Son günlerde yabancı
meslektaşlarımdan sıklıkla Erdoğan hükümetinin talimatıyla şahsıma ve Hizmet
hareketine yönelik herhangi bir operasyon bekleyip beklemediğim, bu konuda endişelerim
olup olmadığı yönünde sorular alıyorum. Bu sorulara hem “hayır beklemiyorum”,
hem de “evet böyle bir şey ihtimaller dahilinde” gibi ilk bakışta birbirine
taban tabana zıt bir cevap veriyorum. Sonra da açıklıyorum. Şahsıma ya da
Hizmet hareketine yönelik bir operasyonun olup olmamasının, şahsım ve Hizmet
hareketinin meşru/yasal faaliyetlerinden ziyade Başbakan Erdoğan yönetimindeki
Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl bir rejime dönüşeceği ile alakalı olduğunu
söylüyorum.
Şayet Türkiye, özgür ve
medeni dünyanın bir parçası kalmaya, yarım yamalak da olsa demokrasi ve hukuk
devleti olma iddiasını sürdürmeye devam edecekse tamamen faraziyeler üzerine
kurulu iddia ve suçlamalarla “cadı avı” niteliğinde geniş kapsamlı bir
operasyonun mümkün olamayacağını ifade ediyorum. Seçim öncesi ve sonrasında Başbakan
Erdoğan’ın “inlerine gireceğiz”, “köklerini kazıyacağız” tarzında yüksek
perdeden itham ve tehditlerine rağmen bu suçlama ve tehditlerini haksız ve
gayri meşru bir operasyonun zeminine dönüştürmesinin imkansızlığına vurgu
yapıyorum. Dolayısıyla iyimserlikle yaklaşmaya kendimi zorladığım bu şartlarda
herhangi bir operasyon beklemediğimin altını çiziyorum.
Ancak “şayet Erdoğan
yönetimindeki Türkiye kendisini tamamen dışa kapatarak iyice otoriteşleşme
eğilimine girecek olursa veya Kuzey Kore ya da Özbekistan gibi despotik bir
rejime dönüşecek olursa durum başka” diyorum. “İşte o zaman her şey mümkün”
diyor ve ekliyorum: Böyle bir vahim durumda korkması ve endişelenmesi gerekenler
sadece Hizmet hareketinden insanlar olmayacaktır. Çünkü böyle bir gidişat,
sadece Hizmet hareketine değil, inanç ve yaşam tarzları her ne olursa olsun tüm
vatandaşlara dünyayı zindan edecek, ülkeyi yaşanmaz hale getirecektir.
Dolayısıyla bu, sadece Hizmet hareketi mensuplarının değil herkesin cidden
endişelenmesini ve korkmasını gerektirecek bir dehşet süreci olacaktır.
Yani Türkiye Kuzey Kore
ya da Özbekistan tarzı bir despotik rejime dönüşmeden, hukukun üstünlüğünü esas
alan özgürlükçü bir demokrasi olma iddiasını tamamen rafa kaldırmadan savunduğu
ilkeler, inanç ve düşüncelerinden dolayı sergilediği muhalefetten dolayı hiçbir
toplumsal kesime yönelik cadı avı başlatılamaz. Şu ya da bu sebeple itirazı
olan muhalif kitleleri baskılamaya ve sindirmeye yönelik haksız ve hukuksuz operasyonlar
düzenlenemez. Elbette hangi kesimden olursa olsun hukuka aykırı işler yapan
veya açıktan suç işleyen insanlar soruşturulmalı ve hukuk önüne çıkarılarak
cezalandırılmalıdır. Ama bu soruşturma ve kovuşturmayı yapacak olanların
öncelikle kendilerinin meşru bir zeminde olmaları ve kararlılıkla o zeminde
kalmaları gerekir. Bu sebeple de temelsiz iddia ve gerekçelerle Hizmet
hareketine yönelik operasyon yapma iştihası gösteren iktidar çevrelerinin bu
anlamda önce kendilerini hedef alan tüm yolsuzluk, rüşvet, usulsüzlük,
hukuksuzluk itham ve iddialarından arınmaları şarttır.
Bu zorlu arınmayı da
hiçbir demokratik hukuk devleti olma iddiasındaki ülkede yapılan herhangi bir
seçimin sonuçları sağlayamaz. Değil yüzde 45, yüzde 95 oranında dahi oy
alsanız, somut kanıtları ortalığa saçılan yolsuzluk, rüşvet ve usulsüzlük
iddiaları ortadan kalkmaz. Seçim sandığı çamaşır makinası vazifesi görmez, suça
ve hukuksuzluğa bulaşanları iddia edilen bu suçlardan temizlemez. Yolsuzluk ve
rüşvet iddialarının muhatabı olan aile fertlerini ve hükümetinden insanları
seçim zaferi gecesi balkona çıkararak halk nezdinde akladıklarını sananların
büyük bir yanılgı içerisinde olduklarını tarih mutlaka kaydedecektir.
Dahası hiçbir seçim
sonucu yolsuzluk ve rüşvet kanıtlarının yayılmasını engellemek için Twitter ve
Youtube gibi sosyal medya mecralarının keyfi bir şekilde kapatılmasını onaylayarak, meşrulaştırmaz.
“Paralel yapı” iddiasıyla bir toplumsal kesimi suçlayıp “inlerine girmeye”,
“köklerini kazımaya” yetki vermez. Sandıktan alınan hiçbir sonuç, iç politik
menfaat elde etmek amaçlı olarak Suriye ile kurgulanmış bir savaş çıkarmaya meşru
zemin olarak sunulamaz.
Hukukun üstünlüğünü
esas alan demokratik bir rejim, bu özelliklerini ve bunları destekleyen resmi
ya da sivil tüm unsurları tamamen askıya almadan inanç ve yaşam tarzları ne
olursa olsun toplumun farklı muhalif kesimlerine yönelik kitlesel saldırılarda
bulunamaz. Peki, son dönemde ciddi şekilde aşındırılan rejimin bu
özelliklerinin daha fazla erozyona uğratılarak farklı bir şekle bürünmesi riski
hiç mi bulunmamaktadır? Özellikle son aylarda yaşanan hukuksuzluklar ve
keyfilikler ışığında baktığımızda elbette böyle bir riskin varlığında söz etmek
ve endişe duymak mümkün. Ama böyle bir gidişatın endişelendirmesi gereken
kesimlerin sadece Hizmet hareketinden ibaret olmayacağı da aşikar. Kaldı ki, en
pasif döneminde bile Türkiye’nin demokratik modern kimyası ve kurumsal hafızası
böyle bir dikta rejiminin oluşmasına ne müsaade eder, ne de böyle bir despotik
sistemin sürdürülmesine tahammül eder.
Buna rağmen, yapılan
bir başvuru neticesinde en üst hukuk mercii olan Anayasa Mahkemesi’nin Çarşamba
akşamı aldığı bir kararla Twitter yasağını kaldırmasının uygulanıp
uygulanmayacağına dair beliren yaygın şüphe ve derin endişeler Türkiye’nin
demokratik hukuk devleti vasfının aslında ne kadar erozyona uğradığını da
gösterir niteliktedir. Bu yüzden, görülmedik ölçeklerde yolsuzluk ve rüşvet
iddialarına hedef olan Başbakan Erdoğan ve (siyasi/ailevi) yakınlarının
kendilerini yargıdan kurtarmak için umutsuzca bir çare olarak despotizme
yönelmeleri hala güçlü bir olasılık ve büyük bir tehdit olarak önümüzde
durmaktadır.
Başbakan Erdoğan’ın son
dönemde sergilediği anti-demokratik ve hukuk dışı performans despotik bir
sistem kurmayı isteyebileceğini ve buna ciddi bir istidadının olduğunu ortaya
koymaktadır. Hukukun ve yargının fiilen ortadan kaldırılarak, tamamen hükümetin
keyfiliğine amade hale getirildiği bir ortamda despotluğun sistemleştirilmesinin
önündeki engel olarak hukukun resmen de varlığının sona erdirilmesini bu
şartlarda uzak bir ihtimal olarak göremeyiz. Bu konuda Başbakan Erdoğan ve
çevresindekilerin niyetlerinden ziyade, toplumun bu niyetin gerçekleşmesine ne
kadar müsaade edeceği daha büyük bir önem taşımaktadır. Bu konuda Erdoğan ve
çevresindekilere güvensizlik oranında, kökleşmiş kurumlara ve toplumun hala
koruduğunu düşündüğüm demokratik hassasiyetine güvenimizi sürdürmek zorundayız.
Seçimlerden zaferle
çıkan Başbakan’ın aradan geçen 5 güne rağmen adı demokrasiyle anılan hiçbir
ülkeden hala tebrik mesajı almamış olması aslında anlamak isterse kendisi ve
partisinin içinde bulunduğu hazin durumun net bir göstergesi niteliğindedir.
Uluslararası ilişkileri yönetme sorumluluğunu taşıdıkları için yabancı
muhataplarıyla karşılaşmak mecburiyetinde kalan Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu ve AB Başmüzakerecisi Mevlüt Çavuşoğlu gibi isimlerin, AKP hükümetinin
son yıllardaki anti-demokratik sapmasının en somut göstergelerinden biri olan
Twitter ve Youtube yasaklarının “haklı ve meşru gerekçelerini” muhataplarına
anlatma çabasıyla elde ettikleri başarılar(!) aynı hükümetin rejime despotizm
gömleği giydirme çabasının muhtemel başarı şansını da gösterir niteliktedir. Dünyanın
demokratik ve özgür kısmıyla bu hükümetin son dönemde izlediği politikalar
yüzünden Türkiye’nin yaşamakta olduğu değerler ayrışmasını belki Davutoğlu ve
Çavuşoğlu o çarpıcı zekalarıyla kolaylıkla gerekçelendirebilirler. Ama ne bu
ülkenin ne de bu milletin böyle bir sapmaya tahammül göstermeyeceğini düşünmek
için hala iyimserlik zemini mevcut bulunuyor.
English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_343790_the-regimes-character-in-turkey.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder