Bugün Türkiye’de ne
gerçek ve meşru bir iktidardan, ne de gerçek bir muhalefetten söz etmek mümkün. 13
yıldır tek başına iktidar olan AKP, 7 Haziran’da yapılan seçimlerde 9 puan birden
kaybederek bu imtiyazını kaybetti. Halk, hukuk dışına çıkan, keyfiliği norm
haline getiren, geride demokratik hukuk devletine yakışır işlerlikte tek bir
kurum bırakmayan, dahası yolsuzlukları, hırsızlıkları ve radikal terör
örgütleriyle giriştiği alengirli ilişkilerle her türden örgütlü suçların odağı
haline gelen AKP’ye “artık yeter” dedi.
Her ne kadar seçimlerden birinci
parti çıksa da, yaşadığı bu büyük seçim hezimetine rağmen AKP, daha doğrusu Erdoğan,
Şeytan’a pabucunu ters giydirecek maharetteki politik entrikalarıyla ve
kendisini normal gören her insanı tiksindirecek şark kurnazlıklarıyla bu seçimi
fiilen geçersiz kılmayı başardı. Dahası halkın kendilerine vermediği, kendilerinin
almayı başaramadığı sanal bir siyasi güce ve yetkiye dayanarak hak etmedikleri iktidar
koltuğuna adeta yapıştılar.
AKP 80 günü aşkın bir
süredir demokratik teamülleri, Anayasa’nın açık hükümlerini, en asgarisinden politik
nezaketi ve en temel ahlaki ilkeleri hiçe sayarak sanki iktidarmış gibi yapmaya
devam ediyor. Oysa ortada ne seçilmiş bir irade, ne de demokratik ve hukuki
meşruiyeti olan herhangi bir iktidar bulunmuyor. Durum o kadar teamüller dışı,
o kadar demokratik nezaket ve hukuktan uzak ki, bu çakma ve gayr-i meşru
iktidarın bazı kabine üyelerine maaş vermek için uzun süre hukuki bir formül bile
bulunamadı. Maliye bakanlığı herhangi bir hukuki çerçevesi olmaksızın fiili
ödeme yapmak suretiyle sorunu güya halletti. Sadece bu skandal bile aslında AKP’nin
nasıl bir gayr-i meşruluk ve hukuksuzluk içerisinde debelendiğini aklı ve
vicdanı körleşmemiş herkese göstermeye yeter.
Aslında burada ben de
herkesin düştüğü bir yanlışa düşüyorum. İktidardan bahsederken, AKP’den ve özellikle
Başbakan Davutoğlu’ndan sanki iktidarmış gibi bahsetmek yanlış. Asıl iktidar,
Anayasa’yı, yasaları, hukuku, mahkeme kararlarını, demokratik teamülleri, devlet
sistemini, en temel siyasi ahlak kriterlerini hiçe sayan başka bir adreste. Oyun
planını kurgulayan ve bu kurgu kapsamında AKP’yi ve muhalefet partilerini
istediği gibi maniple etmeyi başaran Erdoğan’dan başkası değil. Peki Erdoğan, Anayasal
olarak sembolik yetkilerle donatılmış bir konumu işgal ettiği halde sürekli gayr-i
meşru icraatlarıyla kendisini gösteren bir iktidar odağı olmayı nasıl
başarıyor? Bence sorulması gereken asıl soru bu…
Bu soruyu bizzat kendisinin
ifadeleriyle cevaplamak mümkün. İşin sırrını, sıkıştıkça “Anayasa’ya uygun
olmayan hiçbir eylemim yok” diyerek milleti kandırmaya çalışan Erdoğan’ın “Ben
alışılmış bir Cumhurbaşkanı değilim”, “Yönetim sistemi fiilen değişmiştir”
sözlerinde aramak gerekiyor. Hem Anayasa’ya uygun, hem de alışılmış
cumhurbaşkanı olmamanın nasıl mümkün olabileceğini açıklama ihtiyacı bile
duymuyor. Ayrıca, laf olsun diye söylenmemiş bu sözlerin gereğinin
gerçekleşmesi için ise, “400’ü verin, bu iş huzur içerisinde çözülsün” sözüne bir
göz atmak gerekiyor. Erdoğan’ın hukuksuzluklarını hayata geçirmek için güç aldığı
AKP’nin 7 Haziran’da 400 vekil alamaması üzerine ülkenin neden bir anda kan
gölüne döndüğünün sırrı da sanırım burada saklı.
Aslında Erdoğan “Alışılmış
bir cumhurbaşkanı değilim” demekte haklı. Çünkü bu ülkede yakın geçmişe kadar
hep gerçekten de alışılmış cumhurbaşkanları oldu. Sivil ve demokratik yollardan
o konuma gelmiş cumhurbaşkanları bir yana, askeri darbe yaparak demokratik
olmayan süreçler sonrası o konuma gelen Kenan Evren gibi cumhurbaşkanlarının
bile belli bir devlet terbiyesi, belli ölçüde hukuk devleti ilkelerine sadakati
vardı. Bu cumhurbaşkanlarının en nefret edilenlerinde bile en nefret ettikleri
toplumsal kesimlere karşı belli bir siyasi nezaketi olurdu. Ellerine geçirdikleri
konumu ve hükmettikleri devlet gücünü muhalif gördükleri toplumsal kesimlere
yönelik bir zulüm ve intikam aracına dönüştürmeyecek kadar belirli bir ahlaki
düzeyleri vardı. Hiçbiri ne devleti, ne ülkeyi babasının çiftliği gibi
görmüyordu. Milleti de kendilerinin kulu, kölesi görme densizliğine düçar
olmamışlardı.
Partizan Erdoğan ise koskoca
devleti, demokratik ilkeleri, güçler ayrılığını, temel insan hak ve
özgürlüklerini, hukukun üstünlüğünü hiçe sayan bir partizan örgüte çevirdi. Siyasi
hesaplarına uyuyorsa en radikal terör örgütlerini bile masumlaştırmakta sorun
görmedi. Uluslararası suç çetelerine ve liderlerine bile “hayırsever” diyebilen
Erdoğan’ın keyfi şekilde “terör örgütü” dediği kesimlere karşı devleti bir
zulüm ve örgütlü suç aracına dönüştürdüğünü görmemek için ise kör, aptal ya da
vicdansız olmak gerekiyor.
Her ne kadar görünürde demokratik
ve hukuki meşruiyetten yoksun iktidar koltuğunda oturanlar Davutoğlu ve benzeri
isimler olsa da, onların da hakiki iktidar olmaktan fersah fersah uzak
olduklarını görmek gerekiyor. İşin gerçeği Türkiye’de şu an ne alışılmış
anlamda bir hükümet, ne de bir Cumhurbaşkanı bulunuyor. Yani iktidar koltuğunu
işgal edenler hükümet değil, cumhurbaşkanlığı koltuğunu işgal eden ise meşru
bir cumhurbaşkanı değil. Türkiye, fiilen anayasal sınırlarının dışına taşmış, demokratik
meşruiyetten tamamen yoksun, suç üstüne suç işlemeyi huy edinmiş, vatandaşlarının
haklarını sürekli ihlal eden, tehdit ve şantajı bir yönetim tarzı olarak
benimseyen bir suç çetesinin tahakkümü altında bulunuyor.
Bugün Türkiye’de maalesef
demokratik, hukuki ve ahlaki meşruiyeti olan bir iktidar bulunmuyor. Peki
demokrasi, özgürlükler, haklar ve hukuk alanındaki felaketleri sahiden kendilerine
sorun eden ve bunları engellemek için demokratik yöntemler konusunda ciddi kafa
yorup, fiili tepkiler geliştirebilen ve bu sayede suça batmış AKP’ye alternatif
bir adres ve umut olmayı başarabilen bir muhalefet bulunuyor mu? Maalesef, o da
yok.
Neticede Erdoğan’ın “Yönetim
sistemi fiilen değişmiştir” şeklindeki haddini aşan pervasızlığı karşısında “Hukuk
yok. Demokrasi askıya alınmış, Anayasa çalışmıyor. Sivil darbeyle karşı
karşıyayız” diyen ve bu vahim tespitleri yaptıktan sonra her şey sanki son
derece normalmiş gibi evlerine dağılan bir muhalefetimiz var. Gırtlağına kadar
suça batmış, her açıdan gaspçı ve yozlaşmış bir iktidarı yerine dibine sokmak,
dünyayı ona dar etmek yerine, sürekli o iktidarın kurguladığı entrikaları
savuşturmakla meşgul bir muhalefet olabilir mi? Tek dertleri, demokratik ve
hukuki meşruiyetini yitirerek adi bir suç çetesine dönüşüp Türkiye’nin başını
beladan belaya sokan iktidar partisi olması gerekirken, kendisi gibi muhalif
diğer partilerin etkisini kırmaya, oyun planlarını bozmaya çalışan bir muhalefet
olabilir mi?
Türkiye’de özel bankalara,
özel şirketlere, özel mülkiyete hukuksuz ve keyfi el konulması karşısında;
ortalık terör örgütlerinin eylemlerinden geçilmezken adı tek bir suça bile
karışmamış yüzlerce özel okul, dershane ve kreşlere keyfi polis baskınları
karşısında kılı bile kıpırdamayan bir muhalefet olabilir mi? Erdoğan’ın yaptığı
son açıklamalarla resmen teyit ettiği Türkiye’nin tüm muhalif medya organlarına
el konulması ve muhalif gazetecilerin tutuklanması planlarına karşı son derece cılız
demeçler vermekle yetinen bir muhalefet olabilir mi? Türkiye’nin ve belki de
dünyanın gelmiş geçmiş en büyük yolsuzluk ve hırsızlık skandalını, şu yaşanan
kaotik ortamın sebeplerini görüşmek üzere bile Meclis’i açık tutmayı başaramayan
bir muhalefet olabilir mi? Siyasetin tabiatı gereği muhalefetle iktidarın bazı
konularda bir araya gelmesi zor olabilir. Peki Türkiye’yi felakete sürükleyen
iktidarın rezilliklerine karşı ortak tavır belirlemek ve sonuç alıcı etkili hamleler
yapmak için muhalefet partilerinin birbirleriyle görüşmelerinin önünde hangi
engel var?
Olağanüstü şartları, anti-demokratik
ve hukuk dışı faktörleri devreye sokmazlarsa AKP’nin ve doğal olarak Erdoğan’ın
tıpkı 7 Haziran’daki gibi 1 Kasım seçimlerinde de en büyük kaybeden olması için
sebepler çok. Peki AKP’nin kaybedecek olmasının, toplumsal ve siyasal potansiyelini
mobilize etmekte yetersiz kalan bu tarzı ve anlayışıyla muhalefet partilerini
sonuç üreten bir alternatif haline getirmesinin bir garantisi var mı? Sanmam…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder