Türkiye'de ilk kez halkın seçeceği cumhurbaşkanı seçimi için sandıkların milletin önüne gelmesine sadece günler kaldı. Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın,
seyahat halinde oldukları için gümrük kapılarında oy kullanacaklar
hariç, oy kullanma işlemleri ise tamamlandı. Bu şartlarda seçime günler
kala bir durum analizi yapmak farz oldu.
Bu seçimlerin sıradan bir
cumhurbaşkanlığı seçimi değil adeta rejim tercihine dair bir seçim
olacağı konusunda neredeyse hemen herkes mutabık. Devlet gücünü ve kamu
imkânlarını keyfince kullanarak, “çıkar çatışması” ilkesini göz ardı
ederek başbakan koltuğundayken cumhurbaşkanlığı kampanyası yürütmekte
herhangi bir etik sakınca görmeyen Başbakan Erdoğan'a göre, halkın
oylarıyla devletin en yüksek konumuna çıkacak kişi, cumhurbaşkanının
Anayasa'daki yetki ve sorumluluk tanımları ne olursa olsun, güçler
ayrılığı ilkesi, kontrol ve fren (check and balances) mekanizmalarından
azade olmak kaydıyla, bir başkanlık sistemindeki kadar güçlü bir başkan
olmalı.
Ancak tüm yıpratma ve aşındırma çabalarına rağmen bu
ülkenin rejimi hala cumhuriyet olmaya devam ettiği için Başbakan Erdoğan
ve yandaşları gönüllerinden geçen yerine şeklen bu rejime uygun bir
tanımlama peşinde olmaya da özen gösteriyorlar. Yani “sultan” gücünde
bir cumhurbaşkanı diyebilme cesaret ve samimiyetini gösteremiyorlar.
Oysa herkes biliyor ki, kendisi ve çevresi gırtlağına kadar yolsuzluk,
rüşvet ve usulsüzlük iddialarına gömülmüş olan bu lider, yüksek dozda
propaganda ve algı yönetimi taktikleri sayesinde edineceği halk
desteğiyle eline geçireceği gücü sıradan bir cumhurbaşkanlığı görevini
yerine getirmekte kullanmakla yetinmeyecek. Öyle bir lider ki bu, büyük
ölçüde felç edilen demokratik hukuk sisteminin geriye kalan kısmının ve
demokratik muhalefetin kendisiyle ilgili ayyuka çıkan yolsuzluk,
hırsızlık ve rüşvet iddialarının üzerine gitmesini tamamen engelleyecek
bir fiilî despotik sultanlık rejimi kurma peşinde olduğunu her haliyle
hissettiriyor.
En temel endişesi kendisi, yakınları ve çevresi
hakkındaki yolsuzluk ve hırsızlık suçlamalarını örtmek ve yargıdan
kurtarmak olan bu lider, söz konusu niyet ve isteğini zaten saklama
gereği de duymuyor. Ülkenin bütün şehirlerinde kafanızı kaldırdığınızda
hemen her yerde ilk görebileceğiniz propaganda ve afişlerinde
kendisinden belki “Sultan” olarak değil ama “Reis” olarak bahsettiriyor.
Mevcut gidişat ve şartlar göz önüne alındığında, çoğulculuk yerine
çoğunluğun hükümranlığını, hak yerine gücü, adalet yerine zulmü,
toplumsal uyum ve uzlaşma yerine kutuplaştırmayı, destekçi kitlelerine
sükunet telkin etmek yerine sınırsız ajitasyon ve kışkırtmayı,
kesintisiz sürdürdüğü iftira, yalan ve yüksek dozlu nefret söylemini
zaten zirvede olan anti-demokratik gücünü daha da artırmanın
basamaklarına dönüştürmek isteyen bu liderin “Reis” olma takıntısı,
ancak Mussolini'nin “Il Duce”, Hitlerin “Führer” olma arzusu kadar masum
görülebilir.
Gücü ve hukuk önündeki sorumsuzluğu kolayca “Sultan”
yerine ikame edilebilecek nitelikteki bir “Reislik” hedefleyen
Erdoğan'ın bu amacına ulaşmak için yapmayacağı, istismar ya da
suiistimal etmeyeceği herhangi bir şey olacağı kanaatinde değilim.
Neticede burada Seçim Kanunu gereği kamu imkânlarını kullanması yasak
olmasına rağmen Başbakanlık makam aracında plaka sahtekârlığına kadar
tenezzül edebilecek bir kuralsızdan bahsediyoruz. Sadece, halkın
tamamının ödediği vergilerle finanse edilen TRT ve Anadolu Ajansı'nın
objektif kamu yayıncılığını mezara gömüp Erdoğan'ın şahsî propaganda
makinesine dönüştürülmesi bile yapılacak seçimlerin ne kadar adaletsiz
ve anti-demokratik şartlarda gerçekleşmekte olduğunu anlamaya yeter.
Kaldı ki, her türlü gayri meşru ve etik dışı yöntemlerle ele geçirilerek
veya yine kamu imkânlarının istismarı yoluyla oluşturulan sermaye
aracılığıyla satın alınarak tamamen Erdoğan'ın kara propaganda
makinelerine dönüştürülen ya da iktidar gücü suiistimal edilerek türlü
baskılarla iradesi teslim alınan, özgür sesleri tek tek susturulan bir
medyanın özenle dizayn edildiği bir ülkede yapılacak seçimler en fazla
Beşşar Esed'in, Hüsnü Mübarek'in ya da Saddam Hüseyin'in seçimleri kadar
demokratik olacaktır. AGİT de aynı kanaatleri ve endişeleri taşıyor
olmalı ki, bu konuda defaatle açıklamalar yapmakla yetinmeyip,
Türkiye'de bir seçim gözlem ofisi kurma kararı almış bulunuyor.
CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ SON FIRSAT OLABİLİR
Seçim
yasalarını maniple eden, demokratik seçimlerin hukukî garantörü olması
gereken yargıyı tamamen felç ederek bir yandaş aygıta dönüştüren, son
yerel seçimlerde hile ve yolsuzluk yaptığı şayialarına yol açan, siyasi
amaçları için kamu imkânlarını sınırsızca kullanan bu anti-demokratik
zihniyete ve kural, etik tanımaz tavırlara rağmen bu despotik gidişe dur
demenin hiç mi imkânı kalmamıştır? Elbette ki “hiç kalmamıştır demek”
şu aşamada bana göre yanlış olur. Çünkü, pazar günü yapılacak
cumhurbaşkanı seçimleri demokratik cumhuriyet rejiminin, parlamenter
sistemin, hukuk devletinin, milletin birlik ve beraberliğinin, ülkenin
bütünlüğünün, sosyal dokunun, basın, ifade, toplantı gibi temel hak ve
özgürlüklerin korunmasını sağlayacak yeni bir sürece girmek için hayati
derecede önemlidir ve umutları diri tutmak gerekir.
Partili
cumhurbaşkanı, icracı cumhurbaşkanı, “Reis” gibi söylemlerle
Anayasa'daki yetkilerinin sınırlarına riayet etmeyeceğini açıkça
söyleyen Erdoğan'ın icranın yanı sıra yasama ve yargı erklerinin tüm
kontrolünü eline geçirerek bir tek adam rejimi kurmasının önüne geçmek
için pazar günü yapılacak seçimler zaten bir son fırsat niteliğindedir.
Tabii ki, iki turlu bu seçimlerin favorisi, bütün oyun planını ilk turda
kazanmak üzere kuran Erdoğan'dır. Bu yüzden cumhuriyet rejiminin,
demokrasi ve hukuk sisteminin önündeki tehlike çok ama çok büyüktür. Ama
bu durum, neredeyse tüm muhalif partilerin ve Erdoğan yandaşı olmayan
tüm toplumsal kesimlerin üzerinde mutabık olduğu Ekmeleddin
İhsanoğlu'nun hiçbir şansı yoktur anlamına gelmez. Çünkü ben, çoğu
siyasi gözlemcinin aksine 30 Mart yerel seçimlerinde AKP'nin aldığı
yüzde 43'lük oy desteğinin kemik bir destek ve Erdoğan için garanti
olduğu kanaatinde değilim. Yüzde 43 garanti olsa dahi Erdoğan'ın bu
desteği 30 Mart'tan bu yana yüzde 50'nin üzerine taşımayı sağlayacak
hangi başarısı ya da cazibe unsuru bulunuyor?
Neticede Mısır,
Suriye, Irak, Filistin, Musul'daki rehine krizi, AB, ABD politikaları
başta olmak üzere dış politikada Cumhuriyet döneminin en büyük
başarısızlıkları üst üste geliyor. İzlenen tutarsız ve sadece boş
hayallere dayalı temelsiz ve gerçekçi olmayan politikalar yüzünden
Türkiye'nin itibarı hem Batı'da, hem de Doğu'da tarihinin en berbat
seviyesine gerilemiş bulunuyor.
Erdoğan ve medyası ile siyasetteki
bazı ateşli yandaşlarının nefret suçu sınırlarını çoktan aşan
kutuplaştırıcı kin ve nefret söylemi yüzünden toplumsal barış ve huzur
ortamı tarumar edilmiş durumda. Öte yandan, Erdoğan ve bakanları hukuk
ve yargı sistemine o kadar çok müdahale edip, keyfince yargısal kurgular
yapabiliyorlar ki Türkiye'den artık bir “hukuk devleti” diye
bahsetmenin neredeyse imkânı kalmadı. Boş dosyalar ve temelsiz, kanıtsız
suçlamalarla 22 Temmuz'da ve 5 Ağustos'ta yapılan operasyonlar
yargıdaki bu kötü gidişatın berbat sonuçları niteliğinde. Dahası başta
basın ve ifade özgürlükleri olmak üzere tüm hak ve özgürlükler alanında
son bir-iki yılda Türkiye en az 30 yıl geriye gitmiş durumda.
Her
ne kadar Erdoğan hükümeti ve medyası ekonomide pembe tablolar çizmeye
devam ediyor olsa da Türkiye'nin büyük bir ekonomik krizin eşiğinde
olduğuna dair endişeler son dönemde zirve yapmış durumda. Bu endişeler
hükümetin hâlâ sağduyusunu korumaya çabalayan bazı bakanları tarafından
da paylaşılıyor. Hal böyleyken Erdoğan'ın son 5 ay içerisinde oy oranını
yüzde 50'nin üzerine çıkarmasını beklemek yerine “Acaba yüzde 43'lük
desteğini hâlâ koruyabiliyor mu?” diye sormak bana daha mantıklı
geliyor. Bu şartlarda Erdoğan'ın ta en baştan beri birinci turda olmasa
bile ikinci turda kendisini kurtaracak iki stratejik oy deposuna ihtiyaç
duyduğu ve bunlara güvendiği biliniyordu: Yurtdışında ilk kez
kullanılacak 3 milyon civarındaki oy ve yapılacak pazarlıklar sonucu
destekleri alınacak olan PKK tesiri altındaki Kürt oyları.
DEMOKRATİK BİR ÜLKE Mİ, YOKSA DESPOTİK BİR ORTADOĞU ÜLKESİ Mİ?
Yurtdışında
yüzde 5'lik katılım oranıyla Erdoğan'ın iki ayaklı kurtuluş
stratejisinin bir ayağı neredeyse tamamen çökmüş oldu. Doğal olarak bu
durumda belirleyici Kürt oyları çok daha önemli ve stratejik bir konuma
yükseldi. Ancak HDP'nin adayı Selahattin Demirtaş'ın seçim
kampanyasındaki sert üslubu Erdoğan'ın umduğu Kürt oylarının birinci
turda gelmeyeceğinin delili olarak okunabilir. 15 gün sonra yapılacak
ikinci turda ise birinci turda kendisine karşı bu kadar ajite edilmiş
Kürt oylarının Erdoğan'a yönlendirilmesinin o kadar da kolay
olmayacağını tahmin edebiliriz. Zaten bunun farkında olan Erdoğan türlü
ayak oyunları ve algı operasyonlarıyla MHP, BBP'nin milliyetçi tabanı
ile Erdoğan'a mesafeli muhafazakâr bazı gruplara yönelik etik dışı
hamleler yapmaktan geri durmuyor.
Tüm bu şartların ışığında
Erdoğan her ne kadar hâlâ seçimlerin favorisi gibi gözükse de,
kamuoyunda sakin kişiliği ve nezaketi ile tanınmaya ve takdir toplamaya
başlayan muhalefetin ortak adayı İhsanoğlu'nun seçimlerde büyük bir
sürpriz yapmayacağını peşinen söyleyemeyiz. Çok tuhaf ama Türkiye'nin
demokrasi ve hukuk devletine doğru yeniden dümen kıracak bir ülke mi
olacağını, yoksa Ortadoğu'nun sıradan despotik ülkelerinden biri olma
yolunda mı ilerleyeceğini işte bu sürprizin gerçekleşmesi ya da
gerçekleşmemesi belirleyecek.
Not: Bu yazı ilk olarak 6 Ağustos 2014 tarihli Zaman Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
For English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes/report-of-situation-ahead-of-the-critical-election_354737.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder