25 Ekim 2015 Pazar

Çok az, çok geç


Herkes ona “AK Parti’nin vicdanı” diye bakardı. Kritik dönemlerde cesur çıkışlar yapar, “hakikatin sesi” olarak görülürdü. Siyasi sicili temizdi. Adı yolsuzluklarla, hırsızlıklarla, rüşvetle, şaibelerle anılan bir isim değildi. Ama ne yazık ki, AKP’ye dönüşüm sürecinde AK Parti’nin neredeyse tamamını kaybettiği hayati değerlerin paralelinde O da kendisini kendisi yapan pek çok şeyini kaybetti. Kim ne derse desin nev-i şahsına münhasır siyasi ve insani bir değerdi. Ama kendi değerini bilemedi.
Çünkü göz göre göre ve taammüden işlenen hukuksuzluklar, keyfilikler, zulümler, despotluklar, hırsızlıklar, yolsuzluklar, rüşvetler, talanlar, yalanlar, iftiralar, hakaretler, dökülen kanlar karşısında sus pus olmuştu. Sus pus olmakla da kalmayıp Türkiye’nin en masum çevrelerine karşı girişilen linç kampanyalarıyla Şeytanlaştırma korosunun bir parçası haline gelmişti. Ancak tek adam despotluğunu kurma çabaları gelip kendi sınırını tehdit etmeye başlayınca sesini hafiften ve ürkek bir edayla yükseltmiş, Erdoğan’ın ayaklar altına alıp paspasa çevirdiği tartışmalı “özgül ağırlığı”nı hatırlama ve hatırlatma ihtiyacını duymuştu.
Erdoğan’ın dümende olduğu Türkiye adım adım keyfiliğe, hukuksuzluğa ve bir tek adam despotizmine doğru hızla yol alırken kırmızı çizgilerini kendi siyasi ikbalinin gereklerine eşitleyerek halk nezdindeki “AKP’nin vicdanı”, “hakikatın sesi” olma kredisini müsrif bir siyasi hovarda gibi kendi elleriyle yiyip bitirmişti. Çok hızlı bir mutasyona uğrayarak siyasi bir canavara dönüşen AKP’nin saflarında türeyen siyasal İslamcı bir güruhun ülkeyi kesif bir İslamo-Faşizme doğru taşımasına karşı sesini hiç çıkarmamıştı. Cılız da olsa ses çıkarıyor gibi yaptığı her seferinde ise kişisel sıkıntılarını merkeze alarak bazı tumturaklı sözler sarf etmekten öteye gidememişti. İşte böyle böyle inandırıcılığını, güvenilirliğini, saygınlığını, itibarını ve ağırlığını geri dönüşü olmayacak şekilde kaybetmişti.  
Bu hazin noktaya gelmesi hemen olmadı tabii… Ne yazık ki, şöhretli vicdanını ne Roboski/Uludere katliamı sonrasında sızlarken görebilmiştik, ne de Gezi Parkı protestoları sırasında. 2011’den bu yana ne Kürtlerin karşı karşıya kaldığı kıyım ve baskılar karşısında hakikatin sesi olabilmişti, ne de Alevi vatandaşlarımızın yıllarca boş vaatlerle oyalanmalarına karşın haklarının verilmemesi karşısında. Soma’da, Ermenek’te para hırsına feda edilen önlemlerin alınmaması yüzünden kurban verilen yüzlerce madencinin ardından aymazlığı ve utanmazlığı maske edinenlerle aynı kabinede yan yana oturmakta bir sorun görmemişti mesela. Ne kadar farkındaydı bilemem ama 17/25 Aralık 2013’te ortalığa saçılan devasa yolsuzluk ve rüşvet kanıtlarının güçlü bir sel gibi önüne katıp sürükledikleri arasında kendisinin “temiz adam”, “dürüst adam” imajı da vardı. İmaj işte! Demek ki yıllarca tecrübeye dayalı elde edilen tüm o ütme ve aldatmaca becerilerine rağmen acı ve kahredici gerçekliğin yerini tutamıyor.  
Öte yandan, hayal bile edemeyeceğimiz bir büyük çaresizlik içerisinde yutkunarak mı sustu, yoksa bile isteye mi sessiz kaldı bilemiyorum. Ama yoksul halkı ahlaksızca soyanlara karşı dik durabilmek şöyle dursun, bu adi hırsızlıkları, yolsuzlukları ve rüşvetleri ortaya çıkaran polislerin, savcıların ve hakimlerin oradan oraya sürülmelerinde, görevlerinden alınmalarında ve hapse atılmalarında ciddi roller bile aldı. Yetmedi, alçakça bir palavradan ibaret olduğunu adı gibi bildiği “Paralel” safsatasının gereğini yaparak 40 bin civarındaki kamu çalışanını perişan edenlerden biri de kendisi oldu. Neticede Başbakan Yardımcısıydı ve hakkın, hakikatin sesi olmak yerine zulmün ve hukuksuzluğun bir parçası olmayı kendi rızasıyla tercih etti.
Lafa gelince en “müstağni” oydu. Ama zulümlere alet olmak ya da göz yummak suretiyle kirlettikçe kirlettiği koltuğundan olmaktan endişe ettiği için mi, yoksa şaibelerin odağı haline gelen partisinde siyasi konumunu daha da güçlendirmek için midir bilinmez, 60-65 yıl boyunca inşa ettiği kendisini kendisi yapan neyi varsa bu uğurda bozuk para gibi harcadı. Öyle ki, ahlaksızca sürdürülen “cadı avı”nın bile sıradan bir parçasına, bir aparatına dönüştü. Masum insanlar görevlerinden edilirken, polis akademisi örneğinde olduğu gibi öğrenciler yıllarca okudukları okullardan keyfi şekilde atılırken, adı en ufak suça karışmamış insanlar hukuksuzca kovuşturulurken ve hatta tuhaf oldu-bittilerle hapse atılırken bastırmayı başardığı ya da tamamen kaybettiği vicdanının verdiği o rahatsız edici rahatlıkla devleti yönetmeye devam etti.
Eğitsel ve sosyal işlevlerini çok iyi bildiği dershaneler keyfi bir şekilde kapatılmaya çalışılırken, hayır işleri dışında bir derdi olmayan Kimse Yok mu felç edilmeye çalışılırken o da despotik güruhun arasındaydı. İntikam hisleriyle el konulan Bank Asya’nın gaspçılarına karşı kaşını bile kaldırmadı. Ailesinden insanların bile aralarında olduğu ve eline hiç silah almamış olduklarını çok iyi bildiği insanlar “terör örgütü üyeliği” ile suçlanırken ne vicdanından bir kırıntı, ne şüphe duyulmayan ahlakından bir emare, ne de o kasırgalar gibi açık sözlülüğüyle kendisini gösteren cesaretinden bir esinti hissettirmedi. Hükümetlerinin askeri cuntalara karşı ayakta kalabilmesi mücadelesi sırasında çok şey borçlu oldukları ve çok yakından tanıdıkları için dürüstlüklerini çok iyi bildikleri gazeteciler en aşağılık linçlere hedef yapılırken, hukuksuzca tutuklanıp keyfi bir şekilde hapishanelere atılırken gıkını bile çıkarmadı. Hiçbir suç içermeyen kurgusal bir dizi senaryosu yüzünden 11 aydır hapis yatan,  tahliye kararına rağmen aylardır tutsak tutulan Hidayet Karaca’nın adını bir kez bile anmadı.
Sırf Erdoğan ve suça batmış güruhunun kişisel intikam duygusunu tatmin etmek için ağır silahlı polisler eşliğinde yurdun her köşesinde okullar, yurtlar, kreşler basılırken; yurtdışındaki Türk okullarının kapatılması için deli saçması işler yapılırken başını umarsızca kuma gömdü. Yakından tanıdığı hayırsever işadamları tek tek tutuklanıp nezarethanelere ya da hapishanelere tıkılırken, yapılan bu zulümler karşısında adeta bir “dilsiz şeytan” olmayı tercih etti.  
Kaderin garip bir cilvesi olsa gerek parçası olduğu adi iftiralar, hukuksuzluklar, keyfilikler, zulümler ve baskılar dönüp dolaşıp nihayet kendisini de bulunca şimdi çıkmış konuşuyor. Kaç-AK Saray’daki zatı ima ederek “Birilerine olan sevgimi kaybettim, insan yol arkadaşını iyi seçmeli” diyor. Bir zamanlar bakanken kendisine bağlı olan TRT’nin ve daha bir çok hükümet yanlısı TV kanalının ve medyanın kendisine 2 yıldır ambargo uyguladığından şikayet ediyor. Erdoğan medyasındaki bazı köşe yazarlarının masumlara zulmüyle maruf eli kanlı ve lanetli Yezid’den daha fazla cinayet işlediklerini söylüyor. Hatta “İnsanların haysiyetine alçakça saldırıyorlar. Yezid görse kıskanırdı,” diyor. Ne diyelim, günaydın!
Kendisinin de içinde bulunduğu gözü dönmüş bir güruh tarafından en aşağılık saldırıların ve en ahlaksız iftiraların hedefi haline getirilen saygın Türk-İslam alimi Fethullah Gülen Hocaefendi için nihayet bir-iki kırık cümle kurmayı da becerebiliyor. “Şimdi Gülen için terör örgütü (FETÖ) kavramı yerleştirilmeye çalışıyor birileri. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde (Kırmızı Kitap), MGK kararlarında böyle bir şey yok” diyor.
AKP’nin kurucu babalarından Bülent Arınç’ın, son birkaç yıldır AKP çevrelerinin işlediği bütün suçlarda, hukuksuzluklarda ve zulümlerde çok ciddi payı olsa da bunları seçimlere bir hafta kala söylemesi ya da söylemek zorunda kalması çok önemli. Arınç’ın sözleri yakın gelecekteki kaçınılmaz siyasi gelişmeler açısından ciddi semptomlar niteliğinde de. Ama yine de söylenmesi gerekenler açısından Arınç’ın söyledikleri çok ama çok az ve çok ama çok geç.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder