başkanlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
başkanlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ocak 2016 Pazar

Ne Erdoğan Hitler, ne de AKP IŞİD

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eriştiğinden hep daha fazlasını talep eden bir kişiliğe sahip olduğu herkesin malumu. Bu yüzden Erdoğan, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin lideri Kenan Evren’in güç ihtiyaçlarına göre dizayn edilmiş olan 1982 Anayasası’nın cumhurbaşkanına verdiği muazzam güçleri bile, tabii bu güce eriştikten sonra, yetersiz buluyor. Her şeye rağmen kontrol ve denge mekanizmalarını oluşturmuş 1982 Anayasası’nın güçler ayrılığı sistemini fillen yok etmiş; yürütme, yargı ve yasama güçlerini doğrudan kendisine bağlamış olmaktan bile tatmin olmuyor.
   Mevcut durumu şu ya da bu şekilde ama mutlaka yapmak zorunda olduğu yeni bir anayasanın güvencesi altına almadan ve gücünü sorgulanamaz Ortaçağ krallıklarından bile öteye taşımadan rahat edecek gibi de görünmüyor. Yani Erdoğan’ın ihtiyaç duyduğu ve tam olarak ne olduğunu sadece kendisinin bildiği nev-i şahsına münhasır bir “başkanlık sistemi”ni kuracak olan bu yeni anayasanın daha fazla hukuk ve adalet, hak ve özgürlük, demokrasi ve şeffaflık getirmesini kimse beklemesin. Başarabilirse bu anayasanın en önemli fonksiyonu, mevcut arızi durumu kurumsallaştırarak konsolide etmek, bu arızi hali sistemleştirerek sürdürülebilir hale getirmek ve mevcut anayasanın ihlali olan tüm eylem ve hedefleri suç olmaktan çıkarmak olacak. 
   Bu bağlamda Erdoğan’ın “üniter sistemli başkanlık örneğini Hitler Almanyası’na baktığınızda da görürsünüz” açıklaması ne bir gaftır, ne de bir sürç-i lisandır. Tüm dünyada büyük ses getiren Erdoğan’ın bu sözünü düzeltmek için danışmanlarının giriştiği çabalar ise beyhude. Çünkü, Erdoğan’ın bu tuhaf sözünden ziyade, kendisini yakından takip edenler için bu tuhaf sözünü anlamlı kılan şey anti-demokratik, hukuksuz, keyfi ve intikamcı eylemlerinin büyük ölçüde Hitler Almanyası’yla benzeşmesi. Gerçek bir demokratik siyasi parti olma hüviyetini çoktan kaybetmiş AKP ise bu yolda Erdoğan’ın başarıyla kullanabileceği Hitler’in NAZİ partisi gibi kullanışlı bir aparattan ibaret kalıyor. 
   Bütün bunlara rağmen ne Erdoğan’ın bir Hitler, ne de AKP’nin halifeliğine biat ettiği Bağdadi’nin her emrini yerine getiren IŞİD benzeri bir örgüt olduğunu söyleyebiliriz. Şu aşamada bunu söylemek ciddi bir haksızlık olur. Henüz değil. 
   Evet doğru, Erdoğan kendi cephesindeki ya da karşısındaki hiç bir muhalifine hayat hakkı tanımak istemiyor. Ama 1934’ün bir yaz akşamına denk gelen Hitler’in “Uzun Bıçaklar Gecesi”nde yaptığı gibi 80 civarındaki öndegelen muhalifini bir gecede ve doğrudan kendisi elini kana bulayarak ortadan kaldırmıyor. Kabul edelim ki, Erdoğan henüz böyle bir şey yapmış değil. 
   Evet doğru, Erdoğan da Hitler gibi peşinde koştuğu muhayyel imparatorluğu inşa etmek için daha büyük bir yaşam alanının (lebensraum) hayalini kuruyor. Her hal ve adımından belli ki bunun için bazı komşu ülkelerin topraklarını yönetimi altına almak istiyor. Ama Hitler’in çevresindeki ülkeleri fiilen işgal etme noktasına henüz gelmiş değil. Henüz değil.
   Evet doğru, Erdoğan da Hitler gibi düşmanlıklardan, krizlerden, kaostan ve şiddetten güç devşirmeyi iyi biliyor. Elde ettiği gücün verdiği cesaretle ve büyük bir pervasızlıkla hareket edebiliyor. Ama bu gücünü yine de Hitler kadar cüretkar ve onun kadar hesapsız kullanmıyor. Mesela, başka türlü halletmek mümkünken Rus uçağını düşürerek kendi kitlesinin gözünde daha da kahramanlaşıyor. Ama uçağı düşürülmek suretiyle Türkiye’ye düşman edilen Rusya’yı Hitler gibi işgale girişecek kadar açık bir imkansızın peşine düşmüyor. Henüz değil.
   Evet doğru, Erdoğan da Hitler gibi kendi ülkesinde yaşayan bazı toplumsal kesimleri insan olarak görmüyor. Elinden gelse tek tek fişlettiği bu insanların kapılarına kocaman birer işaret koyduracak. Kim olduklarını belli edecek işaretli elbiseler giydirecek onlara. Hepsini toplumsal nefret objeleri haline getirerek hiç bir itiraz duymadan ortadan kaldırılmaları için uygun zemini hazırlayacak... Aslında önemli ölçüde bu denilenleri yapmış da bulunuyor. Bazı hukukçular Erdoğan rejiminin yaptıklarının soykırım ölçeğine ulaştığını savunsa da bu despotik rejim muhalif gördüklerini ortadan kaldıracak sistematik bir fiziki soykırım işine henüz girmiş değil. Henüz değil.
   Evet doğru, Erdoğan da Hitler gibi kendisine koşulsuz sadaket gösterip kul köle olacaklar dışında bürokraside, iş hayatında, kültür dünyasında, medyada, sivil toplumda veya siyasette hiç kimseye hayat hakkı tanımak istemiyor. Kendi görüşünde olmayan tüm kamu görevlilerini tek tek fişliyor, etiketliyor, düşmanlaştırıyor ve görevlerinden alıyor. Bazılarını ise uyduruk suçlamalarla yargılamadan yıllarca hapishanelerde süründürüyor. Ama hakkını yememek lazım. Bilebildiğimiz kadarıyla hedefe koyduğu kamu görevlilerini fiziken ortadan kaldırma yöntemine henüz başvurmuş değil. Henüz değil.
   Evet doğru, Erdoğan da tıpkı Hitler gibi kendi sesinden ve fikirlerinden başka ses ya da fikir duymak istemiyor. En cılız farklı sese ya da görüşe bile tahammül edemiyor. O yüzden Türkiye’deki medyanın yüzde 90’ını tamamen kontrol altına almış bulunuyor. Gerçekler ne kadar rahatsız edici, ne kadar berbat olursa olsun Erdoğan emrindeki bu eşsiz propaganda makinası sayesinde kitleleri istediği gibi yönlendirebiliyor. Yalanı, iftirayı, çarpıtmayı, medyatik linci ahlak haline getiren profesyonel ya da gönüllü propagandistleri ise Goebbels’i hiç aratmıyor. Ama yine de Erdoğan rejimi doymak bilmiyor. Bu yüzden bir gecede 14 TV kanalını susturuyor. Bir günde 2 gazeteye, 2 TV’ye el koyabiliyor. Bir-iki ay içerisinde yüzlerce gazeteciyi işsiz bırakıp, onlarcasına yüzlerce dava açarak iş yapamaz hale getirebiliyor. Ama elinizi vicdanınıza koyun hala tek tük de olsa, cılız da olsa, kimseye ulaşmasına müsaade edilmese de muhalif sesler yok mu bu ülkede? Yani tam olarak Hitler Almanyası gibi değil durum. Henüz değil. 
   Evet doğru, bütün muhalif gazeteciler, aydınlar, akademisyenler yazabildiklerini, söyleyebildiklerini her an işlerinden atılabileceklerinin, çalıştıkları gazetelere, TV’lere, üniversitelere, yayınevlerine el konulabileceğinin, sokakta linç edilebileceklerinin ya da öldürülebileceklerinin endişesi içerisinde ve bunun farkında olarak söyleyip yazıyor. Ama neticede hapse tıkılan gazeteci sayısı 30’larda, davalarla ve tehditlerle bunaltılsalar da gazeteciler ve aydınlar henüz sokak ortalarında sadece tartaklanmakla, dövülmekle yetiniliyor. Gazetecilerin ve aydınların kitlesel suikastlerin, cinayetlerin hedefi yapıldıklarını henüz söyleyemeyiz. Henüz değil. 
   Evet doğru, Erdoğan Türkiye’sinde acımasız kitlesel cezalandırmalar konusunda Hitler Almanyası’nı çağrıştıran durumlar yok değil. Bakın işte siyasal menfaatler uğruna yapılan kirli pazarlıklarla güçlenmelerine yıllarca göz yumulan PKK terör örgütü bahane edilerek yüzbinlerce insan yaşadıkları şehirlere hapsediliyor. Masum insanlar haftalarca süren bu hukuksuz kuşatmalarla aç-susuz bırakılıyor. Yaşlılar, kadınlar, bebekler öldürülüyor. Ama kabul etmeliyiz ki insanlar henüz kitleler halinde gaz odalarına gönderilmiş değil. Henüz değil.
   Evet doğru, Erdoğan rejimi polis teşkilatını yok edip, doldurduğu yandaşlarla bu teşkilatı kendisine bağlı partizan bir milis gücüne dönüştürmenin çabası içerisinde. Üstelik durumdan vazife çıkaran bazı gençler biraraya gelip kendilerine “Erdoğan’ın Askerleri” diyerek hızla örgütleniyorlar. Şiddetle aralarına mesafe koyma ihtiyacı duymayan bu gençlerin fırsatını bulduklarında neler yapabileceklerinin küçük bir örneğini hedefe konan HDP’nin binalarına karşı giriştikleri saldırganlıkla ve bazı medya organlarına yaptıkları saldırılarla gördük. Saldıranların Erdoğan rejimi ve AKP hükümeti tarafından nasıl ödüllendirildiklerini de. Ama kabul edelim ki henüz Hitler’in SS’leri kadar (Storm Soldiers) örgütlü, güçlü ve kıyıcı değiller. Henüz değiller. 
   Evet doğru, Erdoğan rejimi kendisine boyun eğmeye direnenlerin şirketlerine belki Hitler gibi el koyuyor. Muhalif gördüklerini işlerinden edip, iş bulamaz hale getirip aileleriyle birlikte açlığa mahkum ediyor. Ağır silahlı polisler eşliğinde kreşlere, okullara, yurtlara baskın üzerine baskınlar düzenletip insanları yıldırmaya çalışıyor. Hala yılmayanları geceyarıları gözaltına aldırtıyor. Boyun eğmemekte direnenleri tutuklatıyor. Evet bunları yapıyor ama muhalif gördüklerini doğrudan duvar önünde kurşuna dizdirip henüz infaz etttirmiyor. Henüz değil.  
   Evet doğru, Erdoğan rejimi genç, yaşlı, kadın demeden masum insanları bir geceyarısı evlerinden topluyor. Tıpkı Hitler’in toplama kamplarında olduğu gibi, aralarında yaşlı ve hastaların bulunduğu bu insanları kışın dondurucu soğuğunda spor salonlarında oluşturulan demir kafeslerde topluyor. Tedaviye ihtiyacı olan hastalara günlerce tedavi imkanı, bebeğini emzirmek zorunda olan annelere günlerce emzirme izni verilmiyor. Ama kabul edelim ki Erdoğan rejimi ve AKP iktidarı ne bu insanları gaz odasına yolluyor, ne de IŞİD gibi bu insanları hapsedildikleri kafeslerde ateşe veriyor. Henüz değil. 
   Yeniden ifade etmek gerekirse ne Erdoğan henüz bir Hitler, ne de AKP henüz bir IŞİD. Evet, henüz değiller.
   

20 Nisan 2014 Pazar

Pardon ama rejim mi değişti?


Son dönemdeki tüm tartışmaların odağındaki isim olan Başbakan Erdoğan, cumartesi günü yaptığı bir açıklamayla yeni bir tartışmanın daha kapısını kocaman araladı. Haydarpaşa Limanı’nda “İstanbul Boğazı Karayolu Tüp Geçişi” projesinin tünel açma işleminin başlatılması töreninde konuşan Başbakan Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili kullandığı “10 Ağustos’ta millet kendi başkanını seçmek için sandığa gidecek" ifadeleri şaşkınlıkla karşılandı.
Şayet bu büyük bir gaf değil de bilerek söylenmiş bir sözse durum gerçekten vahim. Çünkü bilebildiğimiz kadarıyla Türkiye Cumhuriyeti Anayasası mevcut rejimi hala “parlamenter demokrasi” olarak tanımlıyor. Anayasa’nın herhangi bir yerinde de rejimin “başkanlık sistemi” olduğuna dair herhangi bir emare bulunmuyor.
Başbakan Erdoğan’ın da konuşmasında hatırlattığı gibi 2007 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimi süreci tam bir krize dönüştürülmüştü. Ordunun müdahalesi ve dönemin Anayasa Mahkemesi’nin hukuk dışı bir kararıyla parlamento teknik açıdan cumhurbaşkanı seçemez hale getirilmişti. Ordunun siyaseti tasarlamak için verdiği 27 Nisan 2007 e-muhtırasına ve Anayasa Mahkemesi’nin cumhurbaşkanlığı seçebilmek için Parlamento’da 367 sandalye zorunluluğu icadına karşı siyaset çözümü erken seçimde bulmuştu. Erken seçim sonrasında da hızla cumhurbaşkanlığı seçim sistemini değiştirerek, yapılan referandumla bu makamın halkın oyları ile belirlenmesinin önünü açmıştı.
O günkü siyasi şartlarda doğru olan yapılmış ve kriz sebebi olan bir konu halkın hakemliği ile çözüme kavuşturulmuştu. Ama o süreçte, cumhurbaşkanının seçim yöntemi tamamen seçim yöntemi kapsamında ele alınmış, halka öyle sunulmuş, halk da sadece yeni bir seçim yöntemi belirlemek için sandığa gitmişti. Ne kanunu halka sunanlar, ne de referandumda oy kullanan halk cumhurbaşkanlığının konumu ve yetkisini yeniden belirlemeye dair bir motivasyonla sandık başına gitmemişti.
Daha ilginci cumhurbaşkanlığı seçim sistemini değiştirmeye yönelik referandum sürecinde bu değişikliğe ön ayak olanlardan hiçbiri bunun Başkanlık sistemini öngördüğünü savunmadığı gibi, doğrudan halk tarafından seçilen güçlü cumhurbaşkanlığı makamının sistemin işleyişini bozacağına dair görüşlere de en fazla hükümet çevreleri itiraz etmişti. İtirazlarında haklıydılar, çünkü bir makamın seçim yöntemini değiştirmek, o makamın yetki ve sorumluluklarını da değiştirmek anlamına gelir gibi bir mantık yürütmek saçmalığın daniskasıydı. Ama anlaşılan o ki, o gün o görüşe karşı çıkanlar o saçma görüşün bugün kendilerinin önünde açtığı imkana dört elle sarılmış durumdalar.
2011 genel seçimlerinde en büyük vaatleri anayasayı değiştirmek olduğu halde bu konuda samimiyetle çaba harcamaya hiçbir zaman yanaşmayan AKP iktidarı, bugün 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası ara rejim döneminde yapılan 1982 Anayasasının bile çok gerisine düşecek bir süreci başlatmış durumda. 12 Eylül 1980’nin mimarı darbeci general Kenan Evren için biçilen çok güçlü cumhurbaşkanlığı gömleğini bile bugün bazı sözde sivil siyasetçilerin yetersiz bulması içinde bulunulan garabetin net bir fotoğrafı niteliğinde.
Ortada vaat edilen yeni ve vaat edildiği şekilde daha demokratik ve özgürlükçü bir anayasa olmadığına göre 10 Ağustos’ta başlayacak cumhurbaşkanlığı seçim süreci sonucunda her kim bu makama seçilirse seçilsin mecburen 1982 Anayasası’nın cumhurbaşkanlığı makamı için öngördüğü yetki ve sorumluluklarla idare etmek zorunda kalacak. Çünkü mevcut anayasaya göre bu makama gelecek olan kişinin seçim yönteminin şu ya da bu olmasının makamın yetki ve sorumluluklarıyla herhangi bir ilişkisi bulunmuyor. Anayasa’nın ilgili maddeleri halk oylamasıyla değişmediği müddetçe de bu konuda edilecek her söz, girilecek her beklenti ve kurulacak her hayal temelsiz bir hüsnü kuruntudan ibaret olacak.
Mevcut anayasada cumhurbaşkanının nasıl seçileceği ve ne tür yetki ve sorumluluklara sahip olacağını düzenleyen 101, 102, 103, 104, 105 ve 106’ncı maddeler çok açık. Bu maddelere rağmen ülkeyi yönetme sorumluluğundaki bir başbakanın çıkıp anayasada yer almayan yetki ve sorumluluk hakkında laf etmesi gerçekten çok şaşırtıcı. 10 Ağustos’ta “milletin başkanını seçmesi” şöyle dursun, mevcut anayasa birilerinin arzu ettiği gibi “partili cumhurbaşkanı” fantazisine bile açık değil. Çünkü Anayasa’nın 101. Maddesinin ilgili kısmında açıkça söyle deniliyor: “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer.” Bu sarih maddeye rağmen seçimlere sadece birkaç ay kala hala “partili cumhurbaşkanı”ndan bahsetmek gerçekten çok garip. Anayasa’nın ilgili maddesi değiştirilse bile seçim yasaları gereği üzerinden bir yıl geçmeden hükümsüz olacağı da malum.
Kaldı ki cumhurbaşkanının görev ve yetkilerini düzenleyen Anayasa’nın 104. Maddesi de bu söylenenlerin ne kadar farazi olduğunu ispatlar nitelikte. “Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyeti'ni ve Türk Milleti'nin birliğini temsil eder; Anayasa’nın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir,” denilen bu açık maddeye rağmen partili cumhurbaşkanı nasıl olacak? Diyelim oldu, o zaman partili bir cumhurbaşkanı milletin birliğini nasıl temsil edecek?
Öte yandan, cumhurbaşkanının “partili ve icracı” olmasını istemek de tam bir boş hayalden ibaret. “Partili ve icracı” bir cumhurbaşkanı “Anayasa’nın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir” ilkesini nasıl yerine getirecek? İcracı bir cumhurbaşkanının “devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını” sağlaması asla mümkün olamaz. Böyle bir şey olsa bu, yürütmenin yanı sıra yasama ve yargıyı da tamamen denetim altına alması anlamına gelir ki, buna siyaset bilimi literatüründe “güçler birliği – fusion of power” denir ve böylesine garabet bir şeyle ancak demokrasiden nasipsiz diktatörlük rejimlerinde karşılaşılır.
Hem partili ve icracı cumhurbaşkanı olup, hem de bu makamın mevcut denetleyici fonksiyonunu sürdürmesini beklemek de abesle iştigal olacaktır. İktidar partisinin doğası gereği Parlamento’daki çoğunluğuna dayanarak çıkardığı yasaları bugün var olduğu haliyle şeklen de olsa cumhurbaşkanının bir üst göz olarak denetleme imkanı resmen ve fiilen ortadan kalkacak. Bu yüzden Türkiye’deki gibi tek kamaralı sistem içerisinde partili ve icracı cumhurbaşkanı özlemi duymanın ya da başkanlık yetki ve sorumluluğu talep etmenin, bana göre, tam teşekküllü bir diktatörlük yetkisi talep etmekten hiçbir farkı bulunmamaktadır.
Burada bahsini ettiğimiz yasamaya ve yargıya tamamen hükmeden sınırsız ve denetimsiz bir iktidar gücüdür ki, bu gücün karşılığı olan tanım bellidir. Düşünün ki diktatoryal yetkilerle yürüttüğünüz icraatta sebep olduğunuz usulsüzlükler ve yolsuzluklar var. Bunları halk adına kim denetleyecek? Size bağlı olan yargı mı, meclis mi, yoksa emrinize amade Devlet Denetleme Kurulu mu? Ee zaten senato tarzı güçlü denetleyicilik yetkileriyle donatılmış bir üst yasama organından mahrumuz? O zaman, milletin seçtiği o “başkan” dediğiniz “partili ve icracı” kişi ancak diktatörlüklerde görebileceğiniz nitelikteki yetkileri keyfince, haksız ve hukuksuz bir şekilde kullanırsa bunlara kim dur diyecek?
Demokrasilerin olmazsa olmazı güç ve iktidar değildir. Hele hele sınırsız ve denetimsiz güç/iktidar hiç değildir. Tam tersine gücün ve iktidarın neleri yapıp, neleri yapamayacağının önceden belirlenmiş olmasıdır ve bunlara sınırlamalar getirmesidir. Demokrasileri diktatörlüklerden ayıran temel vasıf işte bu gücü/iktidarı sınırlamasıdır. İktidara karşı medya, sivil toplum ve siyasi aktörler olarak muhaliflerin seslerini yükseltebilmelerini, itirazlarını dile getirmelerini garanti altına almasıdır. Dahası gücü ve iktidarı devletin erkleri arasında paylaştırması ve sistem içerisine gücü frenleyecek kontrol ve denge mekanizmalarını yerleştirmesidir. Partili ve icracı bir cumhurbaşkanı veya daha kestirmeden söyleyecek olursak bir başkanı mevcut sistem içerisinde kim nasıl denetleyecek, kim nasıl frenleyecek?  Böyle bir denetimsiz ve frensiz bir tek adam rejimine bundan böyle kim neden demokrasi diyecek?
Başbakan Erdoğan’ın güce duyduğu doymak bilmez iştiha ile her türlü denetim ve sınırlamadan kaçma hırsı yüzünden Türkiye tarihi bir dönüm noktasına geldi vardı. Unutulmasın ki, Başbakan’ın hırslarına karşı bugün yükseltemediğimiz her itiraz yarın hak, hukuk ve özgürlüklerimizin yok edilmesinin temelini oluşturacak.
Demedi demeyin!

English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_345678_pardon-me-did-the-regime-change.html