7 Ağustos 2014 Perşembe

Kim bir diktatörün doğuşuna ebelik yapmak ister?

17-25 Aralık 2013 tarihli yolsuzluk operasyonları göstermiştir ki ülkeye tahakkümde sınır tanımayan Recep Tayyip Erdoğan sultası, pervasıca izlediği anti-demokratik ve hukuk tanımaz siyasetin finansmanını yolsuzluk, rüşvet ve hırsızlık paralarıyla yapmaktadır. Kamu ihalelerinin şeffaf ve rekabetçi olmayan yöntemlerle peşkeş çekildiği yandaş işadamlarının vermeye zorlandığı paralarla oluşturulan kayıt dışı finans havuzları sanki yetmezmiş gibi cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde kamu imkanlarının suiistimalini de bunlara ilave etti. Herhangi bir seçimde aday olduklarında en düşük konumdaki kamu görevlilerinin bile istifa etmesini zorunlu kılan seçim yasası, yasama üzerindeki etkisini kullanan Erdoğan’ın mahir müdahaleleriyle bu önlemden kendisinin muaf tutulmasına imkan vermiştir. Öyle ki, şayet herhangi bir seçimde aday olan bir ilçenin kaymakamıysanız kamu imkanlarını istismar edebileceğiniz kaygısıyla görevinizi terk etmenizi öngören seçim yasası, her ne hikmetse devletin tüm imkanlarını sonuna kadar suiistimal edebilecek konumdaki başbakanı bu istifadan istisna tutmuştur.
Siyasetin gayr-i meşru yöntemlerle finansmanı, kamu imkanlarının iktidarın cumhurbaşkanı adayı tarafından suiistimali, TRT ve AA gibi kamu yayın kuruluşları ve hükümet kontrolündeki güya "özel" medya kuruluşlarında adaylara yönelik sergilenen adaletsizlik, ihtiyaç duyulandan 18 milyon fazla oy pusulası basılması gibi her türlü spekülasyona açık şaibeli durumlar, 30 Mart yerel seçimlerinde oyların sayıldığı sıralarda aynı anda 40’tan fazla şehirde elektriklerin kesilmesi, yine aynı seçimde muhalefet partilerinin sandık müşahitlerinin seçim hileleri yapıldığına dair yüzlerce vakayı tutanak altına almaları, başta Ankara olmak üzere seçim hilelerine dair bulgu ve iddiaların ayyuka çıkması Pazar günü yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinin adaleti ve sıhhati konusunda herkesin teyakkuzda olmasını elzem kılıyor.
Halbuki, şaibeli 1946 seçimleri hariç, Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayarak, özellikle çok partili dönemlerinde Türkiye, demokrasisinin niteliği her ne olursa olsun, seçim güvenliği ve adaleti konusunda hep iyi sınav vermiş bir ülke durumundaydı. Türk demokrasisinin pek çok yetersizliği üzerinde haklı olarak durulsa bile hiç kimse bu ülkenin adil ve düzgün (fair and just) seçimler yapıp yapmadığı konusunda herhangi bir endişe taşımamaktaydı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası, 28 Şubat 1997 post modern askeri darbesi esnasında yapılan seçimler de dahil olmak üzere sandıkta sistematik hile ve hırsızlık yapıldığına dair herhangi bir endişe yaşanmadı. Sistematik seçim hileleri yapıldığına dair herhangi bir şaibe duyulmadı.
Ancak “ileri demokrasi” ve “Yeni Türkiye” safsatalarıyla göz boyacılığı yapan Erdoğan iktidarı altında yapılan son seçimlerde Türkiye, gurur verici bu hasletini, bu demokratik niteliğini de maalesef kaybetti. 30 Mart seçimlerinde ayyuka çıkan şaiyalar ve şaibeler Pazar günü yapılacak seçimlerin adil ve güvenli yapılmasından duyulan endişeleri de artırdı. Bu endişeler başta AGİT olmak üzere, AKPM gibi örgütlerden yabancı gözlemcilerin Türkiye’ye akın etmesine yol açtı. Her geçen gün daha da despotlaşan Erdoğan’ın, son yıllarda imza attığı anti-demokratik veballerin hepsini bir kenara koysak bile, tek başına bu vebali bile Türkiye’nin demokratikleşme tarihine kara bir leke olarak geçmesine yetecektir.
Kamu imkanlarının istismarı, yolsuzluk ve usulsüzlüklerle elde ettiği gayri meşru finansal kaynaklarıyla örneklerine ancak Hitler Almanyası ya da Mussolini İtalyasında rastlanabilecek korkunç bir propaganda makinasını devreye sokan Erdoğan’ın, Türkiye’yi tam teşekküllü bir diktatörlüğe dönüştürmesini, her ne kadar yoğun propaganda altında demokratik iradesi mefluç olduğu izlenimi verse de,  artık sadece ve sadece halkın (yaralanmış da olsa) basiret ve feraseti engelleyebilir. Pazar günü sandığa gidecek olan halk, şayet kendisinden beklenen bu demokratik feraset ve basireti gösteremezse bu ülkeyi bugünkünden bile tehlikeli bir maceranın bekliyor olacağından kuşkunuz olmasın.
Hak tanımaz, hukuk tanımaz, özgürlüklere tahammülsüz, hoşgörüsüz ve bağnaz bir liderin zaten sorunlarla dolu demokratik rejimin tüm kimyasıyla keyfince oynama yetkisini sandık yoluyla alacağı bir ortamda bu ülkenin yaralı demokrasisini ve mefluç hukuk sistemini bile tamamen kaybetme riskiyle karşı karşıya kalacağız. Medyatik efsunlanmaya maruz kalan halkın önemli kısmının son dönemde vermiş olduğu sorunlu tepkiler, maalesef ülkenin geleceği adına çok umutlu olmaya elvermiyor. Ama yine de en karanlık, en kaotik, en karmaşık ve en zorlu dönemlerde bile ülkenin önünü açan karar ve eğilimleriyle sorun çözücü rolünü üstlenen halktan umut kesmemiz imkansız.  
Ağır medya ve propaganda bombardımanı altında yalanlarla, iftiralarla mefluç edilen algısı ve vicdanı; pompalanan korku ve endişelerle tahakküm altına alınan iradesine rağmen halk, şayet gerçeklere uyanıp ona göre hareket etmezse, korkarım ki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde korkunç bir diktatörlüğün doğumuna bizzat ebelik edecektir. Türlü şeytani yöntemlerle iradesi işgal edilmiş halkın önemlice bir kısmı, ileride yakasını kurtarmakta çok büyük zorluklar yaşayacağı bir despotik Frakenştayn’ın doğumuna sandıklara atacağı oylarla, yani kendi elleriyle vesile olacaktır.
Allah muhafaza!.. Halkın savrulacağı bir demokratik basiretsizlik ve ferasetsizlikle nasıl bir despotun doğumuna ebelik edeceğini görebilmek için seçim sonrasını beklemeye bile gerek yok. Türkiye’yi nasıl bir hak-hukuk tanımaz diktatörlüğün beklediğini anlamak için Erdoğan’ın seçim meydanlarında ve yandaş medya mecralarına verdiği söyleşilerinde neler vaat ettiğine şöyle üstün körü bakmak yeterli. Son dönemdeki anti-demokratik gidişatıyla, hukuk ve etik dışı hamleleriyle Türkiye’de farklı toplumsal kesimlerin nazarında olduğu gibi dünyanın her yerinde itibarını ve imajını sıfırlayarak saygınlığını tamamen yitiren bir liderin despotluk ve tiranlıktan başka ülkesine vaat edeceği zaten ne olabilir ki!
Kendisini hem milletin hem de devletin yerine koyan, Pazar günü yapılacak seçimlerle kendi şahsında hem milletin hem de devletin tecelli edeceğine inanan ve bunu kendisi için en doğal hak olarak gören bir liderden demokratik ilkelere, hak ve hukuka riayet etmesini beklemek abes olmaz mı?
Malumunuz 1643-1715 yılları arasında Fransa’da tam 72 yıl tahtta kalınca ciddi bir şahsiyet erozyonuna uğrayarak kendisini insan üstü bir varlık gibi görmeye başlayan Louis-Dieudonné de France veya daha yaygın bilinen adıyla XIV. Louis, Fransızların kendisini Louis Le Grand (Büyük Louis) veya le Roi-Soleil (Güneş Kral) olarak isimlendirmesinden bile tatmin olmamış ve bugün dahi dillerden düşmeyen o meşhur “Devlet benim (l'État c'est moi)” sözüyle mutlakiyetçi diktanın sembolleşen bir ismi haline gelmiştir. Oysa XIV. Louis sadece “devlet benim” demekteydi. Birilerinin bugün yaptığı gibi meydanlarda binlerce insana hitap ederken “hem millet benim, hem de devlet benim” diyecek kadar kendini kaybedercesine ileri gitmemişti. Halkın iradesini yalan ve iftiralarla bezeli korkunç bir propagandayla gasp ederek ondan 300 yıl sonra böyle bir konumun peşine düşen bir liderin durumu sizce de XIV. Louis’inkinden daha vahim değil midir?
Ne yazık ki, bu söylediklerim kötü bir şaka değil, gerçek… Ama Türkiye’de her gün Başbakan Erdoğan eliyle o kadar büyük skandallara yol açılıyor ki, 9 Temmuz 2014 günü Tokat’ta yaptığı parti mitinginde sarf ettiği “hem devlet benim, hem de millet benim” diye anlaşılabilecek vahim vaatleri kamuoyunun ve medyanın dikkatlerini bile çekmedi. O gün yaptığı konuşmada kendisinin seçilmesi durumunda milletin artık vekiller aracılığıyla değil doğrudan devletin en tepesine oturacak olan kendisi tarafından temsil edileceğini söyleyen Erdoğan, kendisini devletle özdeşletirmenin yanı sıra milletin de şahsında tecelli edeceği gibi son derece tehlikeli bir vaatte bulunuyordu.
Yani Erdoğan, Anayasa'da tanımlanan sınırlarına uymayacağını peşinen deklare ettiği cumhurbaşkanlığı konumuna seçilirse bizzat kendi şahsında devletle milleti birleştirmeyi vaat ediyordu. "Güneş Kral" XIV. Louis, şayet bugün yaşıyor olsaydı ve Erdoğan’daki bu sınır tanımaz cüreti görebilseydi eminim ki neden bunları kendisinin düşünemediğinden şikayetle kendisine kahrederdi.
Hal böyleyken, Pazar günü sandık başına gidecek vatandaşlar yapacakları tercihle XIV. Louis’yi bile kıskandıracak bir despotun doğumuna mı ebelik yapmak istediklerine, yoksa Türkiye’nin temel insan hak ve özgürlüklerine saygılı demokratik bir hukuk devletine doğru yeniden dümen kırmasına imkan verecek bir cumhurbaşkanını mı seçmek istediklerine şimdiden karar vermeli.

For English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes/who-wants-to-help-the-birth-of-a-dictator_354911.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder