.
 Gerek ulusal çıkarları, gerek bölgesel gereklilikler, gerekse içinde yer aldığı Batı Bloğunun ihtiyaçları çerçevesinde hareket eden Türkiye, geliştirdiği bütün bu çok taraflı, kurumsal ve ikili ilişkilerine rağmen genel olarak Ortadoğu bölgesiyle hep mesafeli bir ilişki içerisinde kalmış ve kendisini daha ziyade Güneydoğu Avrupa’nın bir parçası olarak görmüştür. Bu konumlandırma Türklerin bilinen tarihleri boyunca sürekli olarak Batı yönelimli olmalarıyla da uyumludur. Kavimler göçünden başlayarak, istisnai durumlar hariç, tüm Türk soylu devletler ve imparatorlukların atlarını hep Batı’ya doğru sürdükleri bir tarihi gerçekliktir. Bu bir nevi genetik eğilimi Osmanlı’nın son yüzyıllarında da gerek ekonomik, gerek siyasi ve diplomatik, gerekse kültürel açıdan görmek mümkün.
Türkiye Cumhuriyeti de aynı yolu takip etmiş ve kendisini daha ziyade Avrupai değerlerle tanımlamayı tercih etmiştir. Cumhuriyet sonrası yapılan kıyafet değişikliği gibi şekli, harf ve hukuk değişikliği gibi devrimsel değişiklikler bu tarihi yönelimin radikal bir teyidi niteliğinde olmuştur. Yüzünü Batı’ya dönen Türkiye’nin, bölgesel ilişkilerin gerektirdiği asgari ilişki düzeyi dışında, Ortadoğu’ya sırtını döndüğünü söylemek abartı olmayacaktır. Bu durumlu sürekli bir türbülans ve kaos içerisinde bulunan Ortadoğu’yu Türkiye’nin yapıcı katkılarından kısmen mahrum bırakmış olsa da Türkiye’yi sürekli kaos içerisinde bulunan bu bölgenin ateşinden büyük ölçüde muhafaza etmiştir.
1979 İran Devrimi sonrası İran’ın bölgesel ve uluslararası ilişkilerinde de devrimci bir siyaset izleyerek bölge ülkelerini kendi amaçları doğrultusunda istikrarsızlaştırma çabalarından elbette Türkiye de payını almıştır. Suriye ile birlikte Kürt sorununu istismar eden terör örgütü PKK’ya destek olan İran, Türkiye’de faaliyet gösteren radikal terör örgütü Hizbullah’ın terörist faaliyetlerine de her türlü desteği sağlamıştır. Aynı şekilde Irak’ta bir dikta rejimi kuran Saddam Hüseyin’in izlediği politikalar, en azından Irak Kürtlerine yönelik katliamlarından kaçan yüzbinlerce Kürtün oluşturduğu sığınmacı göçleri de Türkiye’yi olumsuz etkilemiştir.
Ortadoğu’daki sınır komşuları dahil olmak üzere, bölge ile olan ilişkilerini hep karşılıklı güvensizlik ve şüphe içeren bir mesafede tutan Türkiye’nin bu politikası, uzun yıllar boyunca özellikle siyasal İslamcı çevrelerin hep sert eleştirilerine hedef olmuştur. Osmanlı Devleti’nin son döneminde bölgede yaşanan trajedilerden çıkarılan haklı derslere dayalı bu travmatik tavrın güçlü gerekçeleri ise nesiller değiştikçe etkisini büyük ölçüde yitirmiştir. Özellikle 1980’lerde güçlenen ticari ilişkiler, Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleri ile mesafeli ilişkilerini düzeyli bir yakınlaşma sürecine sokmakla sonuçlanmıştır.    
2001 yılında çok ciddi bir ekonomik krizin yol açtığı siyasi çöküş sonrası, 2002 Kasım ayında iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), her ne kadar nüvesini eski siyasal İslamcılar oluştursa da, ana yönelim olarak Türk dış politikasının önüne hedef olarak yine Batı’yı koymuştur. İlk dönemlerinde Kemalist-Militarist vesayetçi yapılara karşı kendisini güvende hissetmeyen AKP özellikle Avrupa Birliği üyelik sürecinin gerektirdiği siyasi, ekonomik ve sosyal reformlara hız vermiştir. Öyle ki 2004-2005 yıllarına kadar olan süreçte Türkiye’nin izlediği dış politikaya bakanlar sanki iktidarda siyasal İslamcı kökenden gelen bir parti değil de Avrupai anlamda liberal demokrat bir parti varmış gibi düşünebilirlerdi.
Avrupa Birliği’nden müzakere tarihi almaya koşut olarak Türkiye, dış politikasını çeşitlendirme hedefi çerçevesinde, çok boyutluluk siyasetine yönelmiştir. Bu kapsamda Orta Asya, Kafkaslar, Afrika, Balkanlar’ın yanı sıra Ortadoğu ile olan ilişkilerin güçlendirilmesinin de arayışına girilmiştir. 2006 yılında AKP hükümetinin Gazze’de seçimleri kazanan HAMAS ile doğrudan temasa geçip bir oyuncu olarak kendisine alan açma çabası yeni bir sürecin başlangıcı olmuştur. Cumhuriyet dönemi boyunca Ortadoğu ile sürdürülen mesafeli ilişkilere o güne kadar sadık kalan AKP hükümeti, 2006 Mayıs ayındaki bu hamlesi ile Ortadoğu’da sahada aktif oyuncu olan aktörler arasında yer alma isteğini açıkça göstermiştir.
AB üyelik müzakereleri sürecinde gerçekleştirilen demokratikleşme ve hukuk reformlarının sağladığı cazibeyle Türkiye’nin yabancı yatırımcıların gözdesi haline gelmesi, diğer uluslararası çevrelerde olduğu kadar, Ortadoğu’da da prestijinin artmasını sağlamıştır. Bunun üzerine AKP hükümeti, elinde biriken bu diplomatik, siyasi ve ekonomik sermayeyi sadece bir “yumuşak güç” olarak kullanmakla yetinmemiş, oldukça abarttığı bu mahut gücü bölgesel bir başat aktör olma doğrultusunda kullanmaya yönelmiştir Bu amaçla sadece formal devlet yapılarıyla ilişkiler geliştirmekle kalmamış, ulus-altı ya da devlet dışı bölgesel aktörlerle de niteliği netameli ilişkiler kurmaktan çekinmemiştir.
İlk iktidar dönemleri boyunca ağırlıklı seyahatlerini Avrupa, Orta Asya, kuzey ülkeleri başkentlerine ya da ABD’ye yapan AKP’li yetkililerin, yeni gözde seyahat destinasyonlarını Ortadoğu ülkeleri ve şehirleri oluşturur hale gelmiştir. Türkiye bir anda Pakistan ile Afganistan, Hindistan ile Pakistan arasındaki sorunların çözümünde bir aktör gibi davranmaya, Suriye ile İsrail arasında arabulucu rolü üstlenmeye, hatta İran ile Batı arasındaki nükleer görüşmelerde kolaylaştırıcı rol oynamaya soyunan bir aktör olarak belirmiştir.
Bu yeni rollerinin hiçbirinden kayda değer bir sonuç alınamasa da bu çabalar başta dönemin başbakanı Erdoğan olmak üzere AKP’li siyasetçiler tarafından başarılı bir şekilde iç siyaset malzemesi olarak kullanılmıştır. 2009 yılında İsrail’in Gazze’yi kuşatarak bombalaması, Gazze’ye koyduğu ablukayı aylarca kaldırmaması üzerine yaşanan ve 9 Türk vatandaşının İsrail askerlerince öldürülmesiyle sonuçlanan Mavi Marmara katliamı ve yaşanan Davos skandalından sonra ise Türkiye, Batı yöneliminden hızla sapmaya başlamıştır. Bundan sonra Türkiye çok boyutlu dış politikadan aşamalı olarak vazgeçerek tamamen bir Ortadoğu aktörü olmaya doğru yönelmiştir.
Bu şartlar altında 2011 yılı başlarında patlak veren Arap isyanlarını kendisi için bir fırsat olarak gören Erdoğan ve AKP, bölgesel sorunların içine alabildiğine dalmıştır. İlk devresinde demokrasi, laiklik, insan hakları, hukukun üstünlüğü, temel özgürlükler gibi evrensel demokratik insani değerlerin taşıyıcısı rolünü üstlenen ve bu rolü oynarken hep AB ve Batı’dan takdir toplamayı da gözeten Türkiye, Ortadoğu’da müstakil bir aktör gibi hareket edebileceğine dair bir özgüven patlaması yaşamıştır. Ancak Arap isyanlarının Mısır’da ve Suriye’de duvara toslamasıyla tüm varsayımları çökmüş ve bambaşka bir sürece girmiştir.
Erdoğan ve AKP yönetiminde Türkiye dış ilişkilerinde akıldan çok hissiyatla, çıkardan çok ideolojik ön kabullerle hareket emiştir. Mesela, Mısır’da toplumun tamamını muhatap almak yerine sadece ideolojik olarak yakın hissettiği Müslüman Kardeşlerle yol almayı tercih etmiştir. Filistin’de el-Fetih ile HAMAS arasında bir denge gözetmek yerine HAMAS yanlısı bir tavır sergilemiştir. Libya’da ise Kaddafi sonrası uluslararası tanınırlığı olan Tobruk yönetiminin karşısındaki radikal unsurları desteklemiştir. Erdoğan ve AKP, o dönemde ağır aksak da olsa güçlenmekte olan Türkiye’nin askeri, ekonomik, siyasi, diplomatik ve insani kapasitesini abartarak bir özgüven patlaması sergilemiş ve bu abartılı ve temelsiz özgüvene dayanarak Ortadoğu’ya yön vermeye kalkışmıştır.
Bu basiretsiz ve jeo-stratejik ferasetten yoksun teşebbüs dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Ortadoğu’nun sahibi biziz”, “Ortadoğu bizden sorulur”, “Ortadoğu’da düzen kurucuyuz” sözleriyle karşılığını bulmuştur. Bu coşkunun verdiği hızla bir taraftan “Yeni Osmanlıcılık” söylemleri ve politikaları gündem oluşturmuş ve diğer taraftan da Hilafet dedikoduları fısıltı gazeteleri aracılığıyla yayılmaya çalışılmıştır. Güya AKP ve Erdoğan yönetiminde Türkiye şanlı mazisini yeniden canlandıracak ve tıpkı Osmanlı gibi bölgede düzene hakim olarak yeni bir Pax-Osmanlı olmasa bile Pax-Yeni Osmanlı kuracaktı. Erdoğan da doğal olarak bölgenin ve İslam coğrafyasının en büyük lideri olacaktı.
 Ne var ki, evdeki hesap çarşıya uymamış ve AKP yönetiminin içişlerine burnuna kadar gömüldüğü Mısır, Suriye ve Libya gibi ülkelerde beklenen olmamıştır. AKP ve Erdoğan kadrolarının yönlendirdiği Mısır’daki Müslüman Kardeşler ve seçtirdikleri Muhammet Mursi hata üzerine hata yapmış ve kanlı bir askeri darbeye davetiye çıkarmıştır. General Sisi’nin darbesi sonrası Türkiye-Mısır ilişkileri kökten bozulmuş, karşılıklı elçiler bile başkentlerden çekilmiştir. Bugün tıpkı uluslararası tanınırlığı olan Libya hükümetinin ve Bağdat yönetiminin yaptığı gibi, Mısır da sıklıkla Erdoğan yönetimini ülkenin içişlerine karışmakla suçlamaktadır.
Asıl trajedi ise Suriye’de yaşanmıştır. 2011 yılı ortalarına kadar Türkiye ile olan ilişkileri sıradan iki komşu ülkenin ilişkilerinin çok ötesinde olan Suriye’de başlayan isyanlar üzerine Türkiye 6 ay boyunca Şam üzerindeki uluslararası baskıları teskin edici bir rol üstlenmiştir. 2011 sonbaharında ise tam tersi bir role bürünerek, ne pahasına olursa olsun, Esed rejimini devirme arayışına girmiştir. Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca ilk kez Ankara bir başka ülkenin rejimini açıktan değiştirme çabasına yeltenmiştir. Muhalefetin örgütlenerek silahlandırılması sonucu bu işin haftalar içerisinde başarılabileceğine inanan Erdoğan ve AKP hükümeti, tabii ki büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır. Ancak Erdoğan ve AKP’nin bu emelleri 26 milyonluk bir ülkenin harabeye dönmesine, yüzbinlerce insanın ölmesine, yüz binlercesinin yaralanarak sakat kalmasına, milyonlarca insanın evlerini terk edip mülteci durumuna düşmesine yol açmıştır. Trajedinin boyutları bugün göçmen krizi olarak Avrupa içlerine kadar yayılmıştır.
Esed rejimi düşünüldüğü kadar çabuk devrilmeyince Erdoğan yönetimi pek de meşru ve konvansiyonel olmayan yöntemlere başvurmuştur. Kısa sürede “Esed rejimi devrilsin de nasıl devrilirse devrilsin” noktasına gelinmiş ve maalesef AKP hükümetinin kolaylaştırıcı rolüyle uluslararası radikal İslamcı ve cihadist militanlar Suriye’ye akın etmiştir. AKP hükümeti ise binlerce tırla bu radikal örgütlere silah ve lojistik destek taşımıştır. Süreç içerisinde en ılımlı muhalif gruplar bile radikalleşmiş, radikalleşen bu gruplar el Kaide uzantısı terör örgütleriyle birleşmiştir. Erdoğan rejiminin Suriye’ye taşıdığı silah ve mühimmat ise ileride IŞİD’i oluşturan koalisyonun parçaları eliyle IŞİD’ın kontrolüne geçmiştir.
Ortadoğu’da formal devletlerarası ilişkilerin yanı sıra hep bir başka ilişki biçimi de olmuştur. Diplomatik iletişimin yanı sıra farklı bir iletişim dili de kullanılmıştır. Devletler resmi diplomatik ilişkilerinin yanı sıra bölgenin değişik ülkelerinde kurarak destekledikleri proxy örgütler üzerinden de birbirleriyle bir çeşit iletişim kurmuşlardır. Şiddet, terör, siyasi suikastler, intihar saldırıları, canlı bombalar, ayrım yapmaksızın düzenlenen katliamlar ve adam kaçırmadan oluşan bu lanetli iletişim dilinin başta Suriye, Irak, Libya ve Mısır olmak üzere Ortadoğu’yu ne hale getirdiği bugün ortadadır.
Ortadoğu’ya mesafeli olduğu onlarca yıl boyunca bu lanetli dile ve kanlı yönteme uzak duran Türkiye, maalesef Erdoğan yönetimi altında bu dili acemice benimseyerek, kullanmaya yönelmiştir. Bu amaçla AKP iktidarı Ortadoğu’nun değişik ülkelerindeki kriminal işlerle uğraşan ve terör faaliyetleri yürüten bazı devlet altı yapılarla sorunlu ve kuşkulu ilişkiler geliştirmiştir. Bunun doğal sonuçlarını da yaşanan üstü örgütlü misillemelerle kendi ülkesini daha az güvenli hale getirerek ödemeye başlamıştır. 11 Mayıs 2013 günü 52 vatandaşımızın öldüğü, 146 vatandaşımızın yaralandığı Reyhanlı katliamı; 20 Temmuz 2015 günü 34 genç vatandaşımızın öldüğü, 100’den fazla vatandaşımızın yaralandığı Suruç katliamı ve Niğde’de şehit edilen polisler gibi katliam ve saldırılar hep benimsenen bu yeni iletişim dili ve izlenen sorunlu politikanın kaçınılmaz sonuçlarıdır.
Filistin’de daha yaygın kabul gören Filistin Yönetimi’nden ziyade siyasi ve hukuki kimliği hala tartışmalı olan HAMAS gibi bir yapıyla ikili ilişkiler geliştirmeye daha fazla önem veren Erdoğan yönetimi, Suriye’de ise Esed karşıtı gördüğü her radikal unsuru desteklemekte bir beis görmemiştir. Öyle ki, Esed rejimini yıkmaya yönelik faydalı bulduğu oranda Türkiye’de 40 bin civarında insanın ölümünden sorumlu olan terör örgütü PKK’nın bölgedeki faaliyetlerini bile kolaylaştırmıştır.
Hatta bir ara Erdoğan, peşine düştüğü nevi şahsına münhasır başkanlık hayallerini bölgesel unsurları kapsayacak bir konfederasyonel ya da federasyonel devlet kurarak gerçekleştirme düşleri görmeye bile başlamıştır. Bu bağlamda Erdoğan ve çevresindekiler terör örgütü PKK’yı bir çeşit bölgesel çözüm ortağı gibi görme eğilimine girmişlerdir. Bu bağlamda, bana göre, Türkiye’nin mevcut sınırlarını aşacak bir coğrafyada hükümran olacak bir federal başkanlık sisteminin altyapısını kurmakta destek alma karşılığında, PKK terör örgütü ile müzakerelere başlanmış ve “çözüm süreci” başlatılmıştır.
Yakından bakıldığında, hedefi ve kapsamı bir avuç insan dışında hiç kimse tarafından bilinmeyen bir “çözüm süreci”nin başlatılma nedenleri ile Suriye’deki yanlış varsayımlarla yola çıkılma süreçlerinin şaşırtıcı bir şekilde birbiri ile örtüştükleri görülecektir. Ancak, Erdoğan’ın Kuzey Irak ve Suriye hakkındaki varsayımları ve hedefleri boşa çıkınca PKK ile sürdürülen samimiyetsiz “çözüm süreci”ne de gerek kalmamıştır. Sınırları genişlemiş “Büyük Türkiye”nin bir gereği olarak Erdoğan tarafından başlatılan “çözüm süreci”, bu hedefin gerçekleşmesinin mümkün olamayacağı görülerek sona erdirilmiştir.
Elbette bunda iç siyasi maslahatların da etkisi vardır. 7 Haziran’da Kürt ağırlıklı HDP’nin yüzde 13,6 oy alarak seçim barajını aşıp Meclis’e dördüncü parti olarak girmesi ise Erdoğan’ın mevcut sınırlar içinde dahi başkanlık hayallerini çökertmiştir. HDP ve liderinin siyasette yıldızlaşması, HDP’nin seçim başarısıyla ihtiraslı planlarına darbe vurulan Erdoğan kadar terör örgütü PKK’nın komuta kademesini de zora sokmuştur. Bu yüzden bir taraftan 7 Haziran seçimlerini yok hükmünde saymak için proje geliştiren Erdoğan, diğer taraftan yapılacak yeni seçimlerde HDP’yi baraj altı bırakmak için terörün yeniden tetiklenmesini sağlayacak ne varsa yapmıştır. Ve maalesef bu amacında da başarıya ulaşmıştır.
Erdoğan’ın yeni pozisyonundan terör örgütü PKK’nın Suriye’deki uzantıları da payını almıştır. Bu kapsamda, Erdoğan yönetimi Suriye’nin kuzeyinde PKK uzantılarını hedef alan el-Kaide terör örgütü bağlantılı tüm grupların ve örgütlerin askeri ve ekonomik lojistiğinin sağlanmasında hayati rol üstlenmiştir. Daha önce de bahsettiğim gibi bir kolu MİT’e uzanan Erdoğan ekibinin koordinasyonunda Suriye’deki IŞİD ve el-Kaide bağlantılı terör örgütlerine silah ve mühimmat sevkiyatları yapılmıştır. Ulusal ve uluslararası hukuk ihlal edilerek bu radikal örgütlere silah taşıyan birkaç tırın 1 Ocak 2014 günü Hatay’da ve 19 Ocak 2014 günü Adana’da bir ihbar üzerine askerlerce durdurulması Türkiye’de bir şok etkisi yaratmıştır.
Durdurulan bu tırlar sayesinde Türkiye’de devletin içine ve MİT’e yerleşmiş Erdoğan kontrolündeki bir grubun illegal bir şekilde 3 bine yakın tırla Suriye’ye silah ve mühimmat taşıdığı gerçeği deşifre olmuştur. Ancak illegaliteye batmış Erdoğan rejimi bu deşifreye çok sert bir cevap vermiş ve tırların durdurulmasında görev alan savcıları, hakimleri ve askerleri kurgu mahkemelerde hukuksuzca tutuklatarak hapse attırmıştır. Erdoğan, Meclis’teki AKP çoğunluğuna dayanarak apar topar bir de yasa çıkartmış ve Suriye’deki radikal terör örgütlerine silah sevkiyatı başta olmak üzere, konusu suç teşkil eden eylemlere karışmış tüm MİT mensuplarını yasal koruma zırhı altına almaya çalışmıştır.
Maalesef Anayasal sınırları içerisinde hareket etmediği gibi, uluslararası hukuk konusunda da revizyonist bir yaklaşım sergileyerek kurallara ve teamüllere uymayan Erdoğan yönetimi, bugün Suriye’de yaşanan insanlık trajedisinin Esed’den sonraki en büyük sorumluları haline gelmiştir. Erdoğan rejiminin komşu ülkelerin içişlerine müdahale edici yeni politikaları sadece Suriye ile sınırlı kalmamıştır. Irak, Mısır, Libya, Filistin, Bulgaristan ve hatta Malezya gibi ülkelerin içişlerine de farklı ölçülerde karıştığına dair haberler zaman zaman medyada yer almaktadır.
Yıllarca terörün ve yıkıcı faaliyetlerin hedefinde olan, bu konuda büyük acılar ve kayıplar yaşayan bir ülke olarak Türkiye, tüm bunlara rağmen sürekli Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün “yurtta sulh, cihanda sulh” mottosu çerçevesinde hareket etmiştir. Bu yolla bölgesinde mümkün olduğunca bir istikrar unsuru olarak kalmaya çaba harcamıştır. İlk kez Erdoğan ve AKP iktidarının son dönemlerinde Türkiye maalesef bölgesinde bir istikrar unsuru olmaktan ziyade bir sorun kaynağı ve istikrarsızlık faktörü olarak öne çıkmıştır. Erdoğan’ın demokrasiyi, temel hak ve özgürlükleri ve hukuku yok etmek pahasına giriştiği tek adam rejimi kurma projesi realize ve konsolide olduğu oranda da korkarım ki Türkiye’nin geçmişteki barış ihraç eden tavrı sadece tatlı bir anı olarak hatıralarda kalacaktır.

---
Bu yazı 29 Eylül 2015 günü Tokyo'da düzenlenen Türkiye-Japonya Medya Forumu'nda yaptığım konuşmaya dayalıdır... 

3 Şubat 2015 Salı

Bu tablo kimin eseri?


            Olacağı buydu! Aslında işlerin gelip bu noktaya varacağını tahmin etmek için ne siyaset bilimci, ne sosyolog, ne de müneccim olmaya gerek vardı. Sürekli şiddete eğilimli bir radikal üslubun, taraftarlarına kefen giydirecek kadar şiddeti ve radikalizmi kutsayan bir siyasal sapkınlığın, toplumu lime lime parçalayan ayrıştırıcı ve bölücü bir siyasetin neticesi bundan başkası elbette olamazdı!
Şayet Türkiye’de ve dünyada farklılıkların bir arada barış içerisinde yaşamasını sağlamak için tüm enerjisini eğitim ve kültürlerarası diyaloğa harcayan Gülen Hareketi gibi bir barışçıl sivil toplum hareketine en alçakça yöntemlerle savaş açmışsanız, tercihinizin tam tersi bir şey olduğunu da doğrudan ispatlamış olursunuz. Bununla yetinmeyip ülke, bölge ve dünya barışı ve istikrarı için büyük bir tehdit ve tehlike oluşturan her türden radikal İslamcı örgüte hiç çekinmeden söylem ve eylemlerinizle sempatinizi gösterirseniz, taraftarlarınıza da aslında kendilerini görmek istediğiniz yerin daha radikal bir yer olduğunu söylemiş olursunuz. Sonra da varacağınız nokta aşağıda okuyacağınız dehşet verici sonuç olur.
Kamuoyu yoklama şirketi MetroPOLL’un Ocak 2015 ayı için gerçekleştirdiği araştırmanın dehşet veren sonuçlarına göre, Türk halkının yüzde 20’si bazı durumlarda İslam adına şiddet kullanılmasını onaylıyor. İsterseniz kendinizi İslam adına şiddet uygulanmasını onaylamayanların oranının yüzde 74 olmasının rahatlatıcı atmosferine salabilirsiniz. Elbete ki tercih sizin. Ama ben öyle yapmayacağım. Çünkü bu yüzde 20’lik şiddet eğilimli kesim hiçbir sağlıklı toplumda olmayacak kadar yüksek ve dehşet verici bir orana tekabül ediyor.
Yüzde 20’nin nasıl bir dehşet ve ne büyük bir tehlike anlamına geldiğini somut rakamlarla belki daha iyi anlayabiliriz. Geçtiğimiz hafta TUİK’in açıkladığı istatistiklerden  Türkiye’nin nüfusunun 77,7 milyon civarında olduğunu öğrendik. Bu nüfusun yüzde 20’si aşağı yukarı 15,5 milyona tekabül ediyor. Yani aramızda tıpkı IŞİD’in Suriye’de ve Irak’ta, El Kaide ve Taliban’ın Afganistan’da ve Pakistan’da, Boko Haram’ın Afrika’da, IŞİD ve el-Kaide sempatizanı radikal militanların Paris’te yaptığı gibi İslam adına kafa kesip, katliam yapacak ya da bunları tasvip edecek tam tamına 15,5 milyon insan yaşıyor.
Hunharca kafa kesebilecek ya da kafa kesmeyi heyecanla onaylayabilecek, ayrım gözetmeden katliam yapabilecek ya da bu türden insanlık dışı katliamları şevkle hoş görebilecek türden tam 15,5 milyon insan bizimle birlikte normal insanlarmış gibi kaldırımlarda yürüyor. Trafikte yanımızda seyreden arabaları kullananların 15,5 milyon arasındakilerden biri olup olmadığını bilmiyoruz. Marketlerde hemen yanı başımızda alışverişlerini yapan, aldıklarının ücretini ödemek için kasiyerin önünde bizimle birlikte sırada bekleyenlerin kafa kesebilecek ya da kafa kesilmesini onaylayacaklardan olup olmadığına dair de hiçbir fikrimiz yok. Sanki ruh sağlıkları yerinde normal insanlarmış gibi onlarla aynı restoranlarda yemek yiyoruz ve belki aynı iş ortamlarında birlikte çalışıyoruz. Otobüste, metroda yan koltuğa oturan normal görünümlü kişinin 15,5 milyona dahil olup olmadığını nereden bilebiliriz ki! Yani tehlike sandığımızdan da büyük olabilir. Peki biz bu tehlikenin boyutunun ne kadar farkındayız?
Hangi aklı başında ve sağlıklı bir medeni ülkede toplumun beşte birinin din adına  şiddeti onaylaması normal kabul edilebilir ki! Bu yüzden şiddetin ‘bazı durumlarda’ da olsa halkın önemlice bir kısmı tarafından ‘meşru’ görülmesi üzerinde ciddiyetle durmak gerekir. Çünkü şiddet kullanımı, şiddetin övülmesi ve teşviki modern toplumlarda ifade özgürlüğünün nadir sınırlarından birini oluşturur. Böylesine hassas bir konuda toplumun meşrulaştırıcı bir zemin görmesi, özellikle İslam adına şiddet kullanımı ve IŞİD gibi terör örgütlerinin bölgedeki faaliyetleri ve gücü dikkate alındığında, son derece endişe vericidir.
Daha endişe verici olan ise şiddeti meşru gören korkutucu eğilimin son 5-6 ay içerisinde radikal bir yükselme eğilimi içerisine girmiş olmasıdır. Çünkü yine MetroPOLL’ün 2014 Eylül ayında yaptığı araştırmanın sonuçları din adına şiddeti bazı durumlarda mazur görenlerin oranını yüzde 13 olarak göstermekteydi. Bundan çok daha vahimi iktidardaki AKP’nin tabanında İslam adına bazı durumlarda şiddet kullanılmasını onaylayanların oranının yüzde 34’ü bulmasıdır. Özellikle bu son oran tehlikeli gidişatın ana kaynağına da işaret eder niteliktedir.
Fransa’da Hz. Peygamberin karikatürünü yayınladığı gerekçesiyle Charlie Hebdo mizah dergisinin basılarak 12 kişinin öldürülmesini tasvip edenlerin oranının da yine yüzde 20 olması bu oranın farazi durumlar için değil, reel durumlar karşısındaki gerçekliğini yeterince ispatlamaktadır.
Peki geçmişte radikal İslamcı hareketlere ve eylemlere sempatinin en fazla yüzde 2,5-3 (ki bu oran bile oldukça endişe vericiydi) seviyesinde olduğu bir toplumdan bu noktaya nasıl geldik? Şiddet üreten, şiddete meyilli bir radikalizmin alanını genişleten çarpık bir dini anlayışın bu kadar geniş karşılık bulmasının sorumluluğu kimlerde? Türk toplumu nasıl bir çarpık sosyo-politik süreçten geçmiş olmalı ki toplumun beşte biri din adına kafa kesmeyi ve katliam yapmayı hoş görecek kadar bir savrulma yaşayabilsin?
Acaba bu sonuç, hoşgörülü müteddeyin kesimlere savaş ilan edip, söylemleriyle ve eylemleriyle IŞİD, El-Kaide, İBDA-C ve benzeri radikal İslamcı terör örgütlerine doğrudan ya da dolaylı sempati gösteren Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun üslup ve tercihlerinin bir eseri olabilir mi? Ya da bu sonuçta, Erdoğan Başbakan ve AKP başkanıyken ve halkın yüzde 50’sinin oyunu almışken gittiği her yerde kendisini kefen giymiş taraftarlarıyla karşılattırmasının hiç mi rolü yoktur? Erdoğan, Davutoğlu ve kendilerini taklidi meziyet sanan siyasi çevrelerinin Mısır’da, Suriye’de, Filistin’de yaşanan trajedilerle kendilerini ve kitlelerini özdeşleştirerek bu ülkeye radikalizm ithal etme girişimlerinin bu sonuca olan etkisi ne kadardır acaba?
Ellerindeki geniş medya araçları ve propaganda imkanlarıyla taraftarlarını yaptıklarından sual olunmaz MİT ajanları olma özentisine iten, Suriye’ye gönderilen menzili ve içeriği belli olmayan binlerce tıra dair sorgulanamaz efsaneler üreten zihniyetin hiç rolü yok mudur bu dehşet verici sonuçta? Erdoğan’ın Kobani katliamları sırasında saklayamadığı IŞİD sempatisinin, IŞİD’in Türkiye’de rahatça propaganda yapabilecek ve kolayca militan devşirebilecek bir hoşgörü ortamına muhatap olmasının, en ufak hükümet muhalifi mesajın sansürlenerek yıllarca hapis talebiyle yargılandığı bir ortamda yüzlerce IŞİD sempatizanının sosyal medyada her türlü propagandayı özgürce yapabiliyor olmasının etkisi yok mudur sizce?
Ya da IŞİD’e terör örgütü dememek için bin dereden su getirmelerin, Davutoğlu’nun yaptığı gibi IŞİD’i “daha önceki hoşnutsuzluklar öfkeler büyük bir cephede geniş bir reaksiyon doğurdu” şeklindeki açıklamalarla IŞİD’i uyguladığı terör ve şiddet konusunda mazur görmenin rolü ne kadardır acaba? THY ile Boko Haram’a gittiğinden şüphelenilen silahların, Filistin davasında özellikle HAMAS çizgisinin kucaklanmasının, sıradan bir radikal İslamcı terör örgütü olan İBDA-C'nin liderine birinci sınıf düşünce adamı muamelesi çekip Erdoğan tarafından ziyaret edilmesinin özendirici tarafı yok mudur sizce?
Neticede bugün Türkiye’de maalesef din adına her türlü şiddeti meşrulaştırabilen çok ciddi büyüklükte bir kitle oluşmuştur ve maalesef giderek genişleyen bu kitle Erdoğan ve çevresindekilerinin eseridir. İş işten iyice geçmeden, böylesine şiddete eğilimli bir çarpık zihniyetin daha da yaygınlaşarak Türkiye’yi hızla Ortadoğu benzeri şiddet görüntülerine sürüklemesinden bugün ne kadar endişe edilse azdır.