20 Nisan 2014 Pazar

Pardon ama rejim mi değişti?


Son dönemdeki tüm tartışmaların odağındaki isim olan Başbakan Erdoğan, cumartesi günü yaptığı bir açıklamayla yeni bir tartışmanın daha kapısını kocaman araladı. Haydarpaşa Limanı’nda “İstanbul Boğazı Karayolu Tüp Geçişi” projesinin tünel açma işleminin başlatılması töreninde konuşan Başbakan Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili kullandığı “10 Ağustos’ta millet kendi başkanını seçmek için sandığa gidecek" ifadeleri şaşkınlıkla karşılandı.
Şayet bu büyük bir gaf değil de bilerek söylenmiş bir sözse durum gerçekten vahim. Çünkü bilebildiğimiz kadarıyla Türkiye Cumhuriyeti Anayasası mevcut rejimi hala “parlamenter demokrasi” olarak tanımlıyor. Anayasa’nın herhangi bir yerinde de rejimin “başkanlık sistemi” olduğuna dair herhangi bir emare bulunmuyor.
Başbakan Erdoğan’ın da konuşmasında hatırlattığı gibi 2007 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimi süreci tam bir krize dönüştürülmüştü. Ordunun müdahalesi ve dönemin Anayasa Mahkemesi’nin hukuk dışı bir kararıyla parlamento teknik açıdan cumhurbaşkanı seçemez hale getirilmişti. Ordunun siyaseti tasarlamak için verdiği 27 Nisan 2007 e-muhtırasına ve Anayasa Mahkemesi’nin cumhurbaşkanlığı seçebilmek için Parlamento’da 367 sandalye zorunluluğu icadına karşı siyaset çözümü erken seçimde bulmuştu. Erken seçim sonrasında da hızla cumhurbaşkanlığı seçim sistemini değiştirerek, yapılan referandumla bu makamın halkın oyları ile belirlenmesinin önünü açmıştı.
O günkü siyasi şartlarda doğru olan yapılmış ve kriz sebebi olan bir konu halkın hakemliği ile çözüme kavuşturulmuştu. Ama o süreçte, cumhurbaşkanının seçim yöntemi tamamen seçim yöntemi kapsamında ele alınmış, halka öyle sunulmuş, halk da sadece yeni bir seçim yöntemi belirlemek için sandığa gitmişti. Ne kanunu halka sunanlar, ne de referandumda oy kullanan halk cumhurbaşkanlığının konumu ve yetkisini yeniden belirlemeye dair bir motivasyonla sandık başına gitmemişti.
Daha ilginci cumhurbaşkanlığı seçim sistemini değiştirmeye yönelik referandum sürecinde bu değişikliğe ön ayak olanlardan hiçbiri bunun Başkanlık sistemini öngördüğünü savunmadığı gibi, doğrudan halk tarafından seçilen güçlü cumhurbaşkanlığı makamının sistemin işleyişini bozacağına dair görüşlere de en fazla hükümet çevreleri itiraz etmişti. İtirazlarında haklıydılar, çünkü bir makamın seçim yöntemini değiştirmek, o makamın yetki ve sorumluluklarını da değiştirmek anlamına gelir gibi bir mantık yürütmek saçmalığın daniskasıydı. Ama anlaşılan o ki, o gün o görüşe karşı çıkanlar o saçma görüşün bugün kendilerinin önünde açtığı imkana dört elle sarılmış durumdalar.
2011 genel seçimlerinde en büyük vaatleri anayasayı değiştirmek olduğu halde bu konuda samimiyetle çaba harcamaya hiçbir zaman yanaşmayan AKP iktidarı, bugün 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası ara rejim döneminde yapılan 1982 Anayasasının bile çok gerisine düşecek bir süreci başlatmış durumda. 12 Eylül 1980’nin mimarı darbeci general Kenan Evren için biçilen çok güçlü cumhurbaşkanlığı gömleğini bile bugün bazı sözde sivil siyasetçilerin yetersiz bulması içinde bulunulan garabetin net bir fotoğrafı niteliğinde.
Ortada vaat edilen yeni ve vaat edildiği şekilde daha demokratik ve özgürlükçü bir anayasa olmadığına göre 10 Ağustos’ta başlayacak cumhurbaşkanlığı seçim süreci sonucunda her kim bu makama seçilirse seçilsin mecburen 1982 Anayasası’nın cumhurbaşkanlığı makamı için öngördüğü yetki ve sorumluluklarla idare etmek zorunda kalacak. Çünkü mevcut anayasaya göre bu makama gelecek olan kişinin seçim yönteminin şu ya da bu olmasının makamın yetki ve sorumluluklarıyla herhangi bir ilişkisi bulunmuyor. Anayasa’nın ilgili maddeleri halk oylamasıyla değişmediği müddetçe de bu konuda edilecek her söz, girilecek her beklenti ve kurulacak her hayal temelsiz bir hüsnü kuruntudan ibaret olacak.
Mevcut anayasada cumhurbaşkanının nasıl seçileceği ve ne tür yetki ve sorumluluklara sahip olacağını düzenleyen 101, 102, 103, 104, 105 ve 106’ncı maddeler çok açık. Bu maddelere rağmen ülkeyi yönetme sorumluluğundaki bir başbakanın çıkıp anayasada yer almayan yetki ve sorumluluk hakkında laf etmesi gerçekten çok şaşırtıcı. 10 Ağustos’ta “milletin başkanını seçmesi” şöyle dursun, mevcut anayasa birilerinin arzu ettiği gibi “partili cumhurbaşkanı” fantazisine bile açık değil. Çünkü Anayasa’nın 101. Maddesinin ilgili kısmında açıkça söyle deniliyor: “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer.” Bu sarih maddeye rağmen seçimlere sadece birkaç ay kala hala “partili cumhurbaşkanı”ndan bahsetmek gerçekten çok garip. Anayasa’nın ilgili maddesi değiştirilse bile seçim yasaları gereği üzerinden bir yıl geçmeden hükümsüz olacağı da malum.
Kaldı ki cumhurbaşkanının görev ve yetkilerini düzenleyen Anayasa’nın 104. Maddesi de bu söylenenlerin ne kadar farazi olduğunu ispatlar nitelikte. “Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyeti'ni ve Türk Milleti'nin birliğini temsil eder; Anayasa’nın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir,” denilen bu açık maddeye rağmen partili cumhurbaşkanı nasıl olacak? Diyelim oldu, o zaman partili bir cumhurbaşkanı milletin birliğini nasıl temsil edecek?
Öte yandan, cumhurbaşkanının “partili ve icracı” olmasını istemek de tam bir boş hayalden ibaret. “Partili ve icracı” bir cumhurbaşkanı “Anayasa’nın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir” ilkesini nasıl yerine getirecek? İcracı bir cumhurbaşkanının “devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını” sağlaması asla mümkün olamaz. Böyle bir şey olsa bu, yürütmenin yanı sıra yasama ve yargıyı da tamamen denetim altına alması anlamına gelir ki, buna siyaset bilimi literatüründe “güçler birliği – fusion of power” denir ve böylesine garabet bir şeyle ancak demokrasiden nasipsiz diktatörlük rejimlerinde karşılaşılır.
Hem partili ve icracı cumhurbaşkanı olup, hem de bu makamın mevcut denetleyici fonksiyonunu sürdürmesini beklemek de abesle iştigal olacaktır. İktidar partisinin doğası gereği Parlamento’daki çoğunluğuna dayanarak çıkardığı yasaları bugün var olduğu haliyle şeklen de olsa cumhurbaşkanının bir üst göz olarak denetleme imkanı resmen ve fiilen ortadan kalkacak. Bu yüzden Türkiye’deki gibi tek kamaralı sistem içerisinde partili ve icracı cumhurbaşkanı özlemi duymanın ya da başkanlık yetki ve sorumluluğu talep etmenin, bana göre, tam teşekküllü bir diktatörlük yetkisi talep etmekten hiçbir farkı bulunmamaktadır.
Burada bahsini ettiğimiz yasamaya ve yargıya tamamen hükmeden sınırsız ve denetimsiz bir iktidar gücüdür ki, bu gücün karşılığı olan tanım bellidir. Düşünün ki diktatoryal yetkilerle yürüttüğünüz icraatta sebep olduğunuz usulsüzlükler ve yolsuzluklar var. Bunları halk adına kim denetleyecek? Size bağlı olan yargı mı, meclis mi, yoksa emrinize amade Devlet Denetleme Kurulu mu? Ee zaten senato tarzı güçlü denetleyicilik yetkileriyle donatılmış bir üst yasama organından mahrumuz? O zaman, milletin seçtiği o “başkan” dediğiniz “partili ve icracı” kişi ancak diktatörlüklerde görebileceğiniz nitelikteki yetkileri keyfince, haksız ve hukuksuz bir şekilde kullanırsa bunlara kim dur diyecek?
Demokrasilerin olmazsa olmazı güç ve iktidar değildir. Hele hele sınırsız ve denetimsiz güç/iktidar hiç değildir. Tam tersine gücün ve iktidarın neleri yapıp, neleri yapamayacağının önceden belirlenmiş olmasıdır ve bunlara sınırlamalar getirmesidir. Demokrasileri diktatörlüklerden ayıran temel vasıf işte bu gücü/iktidarı sınırlamasıdır. İktidara karşı medya, sivil toplum ve siyasi aktörler olarak muhaliflerin seslerini yükseltebilmelerini, itirazlarını dile getirmelerini garanti altına almasıdır. Dahası gücü ve iktidarı devletin erkleri arasında paylaştırması ve sistem içerisine gücü frenleyecek kontrol ve denge mekanizmalarını yerleştirmesidir. Partili ve icracı bir cumhurbaşkanı veya daha kestirmeden söyleyecek olursak bir başkanı mevcut sistem içerisinde kim nasıl denetleyecek, kim nasıl frenleyecek?  Böyle bir denetimsiz ve frensiz bir tek adam rejimine bundan böyle kim neden demokrasi diyecek?
Başbakan Erdoğan’ın güce duyduğu doymak bilmez iştiha ile her türlü denetim ve sınırlamadan kaçma hırsı yüzünden Türkiye tarihi bir dönüm noktasına geldi vardı. Unutulmasın ki, Başbakan’ın hırslarına karşı bugün yükseltemediğimiz her itiraz yarın hak, hukuk ve özgürlüklerimizin yok edilmesinin temelini oluşturacak.
Demedi demeyin!

English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_345678_pardon-me-did-the-regime-change.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder