Abdullah Gül etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Abdullah Gül etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Eylül 2015 Pazar

'Tek Adam'ın adamı

Bu yazıda aslında size anlatabileceğim yeni bir hikaye yok. Çünkü bu hikaye hiç de yeni bir hikaye değil. Geçen yıl 27 Ağustos’ta yazılmıştı. Cumartesi günü ise bu bilindik hikaye sadece tekrar edildi o kadar. Tekrarı yapılırken de hikayenin ana teması doğal olarak daha güçlendirildi. Ana temayı sıkıntıya sokan bazı önemsiz küçük detaylar törpülendi. Bilindik bu kötücül hikayemiz kemale erdirildi.
Hatırlayacağınız gibi Erdoğan 10 Ağustos 2014 tarihinde cumhurbaşkanı seçilmiş, ancak Anayasa’nın 101.-107. maddeleri arasındaki hükümlerin tamamını ihlal etmek pahasına ne milletvekilliğinden, ne başbakanlıktan, ne de parti başkanlığından haftalarca vazgeçmemişti. Üstelik seçilmiş bir cumhurbaşkanı olarak tarihine kendisinin karar verdiği 27 Ağustos 2014’teki AKP 1. Olağanüstü Kongresi’ne katılmaktan çekinmemişti.
Bu kongreyi tuhaf kılan tek şey Erdoğan’ın Anayasa’nın açık maddelerini, demokratik teamülleri ve siyasi nezaketi hiçe saymasından ibaret değildi. Erdoğan sonrası AKP’nin doğal lideri olması beklenen, tüm anketlerde de öyle çıkan, devrin cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresi 28 Ağustos 2014 günü sona erecekti ve bu kongre sadece bir gün önce düzenleniyordu. Açıkçası hukuk, Anayasa, demokratik teamüller, siyasi ve en temel insani nezaket kuralları alabildiğine zorlanıyor, kanırtılıyordu. Belli ki Erdoğan ve çevresi Gül’ün AKP’ye dönmesini istemiyordu. İstememekle kalmayıp, türlü şark kurnazlığı ve çeşitli Ali Cengiz oyunlarıyla bunu imkansızlaştırıyorlardı.
İşte böyle bir ortamda AKP, tek aday ve tek listeyle Olağanüstü Kongre’ye gitmiş ve Erdoğan’ın işaretiyle Ahmet Davutoğlu’nu parti başkanı seçmişti. Seçmişti demem lafın gelişi. Çünkü, kongrede tek aday olunca seçimden ziyade bir atama mevzubahisti. Ama Davutoğlu tek aday gösterilse bile demokrasinin işlemesi mümkün olabilir ve bu AKP’yi izleyenlere bu partide demokratik bir umudun hala canlı olduğuna dair fikir verebilirdi. Öyle ya, neticede son derece tartışmalı ve sıkıntılı bir dönemde, üstelik hiç de şık olmayan çeşitli ayak oyunlarıyla olağanüstü bir kongre yapılıyordu. O zamana kadar yapılan bütün anketlerin Erdoğan sonrası doğal lider olarak gösterdiği Abdullah Gül’e, göstere göstere bir çerme takılıyordu. Kongrede tek aday olsa dahi yapılan bütün bu nezaketsizliklerin, haksızlıkların ve ayak oyunlarının mutlaka bir siyasi sonucu olmalıydı.
Ama olmadı. AKP’nin 1. Olağanüstü Kongresi’ne tek aday olarak sokulan Ahmet Davutoğlu bin 388 delegeden bin 382’sinin oyunu aldı. Sakın yanlış anlaşılmasın o 6 oy da olup bitenlere karşı protesto oyu falan değildi. Teknik sebeplerden geçersiz sayılan oylardan ibaretti. Yani Erdoğan bir sürü hukuki olmazları zorlayarak, demokratik teamülleri, siyasi etik ve nezaketi hiçe sayarak Davutoğlu’nu atamış ve Davutoğlu yine de delegenin tamamının oyunu almıştı. Benim için o gün AKP’nin bilinen anlamıyla bir siyasi parti olarak tarihe gömüldüğü gün olmuştu. Ortada demokratik parti olma niteliğini tamamen kaybetmiş bir şey vardı artık.
İşte bu yüzden, çevremde yeni AKP Başkanı ve Başbakan olan Davutoğlu’nun bazı şeyleri değiştirebileceğine dair zayıf da olsa umutlarını dile getirenlere, böyle bir şeyin asla mümkün olamayacağını gerekçeleriyle anlatıp durdum. Çünkü, Davutoğlu’nu değil de Erdoğan şayet hiç kimsenin tanımadığı, bilmediği ve belki de hiç olmayan “Tavukoğlu” diye birini aday göstermiş olsaydı muhtemeldir ki o da delegenin yüzde yüz oyuyla seçilecekti. Neticede AKP ve yönetimi, Anayasa ve teamüllere göre artık tarafsız olması gereken Erdoğan’ın ihtirasları uğruna siyasette kullandığı bir aparattan ibaretti.
Cılız da olsa umutlarını dile getirenlere bu konuda hep şunu söyledim: “Şayet, AKP  demokratik kültürden azıcık nasibini almış bir parti olsaydı hukuk, demokratik ve siyasi nezaket böylesine kanırta kanırta zorlanarak yapılan bir kongrede en azından birkaç yüz delegenin protesto oyu kullanması gerekirdi. Davutoğlu delegelerin yüzde 100’ünün değil de mesela sadece yüzde 55’inin oyuyla seçilmiş bir parti başkanı ve başbakan olsaydı belki umutlu olunabilirdi. Böyle bir durumda AKP’nin en azından yüzde 55’inin Davutoğlu’nun arkasında olduğu düşünülebilirdi. Oysa Kongre’de kendisine oy veren delegenin yüzde 100’ü Erdoğan öyle istediği için Davutoğlu’na oy verdi. Davutoğlu kendisine ait olmayan bir gücün ürettiği bir figürdür ve artık kendisi olarak kalma şansını bile yitirdi. Görünürde AKP Başkanı ve Başbakan olsa da Davutoğlu’nun siyasi özgül ağırlığı yok hükmündedir. Çünkü böyle bir özgül ağırlığı yoktur. Dolayısıyla kendisinden hukuka uygun, özgün, medeni, izzetli ve demokrat bir tavır beklemek abesle iştigaldir.”
Belki de bu analizimde yanılmayı en çok isteyen kişi bendim. Ama geçtiğimiz bir yıl boyunca yaşanan gelişmeler, Davutoğlu’nun liderlik yapacak tıynetten hiç nasiplenmediğini apaçık ortaya koydu ve bu analizi maalesef doğruladı. Kendisini ve kişiliğini inkar ederek konuşma üslubunu, mimiklerini bile Erdoğan’a benzetmeye çalışmaktan, onu taklit etmekten çekinmeyen birinden ne beklenirdi ki zaten?
Dün de AKP 5. Olağan Kongresi’ni yaptı ve tek aday gösterilen Davutoğlu, oy kullanan bin 360 delegenin, geçersiz sayılan 7 oy hariç, tamamının oyuyla yeniden AKP başkanı seçildi. Pardon yeniden atandı. AKP hakiki bir demokratik siyasal parti olsaydı şayet, her şeyden önce mutlaka bu kadar türbulanslı bir zamanda içinden kaçınılmaz olarak başka adaylar ve başka listeler de çıkardı. Tek aday, tek liste ile yapılan Kongre, AKP’nin demokratik niteliklerinden geriye pek bir şeyin kalmadığının apaçık ve güçlü bir teyidi niteliğinde oldu. Ama bu durum hiç şaşırtmadı.
Aslında AKP 5. Olağan Kongresi, 28 Ağustos 2014 AKP 1. Olağanüstü Kongresi’nden çok daha feciydi. Çünkü, bu sefer Davutoğlu’nun parti yönetiminin şekillenmesi konusundaki etkisi de tamamen sıfırlandı. Kendisine en yakın isimleri bile parti yönetiminde koruyamazken, Erdoğan’ın dayattığı tüm isimleri parti yönetimine sokmak zorunda kaldı. Böylece Davutoğlu, kendi elleriyle Erdoğan’ın ellerine tamamen teslim olmuş kullanışlı bir siyasi aparatçığa dönüşmüş oldu. Bu garip durumun Türk siyasi tarihinde bir ilk olma özelliğiyle hep anılacağından hiç kimsenin şüphesi olmasın. Çünkü, Davutoğlu, kendi ekibini bile seçme hürriyetine sahip olamayan, en yakın yardımcılarını bile seçmesine izin verilmeyen bir genel başkan olarak ‘etkisiz eleman’ haline getirildi.
Kongreyle AKP’nin karar alma organı olan 50 üyeli Merkez Karar ve Yönetim Kurulu’nun (MKYK) yüzde 70'i yenilendi. Listenin neredeyse tamamı Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sadakatleri ve bu sadakatin gereği militanlıklarıyla bilinen isimlerden oluştu. Kongre sonuçları Davutoğlu’nun ne resmen başkanıymış gibi yaptığı AKP üzerinde, ne de resmen başbakanıymış gibi göründüğü hükümet üzerinde herhangi bir fiili ağırlığı olmadığını gözler önüne serdi. Siyaseti yakından takip edenler bu durumu zaten biliyordu ama kongre bu tuhaflığı herkesin gözleri önüne serdi.
Neticede, bir “tek adam rejimi” kurmak amacıyla sivil bir darbe sürecinden geçen Türkiye’de görünürdeki Başbakan’ın tüm rolünün “tek adam”ın adamı olmaktan öteye gidemeyeceği bir durumla karşı karşıyayız. Dünkü net tablodan sonra ne AKP artık demokratik bir parti olarak kabul edilebilir, ne de Erdoğan vesayeti altında zoraki seçtiği parti yönetimi.

25 Haziran 2015 Perşembe

Kusura bakmayın, hepiniz o karedesiniz


Bir kısım AKP’li bakanlar, vekiller ve yandaş gazetecilerde tam bir 7 Haziran aydınlanması yaşanıyor. Bu aydınlananlar arasına görevdeyken “ürkekçe” bile olsa dile getirdiğine şahit olmadığımız eleştirilerini bir danışmanına yazdırdığı siyasal PR kitabı üzerinden “cesaretle” dile getiren eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü da dahil etmek mümkün. Ben buna “7 Haziran aydınlanması” diyorum, çünkü AKP 7 Haziran’da aldığı oy oranından 3 puan fazla oy almış olsaydı bu zevatın “onur” çıkışlarına, kahramanca eleştirilerine ve adeta bir şövalye asaleti kokan tavırlarına asla şahit olmayacağımızı adım gibi biliyorum.
Şimdilik bir suni teneffüsle de olsa demokrasiye ve hukuk devletine yeniden hayata dönme imkanı veren 7 Haziran seçimleri, görünen o ki, demokrasi ve hukuk devletinden belki de daha ziyade bu zevatın çok uzun zamandır yarı ölü vaziyetteki izzet, onur ve haysiyetinin dirilmesine yol açmış. Şundan eminiz ki 7 Haziran seçimlerinin sonuçları olduğu gibi olmasaydı ne Abdullah Gül, elçisi vasıtasıyla da olsa, bir cesaret devrimi yapabilecekti, ne Gül’e yakınlığıyla bilinen “duayen” gazeteciler keyfilikler ve hukuksuzluklara karşı yaylım ateşine başlamaya cüret edebileceklerdi.
7 Haziran o kadar mucizevi ve müthiş bir siyasal terkip ortaya koydu ki, bu terkip kendilerini AKP ve Erdoğan’ın anti-demokratik ve hukuk dışı savrulmalarını savunmaya adamış olan ve bu uğurda sergiledikleri dipsiz ilkesizlikleriyle medya tarihine birer kara leke olarak geçen bir kısım yandaş gazetecilerde bile bir rehabilitasyon etkisi yaptı. O kadar ki AKP’li bazı siyasetçi, gazeteci ve akademisyenler 17/25 Aralık 2013’te ortalığa saçılan kirli ilişkilerin, çürümüşlüğün, kokuşmuşluğun, rüşvet ve yolsuzluk skandallarının bile aniden farkına varıverdi. İşte tüm bunlar hep 7 Haziran aydınlanması veya 7 Haziran çarpmasından.
AKP’li bakanların, siyasetçilerin ve sarsılmaz sanılan despotik Erdoğanizm rejimine iman etmiş lejyoner kalemşörlerin birbirlerine girmek pahasına sergiledikleri bu gecikmiş ani aydınlanma 7 Haziran’la ortaya çıkan AKP’deki şizofrenik ruh haletinin, bozgun havasının ve gümbürtülü ve görkemli bir çöküşün ilk dalgasının güçlü emareleri niteliğinde. Mukadder gidişatın, türlü zulümler ve despotluklarla yüklü dev AKP gemisinin kaçınılmaz batışının ilk çatırtılarını erken fark etmekte mahir olanlar buldukları kırık dökük filikalarla acemice kaçma ve kendilerini kurtarma telaşındalar. Bu şatafatlı batıştan kendilerini kurtarma telaşına kapılanlar bir taraftan da korsanlıkla, hırsızlıkla, yolsuzlukla edinilen her türden zenginlikleri taşıyan bu dev geminin enkazının oluşturacağı mirastan en büyük payı alma yarışındalar.  
Bu zevatın işi hiç de kolay değil. Sağlı sollu esen sert fırtınaları, her yönden akın eden dev dalgaları maddi ve siyasi çıkar peşinde keskinleştirdikleri ustalaşmış sezgileriyle kestirmeye ve ona göre pozisyon almaya çabalamak zorundalar. Bu canhıraş, acınası ve umutsuz çabalarıyla, kirli ilişkilerin damga vurduğu kokuşmuş bir devrin mağdur ettiği tüm toplumsal kesimler için seyir keyfi yüksek olan ama insani açıdan da tahammül edilmesi zor bir pejmürdelik, ikiyüzlülük, mürailik sergiliyorlar.
 İşte böyle bir ortamda bazıları, özellikle 17/25 Aralık yolsuzluk skandalının patlamasından sonra, yalanlar, iftiralar ve tehditlerle bezeyerek sergiledikleri ilkesizliklerini ve yaptıkları büyük zulümlerle işledikleri günahları sanki millete kolayca unutturmayı başarabilecekleri gibi sebebini hiç bilemeyeceğim büyük bir iyimserlik içerisinde hareket ediyorlar. Aldıkları kararlarla Erdoğan’ın keyfiliklerinin ve hukuksuzluklarının hala payandası oldukları halde, görgüsüzlük abidesi dev masalar etrafına üşüşüp dini ve ahlaki ne kadar değer varsa AKP iktidarını tahkim için hala bozuk para gibi harcadıkları halde kendilerini olup bitenden soyutlamaya çalışanların zavallı hallerini gördükçe onlar yerine ben büyük bir utanç yaşıyorum.
17/25 Aralık 2013’te somut delilleriyle ortalığa saçılan yolsuzluk, rüşvet ve talanın üzerine gitmek yerine, bu rezillikleri ortaya çıkaran savcı/hakim ve polisleri darbecilikle suçlayan ve o günden beri yürütülen her türlü cadı avının parçası olanların bugün 17/25 Aralık denince akla gelen ilk ismi tanımıyormuş gibi davranması ve buna insanların inanmasını beklemesi tam bir ibretlik vaka. Türkiye’yi bir demokratik bir hukuk devleti olmaktan çıkarıp adi bir despotluğa dönüştürecek her hamlenin içinde olan birilerinin çıkıp sanki bu kepazelikte hiç payları yokmuş gibi insanların aklıyla alay edebilmesi tek kelimeyle mide bulandırıcı.
Hiçbir suçları olmayan masum insanlara yönelik yürütülen cadı avına yönelik kabinede alınan tüm hukuksuz kararlarda imzası, parlamentoda çıkarılmak üzere verilen anti-demokratik yasa tekliflerinde desteği, bu yasaların oylandığı parlamentoda oyu olanlar şimdi çıkmış hiç utanmadan, yüzleri hiç kızarmadan izzetli insan rolü kesebiliyorlar. Aşağılık bir cadı avının parçası olanlar, yolsuzlukların ve hırsızlıkların üstünü kapayanlar, bizden herhalde bütün bunlarla hiç ilişkileri yokmuş gibi davranmamızı bekliyorlar. Hukukun verdiği yetki ve sorumluluklar çerçevesinde bulundukları konumun hakkını vererek tarihin en büyük yolsuzluk, rüşvet ve hırsızlık skandalını ortaya çıkaran kamu görevlilerine “darbeci” yaftası yapıştıran sanki kendileri değilmiş gibi, saygıya değer ilkeli, onurlu ve ahlaklı siyasetçiler olduklarına inanmamızı istiyorlar. Bu halleriyle ne kadar zavallı bir duruma düştüklerini göremiyorlar.
Yaptığı İran’ın uluslararası finans sistemi tarafından illegal ya da yarı legal kabul edilen enerji paralarını aklamaktan, bu paraları altına çevirerek İran’a transferden ve bunu yaparken bazılarının kendisini “hayırsever” olarak görmesini sağlayacak bir sahte imajı yüksek meblağlar ödeyerek rüşvetlerle satın almaktan ibaret olan tarihimizin en büyük yolsuzluk skandalının kilit ismi olan Reza Zarrab’ı ve devletin bütün kılcallarıyla birlikte en tepesine kadar uzanan kirli ilişkilerini korumak adına ülkeyi yangın yerine çevirenler şimdi çıkmışlar kendilerinin erdemli, onurlu, haysiyetli insanlar olduklarına inanmamızı bekliyorlar.
Türkiye’den İran’a kirli para transfer eden bir adama Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın huzurunda “şampiyon ihracatçı” ödülü vermek için sahne alan isimlerden Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, gelen tepkiler üzerine çıkmış “Zarrab’a ödül vereceğimi bilseydim o karenin içinde yer almazdım, çok üzüldüm!” diyor. AKP, 7 Haziran’da aldığından 3 puan fazla oy almış olsaydı bu tavrı asla göstermeyecek olan bir insanın trajedisidir bu sözler. Kaldı ki ben Kurtulmuş’un hangi kareden bahsettiğini ve neye üzüldüğünü de doğrusu anlayabilmiş değilim.
Bahsettiği Zarrab denen adamın yer aldığı fotoğraf karesi ise lütfen birileri Kurtulmuş’a tam 18 aydır o karenin tam ortasında olduğunu hatırlatsın. Tıpkı bütün diğer AKP’li bakanlarla birlikte Kurtulmuş da o kepaze karenin ta göbeğinde yer alıyor. Boşuna zahmet edip yerini yadırgıyor gibi hiç yapmasın. Çünkü Kurtulmuş, yolsuzlukların üzerini örtmek için canhıraş çaba harcayan, masum insanları ise despotlukla hapse attıran Erdoğan, AKP hükümeti, parti teşkilatı, parti üyeleri ve yandaş medyalarıyla o karenin sadece içinde değil, o rezil karenin mimarları arasında da.
 Hiç kimse kusura bakmasın! Somut delilleriyle yolsuzluklarının, rüşvetlerinin ve hırsızlıklarının bir kısmı ortaya saçıldığı halde ve bu skandalın patlak vermesinden bu yana geçen 18 ay boyunca yapmadıkları hukuksuzluk ve zulüm kalmamasına rağmen, 7 Haziran’da AKP’ye destek verip, suçlarına ortak olan 18 milyon 720 bin 223 kişi de önlerinde bir arsızlık kara deliği gibi duran o karedeki yerlerine alışmalılar.