4 Nisan 2014 Cuma

Türkiye’de rejimin karakteri


Son günlerde yabancı meslektaşlarımdan sıklıkla Erdoğan hükümetinin talimatıyla şahsıma ve Hizmet hareketine yönelik herhangi bir operasyon bekleyip beklemediğim, bu konuda endişelerim olup olmadığı yönünde sorular alıyorum. Bu sorulara hem “hayır beklemiyorum”, hem de “evet böyle bir şey ihtimaller dahilinde” gibi ilk bakışta birbirine taban tabana zıt bir cevap veriyorum. Sonra da açıklıyorum. Şahsıma ya da Hizmet hareketine yönelik bir operasyonun olup olmamasının, şahsım ve Hizmet hareketinin meşru/yasal faaliyetlerinden ziyade Başbakan Erdoğan yönetimindeki Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl bir rejime dönüşeceği ile alakalı olduğunu söylüyorum.
Şayet Türkiye, özgür ve medeni dünyanın bir parçası kalmaya, yarım yamalak da olsa demokrasi ve hukuk devleti olma iddiasını sürdürmeye devam edecekse tamamen faraziyeler üzerine kurulu iddia ve suçlamalarla “cadı avı” niteliğinde geniş kapsamlı bir operasyonun mümkün olamayacağını ifade ediyorum. Seçim öncesi ve sonrasında Başbakan Erdoğan’ın “inlerine gireceğiz”, “köklerini kazıyacağız” tarzında yüksek perdeden itham ve tehditlerine rağmen bu suçlama ve tehditlerini haksız ve gayri meşru bir operasyonun zeminine dönüştürmesinin imkansızlığına vurgu yapıyorum. Dolayısıyla iyimserlikle yaklaşmaya kendimi zorladığım bu şartlarda herhangi bir operasyon beklemediğimin altını çiziyorum.
Ancak “şayet Erdoğan yönetimindeki Türkiye kendisini tamamen dışa kapatarak iyice otoriteşleşme eğilimine girecek olursa veya Kuzey Kore ya da Özbekistan gibi despotik bir rejime dönüşecek olursa durum başka” diyorum. “İşte o zaman her şey mümkün” diyor ve ekliyorum: Böyle bir vahim durumda korkması ve endişelenmesi gerekenler sadece Hizmet hareketinden insanlar olmayacaktır. Çünkü böyle bir gidişat, sadece Hizmet hareketine değil, inanç ve yaşam tarzları her ne olursa olsun tüm vatandaşlara dünyayı zindan edecek, ülkeyi yaşanmaz hale getirecektir. Dolayısıyla bu, sadece Hizmet hareketi mensuplarının değil herkesin cidden endişelenmesini ve korkmasını gerektirecek bir dehşet süreci olacaktır.
Yani Türkiye Kuzey Kore ya da Özbekistan tarzı bir despotik rejime dönüşmeden, hukukun üstünlüğünü esas alan özgürlükçü bir demokrasi olma iddiasını tamamen rafa kaldırmadan savunduğu ilkeler, inanç ve düşüncelerinden dolayı sergilediği muhalefetten dolayı hiçbir toplumsal kesime yönelik cadı avı başlatılamaz. Şu ya da bu sebeple itirazı olan muhalif kitleleri baskılamaya ve sindirmeye yönelik haksız ve hukuksuz operasyonlar düzenlenemez. Elbette hangi kesimden olursa olsun hukuka aykırı işler yapan veya açıktan suç işleyen insanlar soruşturulmalı ve hukuk önüne çıkarılarak cezalandırılmalıdır. Ama bu soruşturma ve kovuşturmayı yapacak olanların öncelikle kendilerinin meşru bir zeminde olmaları ve kararlılıkla o zeminde kalmaları gerekir. Bu sebeple de temelsiz iddia ve gerekçelerle Hizmet hareketine yönelik operasyon yapma iştihası gösteren iktidar çevrelerinin bu anlamda önce kendilerini hedef alan tüm yolsuzluk, rüşvet, usulsüzlük, hukuksuzluk itham ve iddialarından arınmaları şarttır.  
Bu zorlu arınmayı da hiçbir demokratik hukuk devleti olma iddiasındaki ülkede yapılan herhangi bir seçimin sonuçları sağlayamaz. Değil yüzde 45, yüzde 95 oranında dahi oy alsanız, somut kanıtları ortalığa saçılan yolsuzluk, rüşvet ve usulsüzlük iddiaları ortadan kalkmaz. Seçim sandığı çamaşır makinası vazifesi görmez, suça ve hukuksuzluğa bulaşanları iddia edilen bu suçlardan temizlemez. Yolsuzluk ve rüşvet iddialarının muhatabı olan aile fertlerini ve hükümetinden insanları seçim zaferi gecesi balkona çıkararak halk nezdinde akladıklarını sananların büyük bir yanılgı içerisinde olduklarını tarih mutlaka kaydedecektir. 
Dahası hiçbir seçim sonucu yolsuzluk ve rüşvet kanıtlarının yayılmasını engellemek için Twitter ve Youtube gibi sosyal medya mecralarının keyfi bir şekilde  kapatılmasını onaylayarak, meşrulaştırmaz. “Paralel yapı” iddiasıyla bir toplumsal kesimi suçlayıp “inlerine girmeye”, “köklerini kazımaya” yetki vermez. Sandıktan alınan hiçbir sonuç, iç politik menfaat elde etmek amaçlı olarak Suriye ile kurgulanmış bir savaş çıkarmaya meşru zemin olarak sunulamaz.
Hukukun üstünlüğünü esas alan demokratik bir rejim, bu özelliklerini ve bunları destekleyen resmi ya da sivil tüm unsurları tamamen askıya almadan inanç ve yaşam tarzları ne olursa olsun toplumun farklı muhalif kesimlerine yönelik kitlesel saldırılarda bulunamaz. Peki, son dönemde ciddi şekilde aşındırılan rejimin bu özelliklerinin daha fazla erozyona uğratılarak farklı bir şekle bürünmesi riski hiç mi bulunmamaktadır? Özellikle son aylarda yaşanan hukuksuzluklar ve keyfilikler ışığında baktığımızda elbette böyle bir riskin varlığında söz etmek ve endişe duymak mümkün. Ama böyle bir gidişatın endişelendirmesi gereken kesimlerin sadece Hizmet hareketinden ibaret olmayacağı da aşikar. Kaldı ki, en pasif döneminde bile Türkiye’nin demokratik modern kimyası ve kurumsal hafızası böyle bir dikta rejiminin oluşmasına ne müsaade eder, ne de böyle bir despotik sistemin sürdürülmesine tahammül eder.
Buna rağmen, yapılan bir başvuru neticesinde en üst hukuk mercii olan Anayasa Mahkemesi’nin Çarşamba akşamı aldığı bir kararla Twitter yasağını kaldırmasının uygulanıp uygulanmayacağına dair beliren yaygın şüphe ve derin endişeler Türkiye’nin demokratik hukuk devleti vasfının aslında ne kadar erozyona uğradığını da gösterir niteliktedir. Bu yüzden, görülmedik ölçeklerde yolsuzluk ve rüşvet iddialarına hedef olan Başbakan Erdoğan ve (siyasi/ailevi) yakınlarının kendilerini yargıdan kurtarmak için umutsuzca bir çare olarak despotizme yönelmeleri hala güçlü bir olasılık ve büyük bir tehdit olarak önümüzde durmaktadır.
Başbakan Erdoğan’ın son dönemde sergilediği anti-demokratik ve hukuk dışı performans despotik bir sistem kurmayı isteyebileceğini ve buna ciddi bir istidadının olduğunu ortaya koymaktadır. Hukukun ve yargının fiilen ortadan kaldırılarak, tamamen hükümetin keyfiliğine amade hale getirildiği bir ortamda despotluğun sistemleştirilmesinin önündeki engel olarak hukukun resmen de varlığının sona erdirilmesini bu şartlarda uzak bir ihtimal olarak göremeyiz. Bu konuda Başbakan Erdoğan ve çevresindekilerin niyetlerinden ziyade, toplumun bu niyetin gerçekleşmesine ne kadar müsaade edeceği daha büyük bir önem taşımaktadır. Bu konuda Erdoğan ve çevresindekilere güvensizlik oranında, kökleşmiş kurumlara ve toplumun hala koruduğunu düşündüğüm demokratik hassasiyetine güvenimizi sürdürmek zorundayız. 
Seçimlerden zaferle çıkan Başbakan’ın aradan geçen 5 güne rağmen adı demokrasiyle anılan hiçbir ülkeden hala tebrik mesajı almamış olması aslında anlamak isterse kendisi ve partisinin içinde bulunduğu hazin durumun net bir göstergesi niteliğindedir. Uluslararası ilişkileri yönetme sorumluluğunu taşıdıkları için yabancı muhataplarıyla karşılaşmak mecburiyetinde kalan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve AB Başmüzakerecisi Mevlüt Çavuşoğlu gibi isimlerin, AKP hükümetinin son yıllardaki anti-demokratik sapmasının en somut göstergelerinden biri olan Twitter ve Youtube yasaklarının “haklı ve meşru gerekçelerini” muhataplarına anlatma çabasıyla elde ettikleri başarılar(!) aynı hükümetin rejime despotizm gömleği giydirme çabasının muhtemel başarı şansını da gösterir niteliktedir. Dünyanın demokratik ve özgür kısmıyla bu hükümetin son dönemde izlediği politikalar yüzünden Türkiye’nin yaşamakta olduğu değerler ayrışmasını belki Davutoğlu ve Çavuşoğlu o çarpıcı zekalarıyla kolaylıkla gerekçelendirebilirler. Ama ne bu ülkenin ne de bu milletin böyle bir sapmaya tahammül göstermeyeceğini düşünmek için hala iyimserlik zemini mevcut bulunuyor.

English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_343790_the-regimes-character-in-turkey.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder