Demokrasilerde hükümetlere meşruiyet kazandıran halkın iradesi olduğu kadar bağlı olduğu hukuktur. Zaten devleti çetelerden, mafyalardan, kabile yönetimlerinden, organize suç örgütlerinden ayıran ve meşru bir yönetim örgütlenmesi haline getiren de hukuktur. Hukuktan arınmış, hukuka saygısı olmayan bir hükümetin meşruiyeti tartışmalıdır ve tartışılmalıdır. Devletin zorlayıcı gücünü şu ya da bu şekilde eline geçirenlerin kendilerini hukukla sınırlı hissetmedikleri rejimlerin adı ise bellidir. Bunlar ne demokrasidir, ne de hukuk devletidir. Siyaset bilimi bu konuda zengin bir terminoloji sunmaktadır: Despotizm, tiranlık, diktatörlük, krallık, sultanlık, şeyhlik, monarklık, milli şeflik vesaire…
Uzunca bir zamandır demokrasi
ve hukuk devleti ile telif edilemeyecek keyfi uygulamalarıyla tek adam
yönetiminin (one man rule) bütün özelliklerini sergileyen Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan, varılmasından uzun zamandır endişe edilen yere geçtiğimiz hafta sonu nihayet
vardı. Tam beş aydır toplumun belirli kesimlerini hiçbir hukuki dayanak
göstermeksizin peşinen “suçlu”, “hain”, “haşhaşi”, “dış güçlerin işbirlikçisi
veya taşeronu” olarak itham eden, sabah akşam akla hayale gelmedik iftiraları,
yalanları ve ithamları dile getiren Başbakan Erdoğan, fiilen despotizm rejimini
ilan etti. Nasıl mı?
Başbakan Erdoğan, her geçen gün daha fazla kabile
görüntüsüne bürünen partisinin Pazar günkü bir toplantısında Hizmet Hareketi’ne
yönelik mücadeleden söz ederken siyasi tarihe utanç verici bir şekilde geçecek
talihsiz bir konuşma yaptı. Hükümet olarak bugüne kadar yaptıkları zulmü itiraf eden ve bundan
sonra yapacakları hukuksuzluklara ise açıkça işaret eden Erdoğan, örneklerine
ancak Mussolini İtalya’sında, Hitler Almanya’sında ya da Ortaçağ’ın karanlık Avrupa’sında
rastlanabilecek şu ifadeleri kullandı:
“İkide
bir paralel yapıyla mücadelenin bir cadı avına dönüşmesini konuşuyorlar. Bu ülkeye
eğer ihanet edenlerin görevinden alınıp başka yere atanması bir cadı avıysa,
biz bu cadı avını yapacağız… Bunu bakan arkadaşlarıma da söyledim. Bunları adım
adım takip etmek durumundayız. Çünkü bu işin mücadelesi öyle sıradan bir
mücadele değil. Size de söylüyorum. Bu konuda nerede kim nasıl neler yapıyorsa
bunları bize bildireceksiniz. Bütün vatandaşlarıma da söylüyorum,
bildireceksiniz ki gereğini yapalım… Bir cerrah hassasiyetiyle sütün içine
karışmış bu pis suyu, gerekirse kaynatarak gerekirse moleküllerine kadar tespit
yoluyla sterilize edeceğiz… 30 Mart'ta yüzde 45,5 oy oranıyla halk partimizden bu
misyonu yüklenmesini, bu cemaati temizlemesini istemiştir… AK Parti var olduğu
sürece bu mücadele kesintisiz devam edecek.”
Aklı
başında, demokrasiden azıcık nasibini almış, hukuka saygısı olan medeni bir Başbakan
her şeyden bahsedebilir ama sanki mutfakta lezzetli bir yemek pişirmeyi anlatır
normalliği içerisinde “kaynar kazanlar kurarak toplumun bir kesimini imha etmek”ten
bahsedemez. Hele hele “cadı avı”ndan, onları “kaynatmak”tan, “moleküllerine
ayırmak”tan ve “sterilize etmek”ten söz etmek aklından bile geçemez. Bahsederse
ne kendisinin, ne de liderlik ettiği partisinin meşruiyeti kalmaz. Bunların
sözünün edildiği ülkede ise demokrasiden ve hukuktan söz edilemez. Karakterinizi
ve niyetlerinizi ele veren bu sözlerden sonra yalanlar ve iftiralarla bezenen
medyanız aracılığıyla belki halkın önemli bir kısmını kandırarak gözlerini boyayabilirsiniz.
Ama bu ilkel ve tehlikeli faşizan zihniyetinizi fark eden toplumsal kesimler ile
medeni dünya nezdinde hiçbir değeriniz, itibarınız kalmaz.
Gazeteci yazar Cengiz
Çandar da konu hakkında Zaman’a verdiği bir demeçte bunların altını çiziyor: “Dışarıdan
Türkiye’yi izleyenler, Başbakan’ın cümlelerine bakarak bu ülkede ipin ucunun
kaçtığına ve rejim değişikliğinin olduğuna hükmedebilir. Bir hukuk devletinin
yöneticisi bu tür cümleler kuramaz. Cadı avı nitelemesinin anlamı açıktır: ‘Hukuk
filan dinlemem ben, hukuka uymam’. Çünkü “cadı avı” gayri hukuki bir durumu
ifade etmek için kullanılır…“Bu bir cadı
avıysa, biz bu cadı avını yapacağız,” demek, “Benim hukuk
çerçevesinde yapmam gereken yetmezse hukuk dışında da davranırım,” demektir.
Peki, Türkiye ve halkı bu
hoyratlığa, bu keyfiliğe ve bu faşizan despotluğa layık bir ülke ve halk mıdır?
Bu millet ve anayasal kurumları onlarca yıllık demokratikleşme tecrübesinden
sonra ortaya çıkan bu ilkel ve ağır faşizme rıza mı gösterecektir? Özellikle,
ortaya hiçbir delil konulmadan görevlerinden alınan ya da oradan oraya sürülen
binlerce devlet memuru ve bürokrat, boyunlarına hoyratça asılan “vatan haini”
yaftasına sessiz mi kalacaklardır? Başbakan koltuğunu işgal eden bu şahsın bu
iddiasını ispatlamak için kendisine mahkemeler önünde bir fırsat sunulmayacak
mıdır? Yargısız infazlara soyunarak masum insanlara “vatan haini” deme cüretini
gösteren Başbakan’dan hukuk hiçbir hesap sormayacak mıdır?
Bu ülkenin demokratları,
birilerinin hızla gerçekleştirmekte olduğu diktatörlük heveslerinin karşısında
iki çift bile laf etmeyecekler midir? Ya hukuki merciler bu gidişata hukuk
çerçevesinde dur demek için neyi beklemektedir? Mesela Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı ülkenin bütünlüğünü, milletin birlik ve beraberliğini olduğu kadar
huzur, istikrar ve barışını da tehdit eden bu korkunç söylem ve bu söyleme uygun
pervasız eylemeleri sadece seyretmekle mi yetinecektir?
Bu tehlikeli gidişat
karşısında ya peki Türkiye’nin demokratik dünyadan dostları ne yapacaktır? Bütün
bu olup bitenler karşısında hiçbir şey yok gibi mi davranacaklardır? Mesela, böyle
bir zihniyete sahip bir liderin önümüzdeki günlerde Avrupa’nın değişik
şehirlerinde mitingler düzenleyip kin ve nefret söylemlerine oralarda devam
etmesini o ülkelerin başkentleri görmezden gelip, göz mü yumacaklardır? Şahsının
ve çevresindekilerin yolsuzluk, rüşvet ve hırsızlıklarına dair güçlü iddialar
ve somut deliller ortadayken, bunların üstünü örtmek için bilinçli bir şekilde despotizme
sapan ve kendi halkının bir kısmına karşı hukuk dışı ve keyfi bir savaş açan Erdoğan’ı,
izzetli bir muhatap olarak görmeye devam mı edeceklerdir?
Tehlike çok büyük çünkü
despotizmi ve faşizmi büyük ölçüde kanıksamış, içselleştirmiş ve artık son
derece normal gören bir liderle ve ona adeta tapınan dar oligarşik kadrosuyla
karşı karşıyayız. Bu kadronun aklı ve vicdanı olması gereken isimler bile bu
özelliklerini yitireli çok zaman oluyor. Başbakan’ın çevresine kümelenerek inşa
ettiği despotizmin sağladığı avantajlardan nemalanan akademisyen kökenli parti yetkililerinin
haline bir bakın. Bunlardan biri olan ve AKP’nin Dış İlişkilerinden Sorumlu Başkan
Yardımcılığı görevini sürdüren Yasin Aktay iyi bir örnek. Profesör Aktay, önceki
gün Reuters’a verdiği demeçte, hiç çekinmeden “Bu bir savaş. Geri dönüşü yok" itirafında bulunacak kadar kendisini kaybetmiş, despotluğun inşasına
kendisini kaptırmış durumda.
30 Mart’ta yapılan
yerel seçimlerde halkın bir kısmının farklı farklı sebeplerden dolayı belediye
başkan adaylarına verdiği oyu farklı toplumsal kesimlere karşı “savaş açma
yetkisi” olarak yorumlayan bu hastalıklı yaklaşım, önümüzdeki cumhurbaşkanlığı
seçimi ile ilgili de benzer bir yaklaşım sergilemektedir. Cumhurbaşkanlığına
aday olacak Erdoğan’ın seçilmesi durumunda bunu Türk tipi Başkanlık Sistemi’ne
geçiş onayı olarak yorumlayacaklarını şimdiden söyleyen bu ekip, kendilerini
hukukla bağlı hissetmedikleri gibi Anayasa’ya bağlı da hissetmemektedirler.
Sandıktan istedikleri sonucun çıkması durumunda cumhurbaşkanlığının yetki ve
sorumluluklarını düzenleyen Anayasa’nın 101-106 arası maddelerini yok
sayacaklarını şimdiden deklare ediyorlar.
Ne diyelim, bunlara
yakışır. Çünkü despotizmin ne ilkeye, ne ahlaka, ne hukuka, ne de anayasaya
ihtiyacı yoktur. Kabul etmeliyiz ki en azından bu konuda tutarlılar.
English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_347724_erdogan-officially-declares-his-despotism.html
English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_347724_erdogan-officially-declares-his-despotism.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder