Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ocak 2016 Çarşamba

Herkes sussun! “Yeni anayasa” yapıyoruz…


Kuruluşundan beri demokratik yeni bir anayasa yapma sözü veren AKP, 2007 seçimleri öncesi tekrarladığı bu sözünü 2011 seçimlerinin en baskın vaadi haline getirmişti. 2007 yılında Anayasa Profesörü Ergün Özbudun önderliğinde ehil bir ekibe hazırlattıkları taslak bu yönde iyi niyetli bir adım olarak tarihe geçmişti. Bu başarılı ve dengeli taslağın AKP tarafından budanarak siyasileştirilmesi ise tüm demokrat çevrelerin tepkilerine yol açmıştı. Son birkaç yılda yaşananlar ışığında bakıldığında Özbudun’un özgürlükçü/çoğulcu/demokrat Anayasa taslağının AKP ve Erdoğan tarafından neden benimsenmediği artık daha iyi anlaşılabiliyor.
Tüm diğer iktidar namzedi siyasi partiler gibi, askeri darbe eseri 1982 Anayasasını değiştirme vaadini siyasi bir yem olarak kullanan AKP, 2011 seçimleri sonrası Meclis’te bu vaadini gerçekleştirmek yerine bir “Anayasa Uzlaşma Komisyonu” kurarak oyalama yöntemlerine yönelmişti. Ancak hemen itiraf etmeliyim ki, AKP “yeni Anayasa yapma” konusunda sanki bu sefer daha samimi gibi. Peki, samimiyetle yapmaya niyetlendikleri bu yeni anayasanın demokrasi, hukuk ve özgürlük beklentileriyle herhangi bir ilgisi olacak mı? İşte orası çok şüpheli…
AKP, “yeni anayasa” yapma konusunda bu sefer samimi çünkü mevcut Anayasa maddelerine, hukuk ilkelerine, yargı kararlarına ve demokratik teamüllere hiçbir saygısı olmayan Erdoğan, kendisini daha da güçlendirecek yeni bir anayasa istiyor. Bu yeni anayasanın hukuka saygılı, temel insan haklarına ve özgürlüklere duyarlı demokrat çevrelerin arzu etmeyeceği bir anayasa olacağı ise şimdiden belli. Çünkü AKP’nin derhal kollarını sıvamasına yol açan bu çabanın ana motivasyonunu daha fazla güç isteyen Erdoğan’ı mutlu etmek oluşturuyor. Erdoğan’a istediğini vermek için yola çıkılan yeni Anayasa arayışının demokrasiyi ilerletmesi, hukuk devletini yeniden rayına oturtarak güçlendirmesi, hak ve özgürlükleri genişleterek geliştirmesi hiç beklenebilir mi?
Mevcut Anayasa’yı sürekli ihlal eden, oldu-bittileri ve fiili durumlar oluşturmayı bir yönetim tarzı olarak benimseyen Erdoğan’ın “yeni Anayasa” kılıfı altında bir diktatoryal sistem arayışında olduğundan şüphelenmek için sebep çok. Tıpkı III. Napolyon’un 1851’de Fransa’da gerçekleştirdiği gibi… Erdoğan gibi III. Napolyon da maceralı hayatının bir aşamasında cumhurbaşkanı seçilmişti. Ancak Cumhurbaşkanlığı koltuğundayken bir süre sonra elindeki yetkilerle yetinememiş, Meclis’e ve hükümete darbe yapmış ve kendisini İmparator ilan etmişti. Parlamentoyu ortadan kaldırmış, aralarında Victor Hugo’nun da olduğu 1545 kişiyi sürgüne yollamıştı. 59 muhalifine ise idam kararı (5’i infaz edilmiştir) verdirtmişti. 
Kaostan bunalan, geçmişin belirsiz ve acı dolu günlerine geri dönmekten korkan çeşitli halk kesimlerinin desteğini almayı başaran III. Napolyon, bu desteğine karşılık halka, Erdoğan’ın tüm muhaliflerini sindirmek için çıkarttığı “makul şüphe yasası”nın aksine, “makul ölçüde özgürlük” sözü vermişti. Ancak özgürlük sözüne rağmen en ceberut “polis devleti” yöntemlerini uygulamaya koymuştu. “Bonapartizm”i bir ideoloji haline getirmiş, ekonomi ve refahta bazı geçici iyileştirmeler olmakla birlikte Fransa’yı sonu felaketle biten demir yumruklu bir diktatörlük rejimi ile yönetmişti. Şimdi, biraz farklı yöntemlerle de olsa, biz de Fransa’nın III. Napolyon tecrübesine benzer bir tecrübeyi yaşamanın eşiğinde bulunuyoruz.
Bu eşiği aşmak için ise sadece Erdoğan’ın arzularını kendisine dava edinmiş güçlü bir siyasi partiye ve bu eşiği aşmaya istemeyerek de olsa alet olacak basiretsiz bir muhalefete ihtiyaç var. Tamamen Erdoğan’ın kontrolünde hareket eden AKP’nin bu konudaki yoğun çabası elbette ki anlaşılabilir bir durum. Ama bu çabanın asıl niyeti belli olduğu halde, şu ana kadar HDP dışında, Meclis’teki muhalif partilerin kurulan uzlaşma komisyonuna üye vermekteki acelecilikleri hakikaten şaşırtıcı. Muhalefet partilerinin ülkede sanki yeni bir anayasa yapmak için gerekli tartışmaların yapılmasına uygun demokratik ve özgürlükçü bir iklim varmış gibi hareket etmekte kendi kendilerini bu kadar çabuk nasıl ikna ettiklerini hakikaten çok merak ediyorum.
Bu muhalif partiler gazetecilerden akademisyenlere, sivil toplumdan aydınlara varıncaya kadar herkesin susturulduğu, korkutulduğu, sindirildiği bir ortamda sahiden özgürlükçü yeni bir anayasanın yapılabileceğine mi inanıyor? Hakikaten, 6 milyon oy almış HDP’nin kapatılmasından, bu partinin önde gelen isimlerinin tutuklanmasından söz edilen bir ortamda mı demokratik yeni bir anayasa yapılacak? Tüm muhalif isimlere polis baskınlarının yapıldığı, üzerlerinde her türlü baskının kurulduğu, ana muhalefet partisi CHP’nin liderine bile soruşturma üzerine soruşturma açıldığı bir ortamda mı özgürlükçü yeni bir anayasa tartışılacak? Yargının Erdoğan rejimi ve AKP iktidarının elinde bir dikta sopasına dönüştürüldüğü, hoşa gitmeyen her ses çıkaranın başına balyoz gibi indiği bir ortamda mı hukuku ve adaleti esas alacak yeni bir anayasa yapılacak?
İş dünyasının keyfi el koymalar ve mali cezalarla sindirildiği, muhalif görülen iş çevrelerinin şirketlerinin Erdoğan rejimi ve AKP hükümeti tarafından gasp edildiği bir ortamda mı rekabetçi piyasayı öngören yeni bir anayasa yapılacak? Muhalif gazetecilerin tutuklanarak hapse atıldığı, binlercesinin işlerinden edildiği, yüzlercesinin açılan soruşturmalar ve güdümlü davalarla boğulduğu bir ortamda mı hak ve özgürlüklerin garantisi yeni bir anayasa yapılacak? Muhalif gazetelere el konulduğu, bağımsız TV’lerin yayın yapamaz hale getirildiği bir ortamda mı çok sesliliği esas alan yeni bir Anayasa yapılacak? Geçmişteki cesur çıkışlarıyla tanınan Sezen Aksu gibi toplumun her kesiminin severek dinlediği bir sanatçının bile “herkes tarafından tembihlendim, konuşamam” dediği bir korku ikliminde mi farklılıklara saygılı çoğulcu yeni bir anayasa yapılacak?
Diyelim ki CHP, MHP ve HDP sonuçları peşinen belli olan böyle bir sürece alet oldular ve yeni bir anayasa yapıldı. Sanıyor musunuz ki bu yeni anayasa demokrat ve özgürlükçü çevrelerin beklediği gibi demokratik, çoğulcu, özgürlükçü bir ruhta ve evrensel hukukun gereklerine uygun bir anayasa olacak? Hiç sanmam.
Elbette ki önünde küresi olan bir kahin değilim. Ama geçmişte benzer süreçler yaşamış halkların ilham verici tecrübelerinden ders alarak size olacakları peşinen söyleyeyim. Bu sözde yeni anayasa çabaları sayesinde Erdoğan Rejimi hızla yerleştirdiği dikta sitemini konsolide etmek için ihtiyaç duyduğu çok kıymetli zamanı kazanmış olacak. Her şeye rağmen sonuca ulaştırılması durumunda bu yeni anayasa Erdoğan’ı arzu ettiği nitelikteki bir tuhaf başkanlığa taşırsa ne ala. Peki bunu başaramayacak olan bir anayasanın hayata geçmesi sizce mümkün olabilir mi? Güçler ayrılığı/dengesine dayalı parlamenter sistemi kodlayan mevcut anayasanın hiçbir maddesine ve kurumsallaştırdığı siyasal sistemin hiçbir ilkesine saygı göstermemek suretiyle 150 yıllık tecrübeye dayalı parlamenter sistemi çöpe çeviren Erdoğan’ın, şu ya da bu sistemi getiren ama Erdoğan’ı mutlu edemeyen, henüz sistemleşmemiş bir anayasaya geçit vereceğini mi sanıyorsunuz?
Kamuoyu araştırmalarına göre yüzde 52,4’ü mevcut parlamenter sistemden, sadece yüzde 31’i bilerek ya da bilmeyerek başkanlıktan yana olan bir halka rağmen icracı başkanlık sistemini getirme amaçlı bir anayasa yapma çalışmalarının ne kadar demokratik olduğu ise ayrı bir konu tabii. AKP’li seçmenin bile yüzde 43’ünün ikna edilemediği belirsiz bir sistem için bu kadar uğraşmaya yol açan kuşkulu motivasyondan sadece ben mi irkiliyorum?

1 Ocak 2015 Perşembe

Davutoğlu’nun sefaleti

2014 ekonomi, dış politika, siyasi istikrar, sosyal barış, güvenlik, hukuk güvencesi, temel hak ve özgürlükler açısından Türkiye için çok zor, hatta bir felaketler yılı oldu. Bütün bu alanlarda maalesef çok ciddi geriye gidişler, Türkiye’nin yıllardır boğuştuğu sorunlarda çok ciddi derinleşmeler yaşandı. Üstesinden gelinemediği gibi daha da derinleşen bu sorunlar maalesef artarak 2015’e miras kaldı.
İşin daha vahim ve acıklı tarafı ise kendilerinden çözüm beklenenlerin bizatihi yaşanan sorunların kaynağı ya da müsebbibi olması. Mesela tam teşekküllü bir tek adam diktatörlüğü kurma ihtirasına kendisini iyice kaptıran Recep Tayyip Erdoğan’ı ele alalım. Tüm ülkenin Cumhurbaşkanı olma çabasına girmeye asla tenezzül etmeyen, ağır propagandayla şöyle ya da böyle desteğini aldığı önemlice bir kitlenin sağladığı çoğunlukçu hegemonyayı meşruiyet zanneden Erdoğan, ülkeyi hızla bir felakete sürüklüyor. Gerek akıl almaz hezeyan ve paranoyalarla dolu söylemleri, gerek yapıp ettikleri ve gerekse pek çok kez açıkça niyet beyanında bulunduğu halde  bürokratik ve sosyal direnç noktalarını aşamadığı için gerçekleştiremediği teşebbüsler Türkiye’yi hızla yönetilebilir bir ülke olmaktan çıkarıp, öngörülebilirliği düşük bir kaoslar ve belirsizlikler girdabına çekiyor.
Bu saatten sonra, toplumla devlet arasında ve devletin kurum ve organlarının kendi aralarında ilişkileri düzenleyen, görev ve sorumluluklarını tanımlayan Anayasa’yı fiilen ilga eden bir Cumhurbaşkanı’nın ülkeye bir karabasan gibi çöreklenen sorunların çözümüne katkısını beklemek sanırım abesle iştigal olurr. Anayasa’da Cumhurbaşkanı’nın yetki ve sorumlulukları çok açıkken, yürütmeye dair yetkilerini kullanma alanı son derece kısıtlıyken, Erdoğan’ın devlet ve kamu eksenli rant ekonomisinin iplerini sımsıkı elinde tutmaya devam etme isteği devletin en tepesinden başlayarak anayasal düzenin tarumar edilmesinin yolunu açıyor. Devletin başı olarak Erdoğan’ın kendi pozisyonunun Anayasa’da tanımlanan yetki ve sorumluluklarına, had ve sınırlarına uymadığı bir ortamda demokratik bir anayasal düzenden bahsetmenin imkanı da kalmıyor.  
Artık şunu açıkça ve hiç çekinmeden söylemeliyiz ki, uzunca bir zamandır Erdoğan tek başına Türkiye demokrasisi ve hukuk devletinin en büyük sorununu teşkil ediyor. Kamu bütçesinin tüm ilgili kural ve kanunlarını keyfi bir şekilde ihlal ederek şahsının kullanımı için inşa edilen tartışmalı Ak Saray’ın hikayesi bile Türkiye’nin içinde bulunduğu acınası durumu gözler önüne sermeye yeter. Birçok mahkeme kararına rağmen inşası illegal bir şekilde devam eden, bugün 35’ten fazla ciddi davaya konu olan Ak Saray’ın temeli atılırken Erdoğan için bir Başbakanlık sarayı olarak planlanması, cumhurbaşkanı seçilir seçilmez ise yine Erdoğan’ın şahsı için derhal Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na dönüştürülmesi Erdoğan’ın kamu kaynaklarını ne kadar keyfi ve şahsi amaçları için kullanabileceğinin açık bir delilini oluşturuyor.
Öte yandan, Erdoğan’ın yasama, yargı, yürütme ve insanların özel hayatlarını ilgilendiren konularda durmaksızın konuşması ve bu alanlarda belirleyici bir müdahil olma çabası da sorunun bir başka boyutunu oluşturuyor. Dünyanın hangi demokratik medeni ülkesinde bir devlet başkanı günde birkaç kez konuşma ihtiyacı duyar ki! En küçük bir açılışı, en sıradan bir bayi toplantısını bile kendisi için bir konuşma platformuna dönüştürme çabasındaki garabete hangi devlet başkanı tenezzül eder! Obama konuşacak olsa, Kraliçe konuşacak olsa, Kral konuşacak olsa, Holand konuşacak olsa, Putin konuşacak olsa haftalar öncesinden ne diyecekleri tüm dünya tarafından merak edilirken, akla gelebilecek en zırva konularda bile günde 3-5 kez konuşmayı meziyet sanan bir adam neden ilgi çeksin, neden saygı uyandırsın! Kadınların ne zaman ve kaç kez hamile kalması gerektiğinden, insanların ne yeyip içeceğine varıncaya kadar burnunu sokmadığı bir konu kalmayan bir adamın liderliğinin herhangi bir kıymeti olabilir mi?
Bu noktada önemli bir sorunun altını çizmek gerekiyor: Madem ki hala şeklen parlamenter bir demokratik sistem olan Türkiye’de sistemin kurum ve kuralları had ve sınır tanımayan Erdoğan tarafından hoyratça ihlal ediliyor ve madem ki Erdoğan cumhurbaşkanı olarak bir çözüm mercii olmaktan çıkıp sorunların ana kaynağı haline geliyor, demokratik hukuk sisteminin kendisini koruma ve kollama imkanı hiç mi bulunmuyor? Bir askeri darbe sonrası kaleme alınmış ve darbeci general Kenan Evren’in Cumhurbaşkanlığındaki despotik ihtiyaçlarına göre tasarlanmış olsa bile 1982 Anayasası bu konuda oldukça önemli emniyet sübaplarıyla donatılmış. O beğenmediğimiz darbe anayasası bile Cumhurbaşkanı’na sembolik bazı yetkiler vermekle birlikte hiçbir şüpheye mahal bırakmaksızın ülke yönetiminden Başbakan liderliğindeki Bakanlar Kurulu’nu sorumlu tutmuş.
Mesela Anayasa’nın 105. Maddesi, Cumhurbaşkanı'nın, Anayasa ve diğer yasalarda Başbakan ve ilgili bakanın imzalarına gerek olmaksızın tek başına yapabileceği belirtilen çok kısıtlı sayıdaki işlemleri dışındaki bütün kararlarının ancak Başbakan ve ilgili bakanların imzalarıyla geçerlilik kazanacağının ne olarak altını çiziyor. Ve üstelik bu kararlardan Cumhurbaşkanı’nın değil, Başbakan ve ilgili bakanın sorumlu olacağını da özellikle belirtiyor.
Anayasa’daki açık hükümlere ragmen fiilen ülkeyi yönetmek üzere görgüsüzlük abidesi sarayında 13 yeni birim kuran, Özel Başdanışmanı’nın bile Başabakan Ahmet Davutoğlu’na talimat verme cüretini kendisinde görmesine imkan veren bu kokrunç çarpıklık nasıl mümkün olabiliyor? Bu sorunun cevabı çok basit ve adresi elbetteki sorunun kaynağı olan Erdoğan değil. Türkiye’yi korkunç bir felakate sürükleme potansiyeli olan bu rezillik tamamen Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun sefaletinden, irade zaafından ve muktedirsizliğinden kaynaklanıyor. Diktatör olma eğilimli her muhteris gibi Erdoğan’ın da demokraik hukuk devleti  ve toplumsal barış açısından sorun ve bir tehdit olma potansiyeli maalesef Davutoğlu’nun örneğine tarihte rastlanılmayacak bir pejmurdelikle sergilediği siyasi ve iradi (İRADİ)  acziyetinden dolayı reel bir sorun olarak karşımıza çıkıyor.
Bütün yaşananlar gösteriyor ki Davutoğlu, şahsiyetiyle kendisi olmak ve kalmak yerine maalesef Erdoğan’ın mukalliti bir minion olmayı maharet sanıyor. Hala bazı kırıntılarının geriye kalmış olduğunu düşündüğümüz kendi şahsiyetini, izzetini, iradesini Erdoğan’ın had bilmez, sınır tanımaz zorbalığına feda ediyor. Hatta bununla da yetinmeyip Erdoğan zorbalığına teşne bir profil çiziyor, bir görüntü veriyor. İşte bu şartlar altında Erdoğan’ın bir özel danışmanının bir başbakan için “Davutoğlu’nu bu göreve biz getirdik”, “Davutoğlu’na bu yetki ve sorumluluğu biz verdik” cüretkarlığı daha bir anlışabilir oluyor.  Bana göre bu sekalet o danışmanın cüretkarlığından ziyade Davutoğlu’nun içinde bulunduğu sefil durumdan kaynaklanıyor.
Erdoğan 5 Ocak’ta Bakanlar Kurulu’na başkanlık edeceğini duyurduğunda kamuoyunda tartışılmış, sonunda Davutoğlu ve yardımcısı çıkıp spekülasyonları reddederek 5 Ocak’ta böyle bir toplantının olmayacağını duyurmuştu. Sonra ne oldu dersiniz? Erdoğan Bakanlar Kurulu’na 19 Ocak’ta başkanlık edeceğini duyurdu, ve Başbakan bu dayatma karşısında gıkını bile çıkaramadı. Dahası TÜSİAD Başkanı büyük bir risk alarak yapması gerekeni cesaretle yaptı ve “Muhatap olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı değil, Başbakan Davutoğlu’nu gördüklerini” deklare etti. Beklendiği gibi Erdoğan’ın buna tavrı çok sert oldu ve bir daha hiçbir TÜSİAD etkinliğine katılmayacığını yüksek perdeden dile getirdi. Minionu durur mu hiç, “benim muhatabım artık sensin” diyen TÜSİAD’a alalacele sert çıkarak iş hacmi Türk ekonomisinin yüzde 50’sine tekabül eden bu iş örgütünün etkinliklerine kendisinin de katılmayacağını duyurdu.
            Tüm bunlar Türkiye’nin en önemli sorununun gün geçtikçe daha da despotlaşan Erdoğan’ın cüretkar zorbalığı kadar Başbakan Davutoğlu’nun içler acısı sefaleti olduğunu da gösteriyor. O kadar ki, Başbakan’ın liderliğindeki Bakanlar Kurulu’nun yetkileri, kim tarafından hazırlandığı pek belli olmayan bazı yasal düzenlemelerle, Erdoğan’a koşulsuz itaatten başka değeri olmayan bazı hükümet üyelerine transfer ediliyor. Mesela normalde Anayasal olarak Başbakan’ın kontrolündeki Bakanlar Kurulu’nun kararını gerektiren “Olağanüstü hal ilan etme yetkisi” Erdoğan’ın emrine amade İçişileri Bakanı Efkan Ala’ya devrediliyor. Zaten tartışmalı olan iradesi silikleştiği, şahsiyeti sıfırlandığı halde koltuğuna yapışmayı meziyet sanan  Davutoğlu, büyük bir acziyet sergileyerek Başbakanlık yetkilerinin tırpanlanmasını, makamının bypass edilmesini sineye çekmek suretiyle bilerek ya da bilmeyerek despotik gidişatın en büyük payandası oluyor ve Türkiye’yi felakete sürükleyen tarihi bir ihanetin parçası haline geliyor. Bizden söylemesi…