13 Mayıs 2014 Salı

Erdoğan despotizmini resmen ilan etti


Demokrasilerde hükümetlere meşruiyet kazandıran halkın iradesi olduğu kadar bağlı olduğu hukuktur. Zaten devleti çetelerden, mafyalardan, kabile yönetimlerinden, organize suç örgütlerinden ayıran ve meşru bir yönetim örgütlenmesi haline getiren de hukuktur. Hukuktan arınmış, hukuka saygısı olmayan bir hükümetin meşruiyeti tartışmalıdır ve tartışılmalıdır. Devletin zorlayıcı gücünü şu ya da bu şekilde eline geçirenlerin kendilerini hukukla sınırlı hissetmedikleri rejimlerin adı ise bellidir. Bunlar ne demokrasidir, ne de hukuk devletidir. Siyaset bilimi bu konuda zengin bir terminoloji sunmaktadır: Despotizm, tiranlık, diktatörlük, krallık, sultanlık, şeyhlik, monarklık, milli şeflik vesaire…
Uzunca bir zamandır demokrasi ve hukuk devleti ile telif edilemeyecek keyfi uygulamalarıyla tek adam yönetiminin (one man rule) bütün özelliklerini sergileyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, varılmasından uzun zamandır endişe edilen yere geçtiğimiz hafta sonu nihayet vardı. Tam beş aydır toplumun belirli kesimlerini hiçbir hukuki dayanak göstermeksizin peşinen “suçlu”, “hain”, “haşhaşi”, “dış güçlerin işbirlikçisi veya taşeronu” olarak itham eden, sabah akşam akla hayale gelmedik iftiraları, yalanları ve ithamları dile getiren Başbakan Erdoğan, fiilen despotizm rejimini ilan etti. Nasıl mı?
 Başbakan Erdoğan, her geçen gün daha fazla kabile görüntüsüne bürünen partisinin Pazar günkü bir toplantısında Hizmet Hareketi’ne yönelik mücadeleden söz ederken siyasi tarihe utanç verici bir şekilde geçecek talihsiz bir konuşma yaptı. Hükümet olarak bugüne kadar yaptıkları zulmü itiraf eden ve bundan sonra yapacakları hukuksuzluklara ise açıkça işaret eden Erdoğan, örneklerine ancak Mussolini İtalya’sında, Hitler Almanya’sında ya da Ortaçağ’ın karanlık Avrupa’sında rastlanabilecek şu ifadeleri kullandı:
“İkide bir paralel yapıyla mücadelenin bir cadı avına dönüşmesini konuşuyorlar. Bu ülkeye eğer ihanet edenlerin görevinden alınıp başka yere atanması bir cadı avıysa, biz bu cadı avını yapacağız… Bunu bakan arkadaşlarıma da söyledim. Bunları adım adım takip etmek durumundayız. Çünkü bu işin mücadelesi öyle sıradan bir mücadele değil. Size de söylüyorum. Bu konuda nerede kim nasıl neler yapıyorsa bunları bize bildireceksiniz. Bütün vatandaşlarıma da söylüyorum, bildireceksiniz ki gereğini yapalım… Bir cerrah hassasiyetiyle sütün içine karışmış bu pis suyu, gerekirse kaynatarak gerekirse moleküllerine kadar tespit yoluyla sterilize edeceğiz… 30 Mart'ta yüzde 45,5 oy oranıyla halk partimizden bu misyonu yüklenmesini, bu cemaati temizlemesini istemiştir… AK Parti var olduğu sürece bu mücadele kesintisiz devam edecek.”
Aklı başında, demokrasiden azıcık nasibini almış, hukuka saygısı olan medeni bir Başbakan her şeyden bahsedebilir ama sanki mutfakta lezzetli bir yemek pişirmeyi anlatır normalliği içerisinde “kaynar kazanlar kurarak toplumun bir kesimini imha etmek”ten bahsedemez. Hele hele “cadı avı”ndan, onları “kaynatmak”tan, “moleküllerine ayırmak”tan ve “sterilize etmek”ten söz etmek aklından bile geçemez. Bahsederse ne kendisinin, ne de liderlik ettiği partisinin meşruiyeti kalmaz. Bunların sözünün edildiği ülkede ise demokrasiden ve hukuktan söz edilemez. Karakterinizi ve niyetlerinizi ele veren bu sözlerden sonra yalanlar ve iftiralarla bezenen medyanız aracılığıyla belki halkın önemli bir kısmını kandırarak gözlerini boyayabilirsiniz. Ama bu ilkel ve tehlikeli faşizan zihniyetinizi fark eden toplumsal kesimler ile medeni dünya nezdinde hiçbir değeriniz, itibarınız kalmaz.
Gazeteci yazar Cengiz Çandar da konu hakkında Zaman’a verdiği bir demeçte bunların altını çiziyor: “Dışarıdan Türkiye’yi izleyenler, Başbakan’ın cümlelerine bakarak bu ülkede ipin ucunun kaçtığına ve rejim değişikliğinin olduğuna hükmedebilir. Bir hukuk devletinin yöneticisi bu tür cümleler kuramaz. Cadı avı nitelemesinin anlamı açıktır: ‘Hukuk filan dinlemem ben, hukuka uymam’. Çünkü “cadı avı” gayri hukuki bir durumu ifade etmek için kullanılır…“Bu bir cadı avıysa, biz bu cadı avını yapacağız,” demek, “Benim hukuk çerçevesinde yapmam gereken yetmezse hukuk dışında da davranırım,” demektir.
Peki, Türkiye ve halkı bu hoyratlığa, bu keyfiliğe ve bu faşizan despotluğa layık bir ülke ve halk mıdır? Bu millet ve anayasal kurumları onlarca yıllık demokratikleşme tecrübesinden sonra ortaya çıkan bu ilkel ve ağır faşizme rıza mı gösterecektir? Özellikle, ortaya hiçbir delil konulmadan görevlerinden alınan ya da oradan oraya sürülen binlerce devlet memuru ve bürokrat, boyunlarına hoyratça asılan “vatan haini” yaftasına sessiz mi kalacaklardır? Başbakan koltuğunu işgal eden bu şahsın bu iddiasını ispatlamak için kendisine mahkemeler önünde bir fırsat sunulmayacak mıdır? Yargısız infazlara soyunarak masum insanlara “vatan haini” deme cüretini gösteren Başbakan’dan hukuk hiçbir hesap sormayacak mıdır?  
Bu ülkenin demokratları, birilerinin hızla gerçekleştirmekte olduğu diktatörlük heveslerinin karşısında iki çift bile laf etmeyecekler midir? Ya hukuki merciler bu gidişata hukuk çerçevesinde dur demek için neyi beklemektedir? Mesela Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ülkenin bütünlüğünü, milletin birlik ve beraberliğini olduğu kadar huzur, istikrar ve barışını da tehdit eden bu korkunç söylem ve bu söyleme uygun pervasız eylemeleri sadece seyretmekle mi yetinecektir?
Bu tehlikeli gidişat karşısında ya peki Türkiye’nin demokratik dünyadan dostları ne yapacaktır? Bütün bu olup bitenler karşısında hiçbir şey yok gibi mi davranacaklardır? Mesela, böyle bir zihniyete sahip bir liderin önümüzdeki günlerde Avrupa’nın değişik şehirlerinde mitingler düzenleyip kin ve nefret söylemlerine oralarda devam etmesini o ülkelerin başkentleri görmezden gelip, göz mü yumacaklardır? Şahsının ve çevresindekilerin yolsuzluk, rüşvet ve hırsızlıklarına dair güçlü iddialar ve somut deliller ortadayken, bunların üstünü örtmek için bilinçli bir şekilde despotizme sapan ve kendi halkının bir kısmına karşı hukuk dışı ve keyfi bir savaş açan Erdoğan’ı, izzetli bir muhatap olarak görmeye devam mı edeceklerdir?
Tehlike çok büyük çünkü despotizmi ve faşizmi büyük ölçüde kanıksamış, içselleştirmiş ve artık son derece normal gören bir liderle ve ona adeta tapınan dar oligarşik kadrosuyla karşı karşıyayız. Bu kadronun aklı ve vicdanı olması gereken isimler bile bu özelliklerini yitireli çok zaman oluyor. Başbakan’ın çevresine kümelenerek inşa ettiği despotizmin sağladığı avantajlardan nemalanan akademisyen kökenli parti yetkililerinin haline bir bakın. Bunlardan biri olan ve AKP’nin Dış İlişkilerinden Sorumlu Başkan Yardımcılığı görevini sürdüren Yasin Aktay iyi bir örnek. Profesör Aktay, önceki gün Reuters’a verdiği demeçte, hiç çekinmeden “Bu bir savaş. Geri dönüşü yok" itirafında bulunacak kadar kendisini kaybetmiş, despotluğun inşasına kendisini kaptırmış durumda.
30 Mart’ta yapılan yerel seçimlerde halkın bir kısmının farklı farklı sebeplerden dolayı belediye başkan adaylarına verdiği oyu farklı toplumsal kesimlere karşı “savaş açma yetkisi” olarak yorumlayan bu hastalıklı yaklaşım, önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili de benzer bir yaklaşım sergilemektedir. Cumhurbaşkanlığına aday olacak Erdoğan’ın seçilmesi durumunda bunu Türk tipi Başkanlık Sistemi’ne geçiş onayı olarak yorumlayacaklarını şimdiden söyleyen bu ekip, kendilerini hukukla bağlı hissetmedikleri gibi Anayasa’ya bağlı da hissetmemektedirler. Sandıktan istedikleri sonucun çıkması durumunda cumhurbaşkanlığının yetki ve sorumluluklarını düzenleyen Anayasa’nın 101-106 arası maddelerini yok sayacaklarını şimdiden deklare ediyorlar.
Ne diyelim, bunlara yakışır. Çünkü despotizmin ne ilkeye, ne ahlaka, ne hukuka, ne de anayasaya ihtiyacı yoktur. Kabul etmeliyiz ki en azından bu konuda tutarlılar. 

English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_347724_erdogan-officially-declares-his-despotism.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder