1 Mart 2016 Salı

Nomokrasi ve hukuk önünde eşitlik

Anayasa Mahkemesi’nin (AYM), Suriye’ye yasadışı silah taşıdığı iddia edilen MİT tırlarına dair bir haber yaptıkları için “casusluk”la yargılanan gazeteci Can Dündar ve Erdem Gül hakkında verdiği karar tartışılmaya devam ediliyor. AYM’ye bireysel başvuruları üzerine, tutuklanmak suretiyle “kişi hürriyetine ve güvenliğine dair haklarının ihlal edildiğine” hükmeden bu karar, 90 gün boyunca cezaevinde tutulan iki değerli meslektaşımızın tahliye edilmesini sağladı.
Her ne kadar ülkede hala hukuk kırıntıları olduğuna dair umutları yeşertse de bu karar, başta Hidayet Karaca, Gültekin Avcı ve Mehmet Baransu olmak üzere, sayıları 30’u aşan diğer tutuklu gazetecilere derhal uygulanmadığı için “hukuk önünde eşitlik” tartışmalarını da beraberinde getirdi. Temel hak ve özgürlüklere duyarlı oldukları kadar hukuka da bağlı olan tüm çevrelerde sevinçle karşılanan bu karara yönelik Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tuhaf tepkisi ise kamuoyunda tam bir soğuk duş etkisi yaptı. Erdoğan’ın herhangi bir hukuk devletinde örneğine rastlanmayacak “Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karara uymuyorum, saygı da duymuyorum” şeklindeki demokrasiye ve hukuk devletine yakışmayan tepki tartışmanın kapsamını bir anda genişletti.
Bu kararın eşitsiz uygulanması ve Erdoğan’ın tepkisi birçok hayati sorunun yeniden gözden geçirilerek cevaplandırılmasını bir ihtiyaç haline getirdi. Türkiye Cumhuriyeti hakikaten bir hukuk devleti midir? “Hukukun üstünlüğü” ilkesi devleti yönetenler tarafından ne kadar içselleştirilmiştir? Hukuk önünde hakikaten herkes eşit midir? Anayasa ve Türkiye’nin taraf olduğu üst hukuk normu niteliğindeki uluslararası sözleşmeler tarafından garanti altına alınan hukuki haklar herkesi kapsar mı? Cumhurbaşkanı ya da herhangi bir başka devlet görevlisi hukuka tabi midir, yoksa hukukun üzerinde midir? Kendisini hukukun üzerinde görenler, yaptıkları anayasa ihlalleri ve işledikleri anayasal suçlar karşısında hukukun yaptırımlarından layüsel midir?
1860’lı yıllardan itibaren hukuk ve siyaset bilimi literatürüne girmiş olan “hukuk devleti” kavramı, en genel anlamıyla, sınırları içerisinde hükümran olan kamu erkinin bir hukuk düzenine bağlı olduğu devlet şeklini tanımlar. Mutlakiyetçi devletlerden farklı olarak, vatandaşlarını keyfi uygulamalardan korumak amacıyla “hukuk devleti”nde devlet gücü yasalar yardımıyla tanımlanır. “Hukuk devleti”nin olmazsa olmazları vardır ve bu temel ilkeler şöyle sıralanır: Devletin faaliyetlerinde hukuk kurallarıyla bağlı olması; hukuk önünde eşitlik ve devletin tarafsızlığı; temel hakların güvence altına alınması; devletin yargısal denetimi, hakim ve yargı bağımsızlığı.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 10. Maddesi “kanun önünde eşitlik” ilkesine güçlü bir vurgu yapar ve aynen şöyle der: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir… Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.”
AYM’nin söz konusu kararını sadece Anayasa’nın bu açık maddesi ışığında analiz etsek bile, bu kararın Karaca, Avcı ve Baransu gibi diğer tutuklu gazetecilere hala tatbik edilmemiş olmasının Anayasa’nın hukuk önünde eşitlik ilkesine ters düştüğünü net bir şekilde ifade edebiliriz. Anayasa’nın 10. Maddesi herkesi bağladığı gibi en fazla da vatandaşların hukuk önünde eşitliğini teminle sorumlu olan kamu yetkililerini ve özellikle yargı mercilerini bağlar. Bu görevlerini yerine getirmeyen yargı mercileri ya da Erdoğan’ın yaptığı gibi ilgili yargı mercileri üzerinde alenen baskı kurmaya çalışanlar anayasal suç işlemiş olur.
Kaldı ki, pek beğenmediğimiz 1982 Anayasası, 1961 Anayasası’nın aksine “hukuk önünde eşitlik” ilkesini “temel haklar ve ödevler” kısmına değil, “genel esaslar” kısmına koymuştur. Anayasanın bu sistematiğinden, “hukuk önünde eşitlik” ilkesini devlet yönetimine egemen olan bir “temel ilke”, bir “genel esas” olarak düşündüğü sonucu çıkmaktadır. Yani “hukuk önünde eşitlik” ilkesi tıpkı cumhuriyetçilik ilkesi, laiklik ilkesi, hukuk devleti ilkesi gibi anayasal sistemin temel yapısını belirleyen ilkelerdendir. Bu sayede “hukuk önünde eşitlik” ilkesi, devlet organlarını, idare ve yargı makamlarını vatandaşlar arasında ayrım yapmaktan net bir şekilde men eder.
Aynı şekilde, hukuk devletini esas alan bu Anayasa maddesi, makamı ve görevi ne olursa olsun hiç kimseye “Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karara uymuyorum, saygı da duymuyorum” deme hakkı ve imtiyazı tanımaz. Demokrasiye ve hukuk devletine yakışmayan bu tür keyfi ve nobran çıkışlar doğrudan Anayasa’nın ihlali ve dolayısıyla anayasal suç işlemek anlamına gelir. Kaldı ki Anayasa’nın 153. Maddesi de açıkça “Anayasa Mahkemesi’nin kararları kesindir” der. Sonra da “Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazete’de hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar,” diyerek hiçbir kişiye ve makama bu kararlara keyfi şekilde uymama hakkı vermediğini açıkça ortaya koyar
Cumhurbaşkanı Erdoğan başta olmak üzere pek çok yetkilinin, içselleştirmek şöyle dursun şeklen bile benimsemediği artık net bir şekilde anlaşılan “hukukun üstünlüğü”, “hukuk yönetmelidir” diyen Aristo’dan beri yaygın kabul gören bir ilkedir. Devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti de “hukukun üstünlüğü” ilkesini benimsemiş bir hukuk devletidir. Devletin bütün eylemlerinde hukuka bağlı olmasını ve hukuki sınırlara riayet etmesini talep eden “hukukun üstünlüğü” ilkesinin hayat bulması ancak bağımsız bir yargı mekanizması ile mümkündür. Hukukun özellikle de devlet ve hükümet yetkisini elinde tutanlara karşı üstünlüğünün altı çizen bu ilkenin, bağımsızlığı ve tarafsızlığı ortadan kaldırılarak büyük ölçüde partizan bir yargıya mahkum edilmiş Türkiye gibi ülkelerde ise hayat alanı maalesef ya yoktur ya da alabildiğine kısıtlıdır.
Öte yandan, “hukukun üstünlüğü” her vatandaşın hukukun muhatabı olabileceği anlamına da gelir. Yani “hukukun üstünlüğü” ilkesini benimsemiş bir ülkede kimse imtiyazlı olamaz. Bu ilke, başbakan ve cumhurbaşkanı dahil olmak üzere, hiç kimsenin ve hiçbir kurumun hukukun üstünde olmadığı anlamına gelmektedir. Üzerinde anlaşılmış temel prensipleri bulunan “hukukun üstünlüğü” bir ülkenin iyi yönetilip yönetilmediğini gösteren ana kriterlerdendir. “Hukukun üstünlüğü”nü benimsemiş yönetimlere Latince’de “hukukun yönetimi” anlamında “nomocracy” de denilmektedir. 
“Hukukun üstünlüğü”nü ilkesel olarak benimsemiş Türkiye’de konumu her ne olursa olsun tüm kamu görevlileri Anayasayı benimsemek ve her şeyin üzerinde tutmak zorundadır. Çünkü göreve başlarken ettikleri yeminler hukukun herkesten daha üstün olduğunu sembolize eder. Hal böyle olmakla birlikte ortalık maalesef namusları ve şereflerini ortaya koyarak üzerine ettikleri yemine uymayan ilkesiz ve değer tanımaz kamu yetkililerinden ve sözde hukuk adamlarından geçilmiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder