Anayasa
Mahkemesi’nin (AYM), Suriye’ye yasadışı silah taşıdığı iddia edilen MİT
tırlarına dair bir haber yaptıkları için “casusluk”la yargılanan
gazeteci Can Dündar ve Erdem Gül hakkında verdiği karar tartışılmaya
devam ediliyor. AYM’ye bireysel başvuruları üzerine, tutuklanmak
suretiyle “kişi hürriyetine ve güvenliğine dair haklarının ihlal
edildiğine” hükmeden bu karar, 90 gün boyunca cezaevinde
tutulan iki değerli meslektaşımızın tahliye edilmesini sağladı.
Her
ne kadar ülkede hala hukuk kırıntıları olduğuna dair umutları yeşertse
de bu karar, başta Hidayet Karaca, Gültekin Avcı ve Mehmet Baransu
olmak üzere, sayıları 30’u aşan diğer tutuklu gazetecilere derhal
uygulanmadığı için “hukuk önünde eşitlik” tartışmalarını da beraberinde
getirdi. Temel hak ve özgürlüklere duyarlı oldukları kadar hukuka da
bağlı olan tüm çevrelerde sevinçle karşılanan bu
karara yönelik Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tuhaf tepkisi ise kamuoyunda
tam bir soğuk duş etkisi yaptı. Erdoğan’ın herhangi bir hukuk devletinde
örneğine rastlanmayacak “Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karara
uymuyorum, saygı da duymuyorum” şeklindeki demokrasiye
ve hukuk devletine yakışmayan tepki tartışmanın kapsamını bir anda
genişletti.
Bu
kararın eşitsiz uygulanması ve Erdoğan’ın tepkisi birçok hayati sorunun
yeniden gözden geçirilerek cevaplandırılmasını bir ihtiyaç haline
getirdi.
Türkiye Cumhuriyeti hakikaten bir hukuk devleti midir? “Hukukun
üstünlüğü” ilkesi devleti yönetenler tarafından ne kadar
içselleştirilmiştir? Hukuk önünde hakikaten herkes eşit midir? Anayasa
ve Türkiye’nin taraf olduğu üst hukuk normu niteliğindeki uluslararası
sözleşmeler tarafından garanti altına alınan hukuki haklar herkesi
kapsar mı? Cumhurbaşkanı ya da herhangi bir başka devlet görevlisi
hukuka tabi midir, yoksa hukukun üzerinde midir? Kendisini hukukun
üzerinde görenler, yaptıkları anayasa ihlalleri ve işledikleri
anayasal suçlar karşısında hukukun yaptırımlarından layüsel midir?
1860’lı
yıllardan itibaren hukuk ve siyaset bilimi literatürüne girmiş olan
“hukuk devleti” kavramı, en genel anlamıyla, sınırları içerisinde
hükümran olan kamu erkinin bir hukuk düzenine bağlı olduğu devlet
şeklini tanımlar. Mutlakiyetçi devletlerden farklı olarak,
vatandaşlarını keyfi uygulamalardan korumak amacıyla “hukuk devleti”nde
devlet gücü yasalar yardımıyla tanımlanır. “Hukuk devleti”nin
olmazsa olmazları vardır ve bu temel ilkeler şöyle sıralanır: Devletin
faaliyetlerinde hukuk kurallarıyla bağlı olması; hukuk önünde eşitlik ve
devletin tarafsızlığı; temel hakların güvence altına alınması; devletin
yargısal denetimi, hakim ve yargı bağımsızlığı.
Türkiye
Cumhuriyeti Anayasasının 10. Maddesi “kanun önünde eşitlik” ilkesine
güçlü bir vurgu yapar ve aynen şöyle der: “Herkes, dil, ırk, renk,
cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri
sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir… Devlet, bu
eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Hiçbir kişiye, aileye,
zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları
ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine
uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.”
AYM’nin
söz konusu kararını sadece Anayasa’nın bu açık maddesi ışığında analiz
etsek bile, bu kararın Karaca, Avcı ve Baransu gibi diğer tutuklu
gazetecilere hala tatbik edilmemiş olmasının Anayasa’nın hukuk önünde
eşitlik ilkesine ters düştüğünü net bir şekilde ifade edebiliriz.
Anayasa’nın 10. Maddesi herkesi bağladığı gibi en fazla da vatandaşların
hukuk önünde eşitliğini teminle sorumlu olan kamu
yetkililerini ve özellikle yargı mercilerini bağlar. Bu görevlerini
yerine getirmeyen yargı mercileri ya da Erdoğan’ın yaptığı gibi ilgili
yargı mercileri üzerinde alenen baskı kurmaya çalışanlar anayasal suç
işlemiş olur.
Kaldı
ki, pek beğenmediğimiz 1982 Anayasası, 1961 Anayasası’nın aksine “hukuk
önünde eşitlik” ilkesini “temel haklar ve ödevler” kısmına değil,
“genel esaslar” kısmına koymuştur. Anayasanın bu sistematiğinden,
“hukuk önünde eşitlik” ilkesini devlet yönetimine egemen olan bir “temel
ilke”, bir “genel esas” olarak düşündüğü sonucu çıkmaktadır. Yani
“hukuk önünde eşitlik” ilkesi tıpkı cumhuriyetçilik
ilkesi, laiklik ilkesi, hukuk devleti ilkesi gibi anayasal sistemin
temel yapısını belirleyen ilkelerdendir. Bu sayede “hukuk önünde
eşitlik” ilkesi, devlet organlarını, idare ve yargı makamlarını
vatandaşlar arasında ayrım yapmaktan net bir şekilde men eder.
Aynı
şekilde, hukuk devletini esas alan bu Anayasa maddesi, makamı ve görevi
ne olursa olsun hiç kimseye “Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karara
uymuyorum, saygı da duymuyorum” deme hakkı ve imtiyazı tanımaz.
Demokrasiye ve hukuk devletine yakışmayan bu tür keyfi ve nobran
çıkışlar doğrudan Anayasa’nın ihlali ve dolayısıyla anayasal suç işlemek
anlamına gelir. Kaldı ki Anayasa’nın 153. Maddesi de açıkça
“Anayasa Mahkemesi’nin kararları kesindir” der. Sonra da “Anayasa
Mahkemesi kararları Resmi Gazete’de hemen yayımlanır ve yasama, yürütme
ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri
bağlar,” diyerek hiçbir kişiye ve makama bu kararlara
keyfi şekilde uymama hakkı vermediğini açıkça ortaya koyar
Cumhurbaşkanı
Erdoğan başta olmak üzere pek çok yetkilinin, içselleştirmek şöyle
dursun şeklen bile benimsemediği artık net bir şekilde anlaşılan
“hukukun üstünlüğü”, “hukuk yönetmelidir” diyen Aristo’dan beri yaygın
kabul gören bir ilkedir. Devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti de “hukukun
üstünlüğü” ilkesini benimsemiş bir hukuk devletidir. Devletin bütün
eylemlerinde hukuka bağlı olmasını ve hukuki sınırlara
riayet etmesini talep eden “hukukun üstünlüğü” ilkesinin hayat bulması
ancak bağımsız bir yargı mekanizması ile mümkündür. Hukukun özellikle de
devlet ve hükümet yetkisini elinde tutanlara karşı üstünlüğünün altı
çizen bu ilkenin, bağımsızlığı ve tarafsızlığı
ortadan kaldırılarak büyük ölçüde partizan bir yargıya mahkum edilmiş
Türkiye gibi ülkelerde ise hayat alanı maalesef ya yoktur ya da
alabildiğine kısıtlıdır.
Öte
yandan, “hukukun üstünlüğü” her vatandaşın hukukun muhatabı olabileceği
anlamına da gelir. Yani “hukukun üstünlüğü” ilkesini benimsemiş bir
ülkede kimse imtiyazlı olamaz. Bu ilke, başbakan ve cumhurbaşkanı dahil
olmak üzere, hiç kimsenin ve hiçbir kurumun hukukun üstünde olmadığı
anlamına gelmektedir. Üzerinde anlaşılmış temel prensipleri bulunan
“hukukun üstünlüğü” bir ülkenin iyi yönetilip yönetilmediğini
gösteren ana kriterlerdendir. “Hukukun üstünlüğü”nü benimsemiş
yönetimlere Latince’de “hukukun yönetimi” anlamında “nomocracy” de
denilmektedir.
“Hukukun
üstünlüğü”nü ilkesel olarak benimsemiş Türkiye’de konumu her ne olursa
olsun tüm kamu görevlileri Anayasayı benimsemek ve her şeyin üzerinde
tutmak zorundadır. Çünkü göreve başlarken ettikleri yeminler hukukun
herkesten daha üstün olduğunu sembolize eder. Hal böyle olmakla birlikte
ortalık maalesef namusları ve şereflerini ortaya koyarak üzerine
ettikleri yemine uymayan ilkesiz ve değer tanımaz
kamu yetkililerinden ve sözde hukuk adamlarından geçilmiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder