Son
dönemdeki tüm tartışmaların odağındaki isim olan Başbakan Erdoğan, cumartesi
günü yaptığı bir açıklamayla yeni bir tartışmanın daha kapısını kocaman
araladı. Haydarpaşa Limanı’nda “İstanbul Boğazı Karayolu Tüp Geçişi” projesinin
tünel açma işleminin başlatılması töreninde konuşan Başbakan Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı
seçimi ile ilgili kullandığı “10 Ağustos’ta millet kendi başkanını seçmek için
sandığa gidecek" ifadeleri şaşkınlıkla karşılandı.
Şayet bu
büyük bir gaf değil de bilerek söylenmiş bir sözse durum gerçekten vahim. Çünkü
bilebildiğimiz kadarıyla Türkiye Cumhuriyeti Anayasası mevcut rejimi hala “parlamenter
demokrasi” olarak tanımlıyor. Anayasa’nın herhangi bir yerinde de rejimin “başkanlık
sistemi” olduğuna dair herhangi bir emare bulunmuyor.
Başbakan
Erdoğan’ın da konuşmasında hatırlattığı gibi 2007 yılındaki cumhurbaşkanlığı
seçimi süreci tam bir krize dönüştürülmüştü. Ordunun müdahalesi ve dönemin
Anayasa Mahkemesi’nin hukuk dışı bir kararıyla parlamento teknik açıdan cumhurbaşkanı
seçemez hale getirilmişti. Ordunun siyaseti tasarlamak için verdiği 27 Nisan
2007 e-muhtırasına ve Anayasa Mahkemesi’nin cumhurbaşkanlığı seçebilmek için Parlamento’da
367 sandalye zorunluluğu icadına karşı siyaset çözümü erken seçimde bulmuştu. Erken
seçim sonrasında da hızla cumhurbaşkanlığı seçim sistemini değiştirerek, yapılan
referandumla bu makamın halkın oyları ile belirlenmesinin önünü açmıştı.
O günkü
siyasi şartlarda doğru olan yapılmış ve kriz sebebi olan bir konu halkın
hakemliği ile çözüme kavuşturulmuştu. Ama o süreçte, cumhurbaşkanının seçim
yöntemi tamamen seçim yöntemi kapsamında ele alınmış, halka öyle sunulmuş, halk
da sadece yeni bir seçim yöntemi belirlemek için sandığa gitmişti. Ne kanunu
halka sunanlar, ne de referandumda oy kullanan halk cumhurbaşkanlığının konumu
ve yetkisini yeniden belirlemeye dair bir motivasyonla sandık başına
gitmemişti.
Daha ilginci
cumhurbaşkanlığı seçim sistemini değiştirmeye yönelik referandum sürecinde bu
değişikliğe ön ayak olanlardan hiçbiri bunun Başkanlık sistemini öngördüğünü
savunmadığı gibi, doğrudan halk tarafından seçilen güçlü cumhurbaşkanlığı
makamının sistemin işleyişini bozacağına dair görüşlere de en fazla hükümet
çevreleri itiraz etmişti. İtirazlarında haklıydılar, çünkü bir makamın seçim
yöntemini değiştirmek, o makamın yetki ve sorumluluklarını da değiştirmek anlamına
gelir gibi bir mantık yürütmek saçmalığın daniskasıydı. Ama anlaşılan o ki, o gün o görüşe karşı çıkanlar o saçma görüşün bugün kendilerinin
önünde açtığı imkana dört elle sarılmış durumdalar.
2011 genel
seçimlerinde en büyük vaatleri anayasayı değiştirmek olduğu halde bu konuda
samimiyetle çaba harcamaya hiçbir zaman yanaşmayan AKP iktidarı, bugün 12 Eylül
1980 askeri darbesi sonrası ara rejim döneminde yapılan 1982 Anayasasının bile
çok gerisine düşecek bir süreci başlatmış durumda. 12 Eylül 1980’nin mimarı darbeci
general Kenan Evren için biçilen çok güçlü cumhurbaşkanlığı gömleğini bile
bugün bazı sözde sivil siyasetçilerin yetersiz bulması içinde bulunulan
garabetin net bir fotoğrafı niteliğinde.
Ortada vaat
edilen yeni ve vaat edildiği şekilde daha demokratik ve özgürlükçü bir anayasa
olmadığına göre 10 Ağustos’ta başlayacak cumhurbaşkanlığı seçim süreci
sonucunda her kim bu makama seçilirse seçilsin mecburen 1982 Anayasası’nın
cumhurbaşkanlığı makamı için öngördüğü yetki ve sorumluluklarla idare etmek
zorunda kalacak. Çünkü mevcut anayasaya göre bu makama gelecek olan kişinin
seçim yönteminin şu ya da bu olmasının makamın yetki ve sorumluluklarıyla
herhangi bir ilişkisi bulunmuyor. Anayasa’nın ilgili maddeleri halk oylamasıyla
değişmediği müddetçe de bu konuda edilecek her söz, girilecek her beklenti ve
kurulacak her hayal temelsiz bir hüsnü kuruntudan ibaret olacak.
Mevcut anayasada
cumhurbaşkanının nasıl seçileceği ve ne tür yetki ve sorumluluklara sahip
olacağını düzenleyen 101, 102, 103, 104, 105 ve 106’ncı maddeler çok açık.
Bu maddelere rağmen ülkeyi yönetme sorumluluğundaki bir başbakanın çıkıp anayasada
yer almayan yetki ve sorumluluk hakkında laf etmesi gerçekten çok şaşırtıcı. 10
Ağustos’ta “milletin başkanını seçmesi” şöyle dursun, mevcut anayasa
birilerinin arzu ettiği gibi “partili cumhurbaşkanı” fantazisine bile açık
değil. Çünkü Anayasa’nın 101. Maddesinin ilgili kısmında açıkça söyle
deniliyor: “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir ve
Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer.” Bu sarih maddeye rağmen seçimlere
sadece birkaç ay kala hala “partili cumhurbaşkanı”ndan bahsetmek gerçekten çok garip.
Anayasa’nın ilgili maddesi değiştirilse bile seçim yasaları gereği üzerinden bir
yıl geçmeden hükümsüz olacağı da malum.
Kaldı ki cumhurbaşkanının
görev ve yetkilerini düzenleyen Anayasa’nın 104. Maddesi de bu söylenenlerin ne
kadar farazi olduğunu ispatlar nitelikte. “Cumhurbaşkanı Devletin
başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyeti'ni ve Türk Milleti'nin birliğini temsil
eder; Anayasa’nın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu
çalışmasını gözetir,” denilen bu açık maddeye rağmen partili cumhurbaşkanı
nasıl olacak? Diyelim oldu, o zaman partili bir cumhurbaşkanı milletin
birliğini nasıl temsil edecek?
Öte yandan, cumhurbaşkanının “partili ve icracı”
olmasını istemek de tam bir boş hayalden ibaret. “Partili ve icracı” bir
cumhurbaşkanı “Anayasa’nın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu
çalışmasını gözetir” ilkesini nasıl yerine getirecek? İcracı bir cumhurbaşkanının
“devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını” sağlaması asla mümkün olamaz.
Böyle bir şey olsa bu, yürütmenin yanı sıra yasama ve yargıyı da tamamen
denetim altına alması anlamına gelir ki, buna siyaset bilimi literatüründe “güçler
birliği – fusion of power” denir ve böylesine garabet bir şeyle ancak
demokrasiden nasipsiz diktatörlük rejimlerinde karşılaşılır.
Hem partili ve icracı cumhurbaşkanı olup, hem
de bu makamın mevcut denetleyici fonksiyonunu sürdürmesini beklemek de abesle
iştigal olacaktır. İktidar partisinin doğası gereği Parlamento’daki çoğunluğuna
dayanarak çıkardığı yasaları bugün var olduğu haliyle şeklen de olsa
cumhurbaşkanının bir üst göz olarak denetleme imkanı resmen ve fiilen ortadan
kalkacak. Bu yüzden Türkiye’deki gibi tek kamaralı sistem içerisinde partili ve
icracı cumhurbaşkanı özlemi duymanın ya da başkanlık yetki ve sorumluluğu talep
etmenin, bana göre, tam teşekküllü bir diktatörlük yetkisi talep etmekten
hiçbir farkı bulunmamaktadır.
Burada bahsini ettiğimiz yasamaya ve yargıya
tamamen hükmeden sınırsız ve denetimsiz bir iktidar gücüdür ki, bu gücün
karşılığı olan tanım bellidir. Düşünün ki diktatoryal yetkilerle yürüttüğünüz icraatta
sebep olduğunuz usulsüzlükler ve yolsuzluklar var. Bunları halk adına kim
denetleyecek? Size bağlı olan yargı mı, meclis mi, yoksa emrinize amade Devlet
Denetleme Kurulu mu? Ee zaten senato tarzı güçlü denetleyicilik
yetkileriyle donatılmış bir üst yasama organından mahrumuz? O zaman, milletin
seçtiği o “başkan” dediğiniz “partili ve icracı” kişi ancak diktatörlüklerde
görebileceğiniz nitelikteki yetkileri keyfince, haksız ve hukuksuz bir şekilde
kullanırsa bunlara kim dur diyecek?
Demokrasilerin olmazsa olmazı güç ve iktidar
değildir. Hele hele sınırsız ve denetimsiz güç/iktidar hiç değildir. Tam
tersine gücün ve iktidarın neleri yapıp, neleri yapamayacağının önceden
belirlenmiş olmasıdır ve bunlara sınırlamalar getirmesidir. Demokrasileri
diktatörlüklerden ayıran temel vasıf işte bu gücü/iktidarı sınırlamasıdır. İktidara
karşı medya, sivil toplum ve siyasi aktörler olarak muhaliflerin seslerini
yükseltebilmelerini, itirazlarını dile getirmelerini garanti altına almasıdır.
Dahası gücü ve iktidarı devletin erkleri arasında paylaştırması ve sistem
içerisine gücü frenleyecek kontrol ve denge mekanizmalarını yerleştirmesidir.
Partili ve icracı bir cumhurbaşkanı veya daha kestirmeden söyleyecek olursak bir
başkanı mevcut sistem içerisinde kim nasıl denetleyecek, kim nasıl frenleyecek?
Böyle bir denetimsiz ve frensiz bir tek
adam rejimine bundan böyle kim neden demokrasi diyecek?
Başbakan Erdoğan’ın güce duyduğu doymak bilmez
iştiha ile her türlü denetim ve sınırlamadan kaçma hırsı yüzünden Türkiye tarihi
bir dönüm noktasına geldi vardı. Unutulmasın ki, Başbakan’ın hırslarına karşı bugün
yükseltemediğimiz her itiraz yarın hak, hukuk ve özgürlüklerimizin yok
edilmesinin temelini oluşturacak.
Demedi demeyin!
English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_345678_pardon-me-did-the-regime-change.html
English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_345678_pardon-me-did-the-regime-change.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder