Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nin (TBMM) 23 Nisan 1920’de açılışını esas alacak olursak
Türkiye’nin modern tarihi tam 94 yıldır gerçek bir demokrasiye ulaşma
serüveni olarak karşımıza çıkıyor. Bu tarihi Osmanlı İmparatorluğu’nun
son dönemlerine damgasını vuran 1876 tarihli 1. Meşrutiyet, 1908 tarihli
2. Meşrutiyet’e kadar götürmek de mümkün.
Nereden bakılırsa bakılsın çarşamba günü itibarıyla en az 94 yıldır demokrasi olma çabası içerisinde olan Türk halkı acaba bu hedefine ne kadar ulaşabildi? Tam 94 yıl önce Meclis duvarlarını süslemeye başlayan “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sloganı ne kadar gerçekleşebildi? Başta ilk Meclis Başkanı ve Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere bu ülkeyi yönetme iktidarını ele geçirenler bu ilkeye ne kadar sadakat gösterebildi? Mesela, “Milli Şef” unvanıyla anılan İsmet İnönü’yü bir “demokrat lider” olarak tanımlamak mı tarihi gerçeklere daha uygun olur yoksa birçok Avrupalı muasırı gibi su katılmamış bir “diktatör” olarak tanımlamak mı?
Uluslararası şartların zorlamasıyla yapılan çok partili seçimlerde halkın iradesiyle iktidara gelen Demokrat Parti ve lideri Adnan Menderes’in iktidarda kaldığı 10 yıl boyunca ülkeye sahici bir demokrasi tecrübesi yaşattığını söylemek imkânı ne kadardır? 27 Mayıs 1960 darbesi sonrası kurulan rejim, bir ucunu demokrasinin diğer ucunu diktatörlüğün oluşturduğu sarkaçta size göre hangi uca daha yakındır? 12 Mart 1971 askeri muhtırasıyla topluma ve siyasete yeni bir şekil verme girişimi, 12 Eylül 1980 askeri darbesi ve akabinde yapılan ve bugün hâlâ kurtulamadığımız 1982 Anayasası’nı Türkiye’nin demokrasi tecrübesine mi, yoksa dikta tecrübesine mi dahil etmek daha uygun olur?
Öte yandan, 28 Şubat 1997 tarihinde başlayan ve generaller tarafından 1000 yıl süreceği vaat edilen post-modern askeri darbenin klasik diktatörlüklerden farklarını saymak çok kolay bir iş olmasa gerek. Söyler misiniz 27 Nisan 2007 e-muhtırası demokrasi-dikta sarkacının neresine düşer? 2002 seçimleri sonrası sarkacın demokrasi tarafına koyduğu ağırlıkla değer kazanan AKP tecrübesine ne demeli peki? Bu siyasal kadro ilk iki döneminde gerçekleştirdiği demokratikleştirici performansıyla mı tarihteki yerini alacak yoksa son birkaç yıldır önceden yaptıklarını da silip daha da kötüye götüren faaliyetleriyle, yani sarkacın diktatörlük ucuna doğru yaklaşan performansıyla mı? Son birkaç yıldır yaşadığımız can sıkıcı tecrübeyi ileride demokrasi mücadelesinin kaçınılmaz bir evresi olarak mı hatırlayacağız, yoksa bu dönem yeni ve zalim bir diktatorya kurulurken yaşanması gereken bir fasıla olarak mı tarihe geçecek?
Yaşanmış acı-tatlı tecrübelere dayalı bu sorular elbette bir gün mutlaka cevabını bulacaktır. Ama bu cevabın illa da zaman içerisinde netleşmesini beklemek gerekmiyor. En azından son dönemde yaşamakta olduğumuz acı tecrübelerimizi alıp bu konuda geliştirilen teorinin oluşturduğu bir çerçeveye yerleştirerek aslında Türkiye’nin mevcut politik sisteminin ne olup ne olmadığını şimdiden anlayabiliriz. Nasıl mı? Kolay… Bunun için Fathali M.Moghaddam’ın 3P Yayıncılık tarafından Türkçeye kazandırılan “Diktatörlüğün Psikolojisi – The Psychology of Dictatorship” kitabının İran, Çin, Rusya vb. ülkelerdeki tecrübelere dayanarak ortaya koyduğu teorik çerçeveyi kullanmamız yeterli. Yapılması gereken en sağlıklı şey, elbette bu kitabı bulup okumaktır. Ama ben bu değerli kitaptan bazı alıntılar yaparak Türkiye’de şu an yaşanmakta olanlarla mukayesesini ve bir demokrasi mi olduğumuz yoksa bir diktatörlüğe doğru mu yol aldığımızın teşhis ve analizini sizlere bırakacağım.
Moghaddam, kitabında, diktatörlüğü ve demokrasiyi belli kategorilere ayırmak yerine, her iki kavramı bir sarkacın iki aşırı ucu olarak değerlendirmeyi tercih etmiş. Ona göre, toplumlar bu sarkacın salınım çizgisi üzerinde farklı yerlerde bulunurlar. Bazıları katıksız diktatörlüğün yakınında iken, bazıları da saf demokrasiye yakın dururlar. Fakat toplumlar durağan değildirler ve devamlı değişirler. Bu nedenle, diktatörlük-demokrasi arasında gidip gelen bu sarkacın izlediği çizgideki yerleri bazen değişebilir ve kimi değişimler dramatik sonuçlar doğurur. Toplumların diktatörlük-demokrasi sarkacının iki ucu arasında sürekli gidip geliyor olmalarının kitabının en önemli mesajlarından biri olduğunu söyleyen Moghaddam, şu çarpıcı tespitte bulunuyor: “ABD gibi kapitalist demokrasiler de dahil tüm toplumlar her an diktatörlüğe kayabilirler.”
Moghaddam’a göre, diktatörlüklerde bağımsız yasama ve yargıdan söz edilemeyeceği gibi, geçerli olan kanunlar toplumsal isteklere kulak tıkayarak sadece diktatörün ya da hizipleşmiş hakim grubunun ölçüsüz isteklerine kulak verir. Eğitim sistemi, basın, haberleşme ve bilişim sistemleri üzerinde eşi görülmemiş bir kontrol hatta sansür olduğu gibi, toplumun hareketleri de rejimin ayakta kalmasını sağlayacak şekilde kontrol altında tutulur.
Bir diktatörlüğün ortaya çıkmasını üç fasılaya ayıran yazar, bu fasılalardan ilk ikisinin diktatörün ortaya çıkmasını sağlayan sıçrama tahtası vazifesini gördüğünü söyler. Bu fasılaları şöyle sıralar: a) Halkın diktatörü desteklemesi için tehditleri abartmak, b) Diktatörü, toplumun karşı karşıya olduğu güncel sorunların çözümü olarak yüceltmek, c) Fırsatçı bir liderin çıkıp kendisini diktatörlüğe taşıyacak bu sıçrama tahtasını kurup kullanması.
Moghaddam, bu şartlarda, “Ortada halkın çoğunluğunun onayı olmadan gücü eline geçirip hükmetmeye heveslenen ve buna muktedir olan bir diktatör adayı bulunması halinde diktatörlük mümkün olabilir,” der. Tıpkı Sovyet diktatörlüğünün Stalin’e ve Nazi Almanya’sının Hitler’e ihtiyacı olması gibi… Yazar şöyle devam eder: “Diktatörlüğü ve diktatörü yaratan ortam, birbirine bağlı ve karşılıklı ilişki içerisindeki şartlardan doğar. Bir diktatörlüğün yaratılması için gereken şartlar hazır olabilir, ancak ortada fırsatlardan faydalanmayı bilen çıkarcı bir diktatör yoksa diktatörlüğün gerçekleşmesi mümkün olamaz.”
Kitabında hedef gruplara yöneltilen saldırganlığın yanı sıra kurgulanmış ve abartılmış dış tehditler taktiğini inceleyen Moghaddam, şöyle der: “Bu taktik, milliyetçiliğin ve savaşçı siyasetin -militarizm- yanı sıra ortak çıkar gruplarının kaynaşmasıyla da ilişkilidir. “Bakın düşman kapımızda!” korkusunun sürekli taze tutulduğu aşırı milliyetçilikle ve militarizmle beslenen bir atmosferde, kurallara körü körüne riayet ve boyun eğme davranışları had safhaya çıkabilirken, bireyler arzu edilen toplum tablosuna uymaya zorlanabilirler. Diktatör ve yandaşları, saldırıları “ötekiler” olarak tanımladıkları hedeflere yönlendirme stratejisi olarak, sürekli dış ve iç düşmanlar yaratırken, toplumu kendi yönetim şekillerine uygun bir hizaya gelmeye zorlarlar.”
Moghaddam’a göre, tüm diktatörlüklerin özünü oluşturan ana davranışlar, kayıtsız şartsız “itaat ve uyum”dur. İtaat şeklindeki davranış halkın kurallara kayıtsız şartsız uymasıyla ortaya çıkarken, uyum gösterme gerçek ya da hayali grup baskısı karşısında yükselen bir davranış şeklidir.
Araştırmaların otoriter kişilerin kendileri dışındaki gruplara karşı fazlasıyla önyargılı olduklarını ve farklı görüşlere sahip olanları tehdit olarak algıladıklarını ortaya koyduğunu söyleyen Moghaddam şunu söyler: “Kapalı toplumlar üzerine araştırmalarda öne çıkan bir tema ise psikolojik kapanma ihtiyacında şekillenen dar görüşlülük -bağnazlık- olagelmiştir. Bağnazlar, soruları cevapsız bırakmak ya da diğer cevaplara ihtimal vermektense duymak istedikleri cevabı duymayı tercih ederler.”
Moghaddam’a göre küreselleşmenin açık görüşlülüğü getireceğine ve demokrasiyi yaygınlaştıracağına dair yaklaşımlar da bir yanılsamadan ibarettir. Bu beklentinin, tüm dünyada demokratik kapitalizme doğru bir yürüyüş başlayacağı varsayımı ile aynı çizgide olduğunu kaydeden yazar, bunların naif öngörüler olduğunu söyler. Çünkü tarihte “değişim yönünün kaçınılmazlığı” diye bir şey yoktur.
Diktatörlüğü kişisel bir davranış tarzı olmaktan ziyade politik bir sistem olarak ele alan Moghaddam, bazı büyük bilim insanlarının ve düşünürlerin bile ellerine fırsat geçtiğinde birer küçük diktatöre dönüştüklerinden bahseder. Öte yandan diktatörlüklerde ideolojilerin, çok dikkatle tanımlanması gereken, yaşamsal öneme sahip bir rolü olduğunu kaydeden yazar, “Egemen güçleri meşru kılan sahte bilinç ve sahte ideolojiler, diktatörlüklerde güçlü elitin üyelerini bir arada tutmak açısından büyük önem taşırlar… Diktatörlüklerde ideolojinin rolü, yöneten elitleri sıkıca kaynaştırmak, adeta tek vücut haline getirmektir ki böylece toplumu kontrol altında tutmak için kaba güç kullanırken yaptıklarını meşru ve haklı görebilsinler,” saptamasında bulunur.
Diktatörlüğün dayandığı güçlü elitin ortak bir ideoloji çevresinde şekillenen kenetlenme ve dayanışma sayesinde ayakta durduğunun altını çizen Moghaddam, diktatörlüğü çökertmenin yolunun da aynı yerden geçtiğini söyler. Bu yolu şöyle tarif eder: Bir karşı elit yaratılmasına destek olarak iktidar elitinin ideolojik kenetlenmesine meydan okuyan, iktidar elitinin tabakalarını ayırıp uzaklaştıracak her yol mutlaka denenmelidir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışının 94. yıldönümünde diktatörlükten bahsetmek gerçekten çok acı bir durum. Ama bu acı veren durumun tüm utancı, daha fazla demokratikleşme umudu verdikleri toplumun kendilerine bahşettiği iktidar imkânını günbegün otoriterleşerek heba edenlere ait. Moghaddam’ın kitabında alıntıladığı Shakespeare’in aşağıdaki dizesi, ne tuhaftır ki, ülkemizin içinde bulunduğu büyük hayal kırıklığını da ifade eder niteliktedir:
En tatlı şeyler ekşir kötü işler yaparak;
Ottan çok daha iğrenç kokar çürüyen zambak.
http://www.zaman.com.tr/yorum_teori-ile-tecrube-arasinda-diktatorluk_2212704.html
English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_345872_dictatorship-in-between-theory-and-practice.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder