hükümet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hükümet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Haziran 2015 Salı

Çare restorasyon hükümeti


Pazar günü vatandaşlar oylarını kullanırken kaleme aldığım son yazımda demokrasinin en işlevsel aracı olan seçimlerin düzenleyici (regülatör) rolüne dikkat çekmiştim. Demokrasiyi kullanarak devşirdikleri gücü hukuksuz ve anti-demokratik ihtirasları için kullanmak amacıyla yoldan çıkanlara çeki düzen verecek olanın da sandık ve seçimler olduğuna vurgu yapmıştım.
Erdoğan ve AKP’nin kamu gücünü ve imkanlarını kullanarak oluşturduğu tüm adaletsiz ve haksız şartlara, yine aynı merkezli olmak üzere tüm hile ve oy çalma çabalarına rağmen, vatandaşların özgür ve adil bir seçim konusunda sergiledikleri muazzam hassasiyet, en üst düzeydeki teyakkuz ve seferberlik hali sayesinde seçimler sahiden de düzenleyici rolünü ortaya koydu. AKP iktidarının her kademesine sinmiş kibirli, nobran ve şımarık üsluba, şatafat ve debdebeye batmış müsrifliğe, dayatmacı ve pervasız despotik gidişata seçimde dur diyen vatandaşlar siyasete ince bir ayar verdi. Haddini aşanlara haddini bildirdi. Güç sarhoşluğuyla azarak yoldan çıkanları hizaya soktu.  Önemle belirtmeliyiz ki anayasayı, koruyacağına namusu ve şerefi üzerine yemin ettiği tarafsızlığını ve konumunun saygınlığını hiçe sayarak partizan siyaset için meydanlara inen Erdoğan seçimlerin en büyük kaybedeni oldu. Erdoğan sultasındaki bir hezeyanlar dönemi ve o dönemden (executive) icracı başkanlık kılıfı altında tek adam diktası gibi bir başka  çılgınlıklar dönemine atlama hayalleri sona erdi. Kabus bitti.
Kabus bitti ve Türkiye belki demokrasi ve hukukun yeniden çalışmaya başlayacağı yepyeni bir döneme uyandı. Ama Erdoğan ve AKP’den de geriye devasa bir enkaz kaldı. Şimdi halkın oylarıyla güç ve yetki verdiği siyasetçiler demokrasinin sunduğu imkanları değerlendirmek ve bu enkazı ortadan kaldırmak sorumluluk ve göreviyle karşı karşıya. Çok kritik şartlar altındaki halkın verdiği bu görev ve sorumluktan kaçanlar siyaseten intihar etmiş olur. Sorunlu siyaset tarzları ve doymak bilmez ihtiraslarıyla bu devasa enkazı oluşturanlardan oluşturdukları bu enkazı kaldırmalarını bekleyemeyeceğimize göre, bu görev CHP, MHP ve HDP’nin.
Şayet diktatörlük hevesindeki Erdoğan ve vesayeti altındaki AKP seçimlerde arzu ettiği başarıyı sergileseydi tek bir seçenekle karşı karşıya kalacaktık: Tek adam, tek parti despotizmi.  Şükür ki korkulan olmadı. Erdoğan ve AKP’nin tüm anti-demokratik çabalarına rağmen seçimler ülkenin ve milletin önünde yeni imkanlar açtı. Böylece Türkiye tek seçenek dayatmasından çıktı, eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in “demokrasilerde çareler tükenmez” sözüyle ifade ettiği seçeneği bollaşan bir döneme girdi. Bu çareyi üretecek olan herhalde ne Erdoğan, ne de vesayeti altında tuttuğu AKP. Bu çareyi üretecek olan toplumun farklı kesimlerinden aldığı ödünç oylarla anti-demokratik yüzde 10’luk seçim barajını 3 puan farkla aşan HDP, yolsuzluklara batmış AKP kadrolarından hesap sorma vaadiyle oylarını artıran MHP, rejim bekçiliğinden vazgeçip son seçimlerde yapıcı siyasete dönmeyi başaran CHP’den başkası değildir. Bu partileri ülkeyi içinde bulunduğu demokratik ve hukuki enkazdan çıkarma sorumluluğu ve görevi bekliyor.
Her şeyden önce bu üç partinin, seçim sonuçlarıyla birlikte siyasetin ağırlık merkezinin siyaset dışı ve tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanlığı’ndan yeniden milli iradenin tecelligahı Meclis’e kaymasının sağladığı imkanlara güçlü şekilde sahip çıkması gerekiyor. Diktatörlük hayalleri kuran Erdoğan’ın siyasetin gündemini ve yönünü belirleme gücünü tamamen sıfırlamakla bu işe başlayabilirler. Siyaset dışı olması gereken Erdoğan’ı cumhurbaşkanlığının anayasal sınırları içerisine hapsetmek ise, ancak AKP dışındaki bu üç partinin demokrasi ve hukuka yeniden can suyu verecek temel ilkeler ve pratik gündemler çerçevesinde asgari müştereklerde buluşarak mutlaka birlikte hareket etmeleri ile mümkün. Bu zaruri birlikteliğe ve uzlaşı zeminine Meclis başkanlığı seçimi ve kurulacak olan koalisyon hükümeti için acilen ihtiyaç bulunuyor.
Şu ana kadar CHP, MHP ve HDP, gırtlağına kadar yolsuzluklara, hukuksuzluklara ve suça batmış AKP ile herhangi bir koalisyon ihtimaline peşinen kapıları kapatmak suretiyle siyaseten ve ahlaken doğru olanı yapmıştır. Ancak bu doğru adım şayet yeni doğru adımlarla taçlandırılamazsa siyasetin dizaynında Erdoğan’ın önü yeniden açılır. Siyaset dışı Erdoğan’ın siyaset üzerindeki vesayetini kırmak veya siyaset yapmayı çok istiyorsa cumhurbaşkanlığı gibi saygın bir makamı işgali bırakarak siyasete dönmeye zorlamak bu üç partinin elinde. Belli ki Erdoğan, sandıktan çıkan sonuçlara ve seçmenin verdiği açık ve güçlü mesaja rağmen ya bir AKP iktidarı kurma ya da AKP kontrolünde ülkeyi erken seçime götürme amacında. Şayet bu amacına ulaşmasına fırsat verilerek Erdoğan’ın siyasetteki belirleyiciliğinin devam etmesinin önü açılırsa bu CHP, MHP ve HDP’nin seçmenlerinin kendilerine verdiği iradeye bir nevi ihaneti ya da en hafif ifadeyle bu partilerin becerisizlikleri anlamına gelir. Mevcut şartların oluşturduğu tehlikeler göz önüne alındığında söz konusu partilerin her ikisine de hakkı yok.
Öyleyse ne olması gerektiğine dair analizimize mutlaka olmaması gerekenin Erdoğan’ın ebeliğinde yeni bir AKP iktidarının doğuşu ya da erken seçim olduğunun altını çizerek başlayabiliriz. Ancak bunun ardından, temenniler ve gerçeklerin optimum noktasını gözeterek, olması gereken üzerine kafa yorabiliriz. Bana göre, bu şartlarda Türkiye’nin önünde CHP, MHP ve HDP’nin bir çeşit restorasyon koalisyonu kurmasından başka çare bulunmuyor. Üç parti arasında geniş bir uzlaşıya dayalı, dar gündemli teknik bir restorasyon hükümeti ülke için hem gerekli, hem ideal, hem de mümkün.
Burada bahsini ettiğim bir CHP-MHP-HDP üçlü koalisyonu değil. MHP-HDP arasındaki keskin ideolojik farklılıklardan dolayı bunun mümkün olmayacağının farkındayım. Zaten ideolojik zıtlıklar içerisindeki üç partiden uzun erimli sürdürülebilir bir koalisyon beklemek de gerçekçi olmaz. Aynı şekilde CHP-HDP koalisyonuna baskın şekilde milliyetçi bir ideolojik kimliğe sahip MHP’den destek beklemek de pek gerçekçi görünmüyor. Geriye CHP ve MHP’nin oluşturacağı bir koalisyon hükümeti ve pek çok ideolojik farklılıkları bünyesinde barındıran HDP’nin bu koalisyona geçici süreliğine destek vermesi kalıyor.
Evet, CHP-MHP’nin kuracağı, HDP’nin dışarıdan destek vereceği böyle bir restorasyon hükümeti, üç partinin aralarında yapacakları bir protokol çerçevesinde Türkiye’nin tek adam diktasıyla rayından çıkarılmış demokratik sistemini, hukuk sistemini ve kurumsal yapısını yeniden rayına oturtabilir. Yapılması gereken hiçbir ideolojik veya ilkesel tartışmaya girmeksizin kısıtlı sayıdaki pratik gündem maddeleri ile bu restorasyon hükümetini kurmaktır. Türkiye’yi yeniden işleyen bir demokratik hukuk devleti haline getirmektir. Hemen ardından da bu hükümetin yönetimi altında hızla erken seçime gitmektir. Tahminim 1-1,5 yıllık bir süre bütün bunları gerçekleştirmek için kafidir. Olur da bu koalisyonun dahili ve harici ortakları arasında umulmadık bir uyum çıkar ve hükümet devam etmeye karar verir, o başka hikaye.
Böyle bir restorasyon hükümetinden Erdoğan ve AKP’nin keyfi, anti-demoktratik ve hukuksuz mirasını mutlaka başa döndürmesi beklenir. Mesela icraatlarına 17-25 Aralık 2013 yolsuzluk skandalının faillerinin yargı ve yüce divan önüne çıkarılmasından başlayabilir. Bu skandal sonrası sergilenen hukuksuzluklarla mağdur edilen binlerce bürokratın, kamu görevlisinin ve vatandaşın mağduriyetlerini acilen giderecek önlemler alabilir. Öte yandan devlet eliyle işlenen suçların oluşturduğu mağduriyetlerin son bulması için yapılacaklar da bellidir. Yine mesela giderek özgürlükçü ve demokrat vasfını yitiren Anayasa Mahkemesi’nin masasında bulunan diktatörlük yasaları hemen iptal edilebilir.
MİT yasası, İç Güvenlik Yasası, Erdoğan’ın icat ettiği hukuksuz Sulh-Ceza Mahkemeleri, eğitimde zorlamacı 4+4+4 sisteminin gözden geçirilmesi ve vatandaşa İHL dayatmasından vazgeçilmesi gündem yapılabilir. Sayıştay’ın yeniden asli vazifelerini yerine getirmesi sağlanabilir. Kamu ihaleleriyle semirtilen yandaş işadamları üzerinden oluşturulan kirli ve yoz ekonomik düzenin ve bunun medyadaki karşılığının üzerine gidilebilir. Düzenleyici kuruluşlar, Bank Asya’ya el konulması acı tecrübesinde görüldüğü gibi, AKP’nin cezalandırıcı partizan organları olmaktan hızla çıkarılabilir.
Eğitim sisteminin ihtiyaç duymayacağı ana kadar serbest piyasanın gerektirdiği dershaneler gibi hür teşebbüs şirketlerini kapatan yasalar iptal edilebilir. Teknik olarak mümkün mü bilemiyorum ama kestirmeden gidilerek Meclis’ten çıkarılacak bir yasayla 17-25 Aralık 2013’ten sonra çıkarılan tüm anti-demokratik ve gayr-i meşru yasalar ve bu yasalarla oluşturulan kurumlar ve kadrolar toptan iptal edilebilir. Bu despotik süreçte mağdur edilenlerin hakları iade edilebilir vs…  
Çok mu zor? Hiç sanmam… Yeter ki bu üç parti halkın kendilerine verdiği görev ve sorumluluğun bilincinde olsun!


17 Mayıs 2015 Pazar

İktidarın cinnet hali


17/25 Aralık 2013 tarihlerinde dünya tarihinin görüp görebileceği en büyük rüşvet ve yolsuzluk skandalında suçüstü yakalanan iktidar çevreleri o tarihten bu yana toplumun farklı kesimleriyle birlikte Hizmet Hareketi ile ilgili akla hayale gelmedik iddialarda ve suçlamalarda bulundular. Tam 18 aydır her gün meydanlardan, onlarca gazetenin manşetlerinden ve onlarca TV kanalından durmaksızın iddia, itham ve iftiralarını sürdürdüler. Ancak aradan geçen onca zamana rağmen ortaya bu akıl almaz iddia ve ithamlarını kanıtlayacak somut bir delil ortaya koyamadılar.
Delilsiz ve mesnetsiz bu iddia, iftira ve ithamlar binlerce polis şefini, yüzlerce hakim ve savcıyı, binlerce bürokratı görevlerinden almakta, meslekten ihraç etmekte kullanıldı. Bu insanları haklarından mahrum etmek ve hak arama yollarını kapatmak için yeni mahkemeler kuruldu. Var olan mahkemelere neredeyse mevcut kadroları kadar militan kadrolar ilave edildi. Yüzlerce insan “tabii hakim” ilkesine tamamen aykırı bir şekilde sonradan kurulan proje mahkemeler tarafından somut hiçbir delile dayanmaksınız hapse atıldı. “Paralel devlet” suçlamasıyla 22 Temmuz 2014 tarihinde yapılan ilk dalga operasyonlarda içeri atılan polis şefleri başta olmak üzere hapse atılanlarla ilgili ortaya hala bir iddianame ise konulmadı. Rivayet odur ki suçlananlara dair elle tutulur somut hiçbir delil olmadığı için iddianame yazımı kasten geciktiriliyor.
Bu arada, en üst düzey mensupları rüşvet alırken, yolsuzluklar yaparken suçüstü yakalanan AKP iktidarı tam 18 aydır akla hayale gelmedik yalan ve iftiralarla korkunç bir kara propaganda yürütüyor. Toplumun belirli kesimlerini bu kara propagandaya inandırabildikleri ölçüde harekete geçiyorlar ve hiçbir somut suçu olmayan insanlar karalanarak proje mahkemeler tarafından tutuklanarak hapse atılıyorlar. Aralarında gazetecilerin, bürokratların, askerlerin, polislerin, yargıçların, savcıların ve sivil toplum aktörlerinin bulunduğu insanlara yönelik soruşturma ve yargılama süreçleri maalesef bilinen anlamda bir yargısal süreç olarak işlemiyor. Bu süreçler hiçbir etik değerle kendisini bağlı görmeyen medyatik kampanyalarla kamuoyunda oluşturulan sanal algılar üzerinden yürütülüyor.
Öyle ki, medyatik kampanyalarda delilsiz ve mesnetsiz şekilde dile getirilen yalanlar, iftiralar ve ithamlarla kamuoyu nezdinde mahkum edilen masum insanlar sonra da dünyanın en absürt gerekçeleriyle proje mahkemelerden çıkarılan tutuklama kararlarıyla hapse atılıyor. Kimisi, Hidayet Karaca örneğinde olduğu gibi, bir TV dizininin tabiatı gereği kurgusal olan senaryosu gerekçe gösterilerek hapsediliyor. Polislere dair suçlamalarda olduğu gibi kimisi hukuk çerçevesinde belirlenen görevlerinin gereği olarak terör örgütlerini, organize suç şebekkelerini ya da uyuşturucu kartellerini takip ettiklerinden dolayı sorgulanıyor ve hapsediliyor. Daha da fecisi, TÜBİTAK eski Başkan Yardımcısı Hasan Palaz vakasında olduğu gibi, kimisi de iktidarın masum insanlar hakkında olmayan suçlar üretme çabasına destek olmadıklarından dolayı hapsediliyor. Bunlara görevlerinin gereği şüpheli kişilere ya da suç şebekelerine soruşturmalar açtıkları için meslekten ihraç edilen savcıları ve hukuk kuralları çerçevesinde verdikleri kararlardan dolayı hapse atılan hakimleri de eklemek gerekiyor.
Tamamen algı yönetimine dayalı hukuk dışı ve keyfi bir süreç yürüttükleri için Erdoğan ve liderliğindeki iktidar şebekesi algı mühendisliğinin ve algı yönetiminin tıkandığı noktada halkın uyanmasından ve olan biten rezaletlerin farkına varmasından büyük endişe duyuyor. Bu yüzden de medya üzerindeki kuşatma ve baskıyı artırdıkça artırıyorlar. Türkiye’de işini gazetecilik mesleğinin evrensel ilkelerine, onur ve izzetine uygun bir şekilde yapıp da hakkında iktidar veya Erdoğan tarafından onlarca dava açılmayan herhangi bir gazeteci ya da medya organı artık bulunmuyor.
Öte yandan, Anayasa gereği tarafsız kalacağına şerefi ve namusu üzerine yemin ettiği halde Erdoğan’ın her gün çeşitli vesileler oluşturarak meydanlarda birkaç konuşma yapma ihtiyacı da, oluşturmaya ve güçlendirmeye çalıştıkları bir algıyı sürdürme amacından kaynaklanıyor. Bisiklet kullananların dengede kalarak yol alabilmek için nasıl ki pedal çevirmesi gerekiyorsa Erdoğan ve ekürisinin de oluşturdukları sanal algıyı canlı tutabilmek için yalan ve iftiralarla bezeli kampanyalarını sürdürmeleri gerekiyor. Yine bu yüzden Erdoğan ve ekürisinin artık ülkeyi yönetmek gibi bir dertleri bulunmuyor. Dertleri büyük ölçüde avuçlarının içine aldıkları halkın algısını yönetmekten ibaret. Bunun içindir ki hiç durmadan meydan meydan, ekran ekran dolaşıp konuşuyorlar. Yalanlarla, iftiralarla, gerçekleri çarpıtmakla, mesnetsiz ithamlarla bezedikleri birbirleriyle çelişen konuşmalarını onlarca TV kanalında canlı yayınlatıyor, onlarca gazeteye manşet yaptırıyorlar.
Erdoğan ve ekürisinin bildiğimiz anlamda demokratik hukuk devleti adına ne varsa tarumar etmek pahasına uydurduğu “paralel devlet” veya “paralel yapı” yalanıyla, başta Hizmet Hareketi olmak üzere, tüm muhalif çevreleri hedef aldığı artık saklanamıyor. Hiçbir somut suç işlememiş kişilere ve kesimlere yönelik hukuk içerisinde kalınarak herhangi bir şey yapılamayacağı için Erdoğan ve ekürisi büyük bir ihtirasla hukuk devletini yok ediyor. Muhalif kesimleri sindirmek için giriştiği mücadelenin her adımında aslında kendileri büyük suçlar işliyor ve eninde sonunda bu suçların yargı önünde hesabını vereceklerini biliyorlar.
Yine ellerinde bildiğimiz anlamda hukuki nitelikte somut delil olmayınca muhalifleri yok etme hedefini algı yönetimiyle halkın belirli bir kesiminden devşirdikleri siyasal destek üzerinden gerçekleştirmeye yöneliyorlar. Bu çabanın önündeki en büyük engel olarak da, artık geriye bir avuç kalan muhalif ya da bağımsız medyayı görüyorlar. Kabul etmek gerekir ki, bağımsız ve özgür medyadan geriye kalanlar Erdoğan ve ekürisinin toplum mühendisliği ve algı yönetimine karşı büyük bir oyun bozanlık rolü oynuyor. Sadece bu bile söz konusu medyanın Erdoğan diktatörlüğünün tüm gazabını üzerlerine çekmesine fazlasıyla yetiyor. Zaten Erdoğan da bu bir avuç bağımsız ve özgür medyayı sindirmek ve susturmak için elinden geleni ardına koymuyor.
Açılan soruşturmalar, davalar, hakaretler, ithamlar, tehditler, salınan vergiler umdukları kadar işe yaramıyor olmalı ki, algı operasyonlarının önündeki en büyük engel olarak gördükleri özgür medyayı artık fiziksel olarak ortadan kaldırma planları yaptıkları konuşuluyor. Özellikle Erdoğan yandaşı medya organlarında gün geçmiyor ki muhalif medyaya nasıl el konulacağına dair yeni bir senaryo yayınlanmasın. Bu despotik hevesler yandaş medyanın ahlaksız, ilkesiz, ilkel, hoyrat ve mide bulandırıcı fantezilerinden ibaret olsa yine iyi. Seçimlere sadece 20 günün kaldığı bir ortamda savcıların özgür ve bağımsız medyayı susturmak için harekete geçtiği gazetelerde sayfa sayfa haber oluyor.
            Gazetelerde çıkan son haberlere bakılırsa, kendisini Erdoğan’ın koşulsuz hizmetine adamış bir Ankara savcısı, hem de çok kritik seçimlerin arefesinde, Ulaştırma Bakanlığı’na ‘muhalif medyayı susturma talimatı’ göndermiş. Yasalara aykırı şekilde gönderilen talimat, muhalefetin sesini duyuran televizyon, radyo ve internet sitelerinin iletişim altyapılarını kapatmayı hedefliyormuş. Muhalif görüşlerin medyada yer bulmasını anayasal düzene karşı yasadışı bir eylem gibi görüyor olsa gerektir ki Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlar Bürosu Savcısı Serdar Coşkun, muhalif partilerin sesini duyurabildiği televizyon, radyo ve internet sitesi gibi medya organlarının kullandığı devlete ait uydu bağlantılarını kapatma talimatı verebiliyor.
İktidar yanlısı olmayan tüm medya organlarını susturmayı hedefleyen bu tuhaf talimatın gerekçesi ise çok daha vahim: Erdoğan yanlısı olmayan yayın organları toplumda kutuplaşma ve kamplaşmaya sebep oluyormuş. Askeri darbe dönemlerinde bile görülmeyen bu mantık ve bu talimat bir taraftan özgür basına müdahalenin ulaştığı boyutları gözler önüne sererken, diğer taraftan Erdoğan rejiminin darbe dönemlerinden bile despotik bir karaktere büründüğünü açıkça ortaya koyuyor. Demokrasinin çoğulcu rekabet ve çok seslilik demek olduğundan habersiz bu savcının talimatındaki iddialara göre söz konusu medya organları ‘toplumu terörize ediyormuş” ve “kutuplaşmaya yol açıyormuş”.
Savcılık makamını işgal etmiş demokrasi ve hukuk fukarası bu adam belki de haklı! Gırtlaklarına kadar suça bulaşmış Erdoğan ve ekürisinin önünde istinasız herkes boyun eğse, olup biten haksızlıklara ve hukuksuzluklara hiç sesini çıkarmasa, hırsızlıkları ve yolsuzlukları hiç görmese, iktidarın yalanlarını ve iftiralarını yüzlerine hiç vurmasa ülke en az Kuzey Kore kadar huzurlu bir ülke olmaz mı? Hatta bir gün gelip de Erdoğan ve ekürisi bununla da yetinmezse, yine bir savcı talimatı ile milletçe Erdoğan’a secde edilmesi zorunlu hale getirilirse ülke daha da huzurlu olmaz mı?
Ey savcı, hiç çekinme, hiç utanma hadi bunu da talimatlandır!