27 Nisan 2014 Pazar

Bana itirazını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim



Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın Cuma günü mahkemenin 52. kuruluş yıldönümü münasebetiyle yaptığı demokrasi ve hukuk devleti manifestosu niteliğindeki tarihi konuşma tartışılmaya devam ediliyor. Demokratik kurumları yok eden, kontrol-denge mekanizmalarını işlemez hale getiren, vatandaşların temel hak ve hukukunu hiçe sayan, tüm özgürlük alanlarını gün be gün daraltan Erdoğan hükümetinin keyfi ve despotik uygulamalarından ve tüm bunlar yüzünden Türkiye’nin sapan yönünden endişe duyanların yüreğine su serpen konuşma, hükümet çevrelerinde sert tepkilere ve büyük itirazlara yol açtı.
Başta Erdoğan olmak üzere hükümet çevreleri oturup “Biz nerede yanlış yaptık ki demokrasi, hukuk, temel hak ve özgürlükler açısından 1960 askeri darbesinin ürünü olan Anayasa Mahkemesi’nin ve bu mahkemenin kararlarının dayandığı 1980 askeri darbesi sonrası yapılan anayasanın bile gerisine düştük” diye ciddi bir özeleştiri yapmaları gerekir. Ama bakıyorsunuz bunun yerine, konuşmasında hak, hukuk, özgürlük, demokrasi ve adalet vurgusu yapan Kılıç’a görülmedik bir hınçla saldırıyorlar.
Tüm samimiyetimle söylüyorum ki bundan birkaç yıl önce birileri çıkıp “Çok kısa bir zaman sonra hak ve özgürlüklerinizi korumak için bir darbe ürünü olan Anayasa Mahkemesi’ne ve yine bir darbe ürünü olan 1982 Anayasası’na ihtiyaç duyacaksınız” deseydi asla inanmazdım. Tıpkı son örnek olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün büyük bir hızla imzaladığı Türkiye’yi Ortadoğu’daki muhaberat devletlerinin bir benzerine dönüştüren tartışmalı MİT yasasında olduğu gibi maalesef çok hızlı bir şekilde o noktaya gelindi.
Erdoğan ve çevresindekilerin demokrasiden, hukuktan, siyasi ahlaktan bi-nasip despotik ve keyfi uygulamaları bu ülkede iktidarın dayatmacı uygulamalarına boyun eğmek istemeyen tüm onurlu kesimleri maalesef buna muhtaç bıraktı. Bu durum, buna ihtiyaç duyanların değil, halkın oyuyla iktidara geldiği halde halkın iradesine saygısız dört başı mamur bir diktatörlük kurmaya heveslenenlerin utancıdır.
Aslına bakarsanız, Başbakan’ın demokrasi ve özgürlükleri adım adım ortadan kaldırarak tam teşekküllü bir diktatörlüğe doğru yol almasına en büyük itirazın Anayasa Mahkemesi’nden gelmesi kendisi adına ne kadar büyük bir ayıptır. Daha düne kadar anti-demokratik vesayetçi yapıların kontrolünde olan bir kurumun demokrasi ve özgürlükler açısından gerisine düşmek ne büyük bir utançtır. Bu utancın farkında bile olmadan, temel hak ve özgürlüklerin, demokrasi ve hukuk devletinin evrensel ilkelerinin ifade edilmesine sert itirazlarda bulunmak ne büyük bir bahtsızlıktır.
En sıradan bir demokrasi ve hukuk devleti olmanın bile gereği olan temel ilkeleri hatırlatmakla yetinen Haşim Kılıç’ın söylediklerinin nesine itiraz ediyorlar peki? Aslında Kılıç’ın altını çizdiği ilkelere yönelik itirazlarının gücü, bu ilkelerden ne kadar uzağa düştüklerinin de bir göstergesi niteliğinde. Aslında, demokrasi ve hukukun temel ilkelerine yönelik güçlü itirazları kendilerinin ne olduğunu da açıkça ele veriyor. İsterseniz gelin Erdoğan ve çevresindekilerin siyasal savrulmalarını ve yeni siyasal kimliklerini teyit eden söz konusu itirazlarına hedef ilkelerin bir kısmına hep birlikte bakalım:
“İnsanlık onurunun varlığı, temel hak ve özgürlükleri de evrenselleştirmiştir. Bu değerleri yüceltmek, derinleştirmek, tehditler karşısında savunmak Anayasa Mahkemelerinin en temel görevidir. Esasen Anayasa yargısının varlık nedeni; ırk, renk ve inancı ne olursa olsun, insan olma ortak paydasına sahip herkesin var olan onurunu korumaktır. Bu kutsal görevin başarı ile yürütülebilmesi, ancak bağımsız ve tarafsız kalmayı becerebilen yargıçların varlığı ile mümkündür.” Bunda itiraz edilecek ne var?
“İnsanlar, onurlu bir hayat yaşayabilmek için, hukuk güvenliğinin egemen olduğu bir devletin varlığına her zaman ihtiyaç duymuşlardır. Evrensel değerlerin ağırlıklı olarak uygulandığı, tüm eylem ve işlemlerin yargı denetimine tabi tutulduğu, hukukun üstünlüğünün egemen olduğu bir devlet, hukuk devleti olarak tanımlanmıştır. Hukuk devletinin en belirgin diğer bir özelliği ise, tasarruflarının öngörülebilir, ulaşılabilir açık ve şeffaf olmasıdır. Hukuk devletinin odağında esas itibariyle iktidar gücünün keyfi davranışlarının sınırlandırılması vardır. Bu nedenle kamu gücünü kullananlar da vatandaşlar gibi hukuksal ilkelerle kuşatılmıştır.” Bunda itiraz edilecek ne var?
“Haklı bir neden olmaksızın, kamu yararı gözetilmeden, siyasal amaçları gerçekleştirmek düşüncesiyle yazılı hukuk kurallarında çok sık aralıklarla yapılan değişikliklerin, toplumda hukuk güvenliğini sağlayabileceğinden bahsedilemez.” Peki, bunda itiraz edilecek ne var?
“Hukuk devletinin temel direği olan yargı, aynı zamanda devletin vicdanı olarak da tanımlanır. Bu vicdanın, siyasi ve ideolojik vesayet odaklarının işgaline uğraması nedeniyle toplum hayatına verilen zararların acı örnekleri, hafızalardan henüz silinmemiştir. İşgal devam ettiği sürece de bunları yaşamaya devam edeceğiz. Yargının vicdanını işgal edenlerin kimliği, düşüncesi ya da kutsalları ne olursa olsun bu sonuç değişmeyecektir. Dün hak ihlaline uğramış mağdurlarla, bugün aynı ihlalleri yaşayan mağdurların kimliklerinin farklı olması bu bakışımızı asla etkilemeyecektir.” Bu sözlerden neden rahatsız oldunuz ki?
“Kamu gücünü etkili bir şekilde kullanan yargı, siyasi ve ideolojik yapılanmaların hedefinde her zaman “ele geçirilmesi gereken bir kale” olarak görülmüş, ele geçirenler de kendi vesayet sistemini dayatmanın çabasına düşmüştür… Vesayet altındaki bir yargıdan hukuk güvenliğini sağlaması beklenemez. Böyle bir sistem yönetenlerin güvenliğini sağlarken, ötekilere de ancak, korku, endişe ve umutsuzluk verebilir. Korkunun ve endişenin hakim olduğu iklimlerde de özgür vicdanlar üretilemez.” İtiraz edenler vesayet mi istiyor?
“2010 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile yargı organları üzerinde oluşan vesayetçi anlayışların ortadan kaldırılması için cesaretli adımlar atıldı… Söz konusu vesayetçi yönetimlerin görevlerinin sona ermesi ile büyük bir boşluk doğdu. Bu boşluğun, toplumun her kesimini kucaklayan, hoşgörülü, özgürlükçü, çoğulcu, adil ve evrensel değerleri yansıtan tercihlerle doldurulması gerekirken, ne yazık ki bunu gerçekleştiremedik. Bu kez, farklı renkte yeni bir vesayet sisteminin oluşmasına tanık olduk. Kimse bu yeni oluşumun günahından kendini soyutlamaya çalışmasın. Tarih olanları kaydediyor. Bunları konuşmak, gerçekleri itiraf etmek ve cesaretle çözüm yolları bulmak zorundayız.” Hemen itiraz ederek kaçmayın, hesap verin?
“Yargı, milletin iradesine tuzak kurulacak yer değildir ve olmamalıdır. Son dönemde yargı, bu konuyla ilgili olarak “paralel devlet” ya da “çete” diye nitelendirilen çok vahim, çok ciddi ve çok ağır bir suçlamayla karşı karşıyadır. Bu suçlama üzerinde yapışık kaldığı sürece yargının ayakta kalması mümkün değildir… Başta yargı ve yürütme organları olmak üzere herkes bu iddialarla ilgili bilgi, belge ve delilleri zaman geçirmeden ortaya koymak zorundadır. Gerek yargıda, gerekse yürütme organı içinde var olduğu iddia edilen bu kişilerin başka illere tayin edilerek ya da yerlerini değiştirerek sorunu çözmenin anlamsızlığı açıktır.” Evet beyler temelsiz itham ve iftiralarla, kuru gürültüyle olmuyor…
 “Görevi, maddi gerçekleri ortaya çıkarmak olan yargının karşı karşıya kaldığı bu iddianın adı “vicdan yolsuzluğu”dur. Bunun için yapılması gereken açıktır. Hukuk devletine yakışan yöntemler uygulanmak suretiyle gerçekliğinin ispat edilmesi halinde, faillerine bir saniye bile beklenmeden gerekli yaptırımlar uygulanmalıdır… Demokratik hukuk devletlerinde, tehdit ederek, korkutarak sorunların çözüldüğüne ilişkin örnekler bulamazsınız.” Hadi buyurun itiraz edeceğinize iddialarınızı somut delillerle ispat edin.
 “Kamu gücüne sahip olanların topluma sunduğu hak ve özgürlükleri, lütuf ya da bağış düzleminde değerlendirmesi düşünülemez. Farklı olanların hak ve özgürlüklerine karşı kimse, ev sahibi edasıyla duruş da sergileyemez. Yetmiş altı milyonun her ferdi bu evin sahibi ve Anayasa ile teminat altına alınmış hakların kullanıcısıdır.” Buna itirazınız medeni bir demokrat olmak ve olamamak arasındaki farktan kaynaklanmış olabilir?
“Demokrasi, insan onuru, temel hak ve özgürlükler, Mahkememizin korumak zorunda olduğu evrensel değerlerdir.  Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi başta olmak üzere, çağdaş dünya milletlerinin kabul ettiği insan hakları belgelerinde, temel hak ve özgürlükler; din, ırk, mezhep, siyasi düşünce ve ideolojilerden arındırılarak sadece “insan olma” ortak paydasında birleştirilmiş ve evrensel bir değer olarak tanımlanmıştır.” İtirazınız neye?
“Hukuk devletinde mahkemeler, emir ve talimatla çalışmadığı gibi, dostluk ve düşmanlık duyguları ile de yönlendirilemez. Mahkemeler verdikleri kararların sonuçlarının doğurduğu üzüntü ve sevinçlerle de ilgilenmez. Bu duyguları gayet doğal kabul eder. Ancak, verilen kararlardan hukuk dışı sonuçlar çıkararak, Mahkeme mensuplarını itibarsızlaştırma gayretleri iyi niyetle izah edilemez.” Kötü niyetli değilseniz itiraz edemezsiniz buna.
“Amacımız sorun üretmek değil, sorun çözmek olmalıdır. Bir eylemin, işlemin veya yasama tasarrufunun, siyasi bir belge olan anayasaya göre, denetlenmesi nedeniyle ortaya çıkan Anayasa Mahkemesi kararının siyasi sonuçlar doğurması doğal bir zorunluluktur. Bu sonuçlara bakarak Anayasa Mahkemesi’nin siyasi amaçlarla hareket ettiğini söylemek ya da milli olmamakla suçlamak içeriği ve derinliği olmayan sığ eleştirilerdir.” Yargıç Kılıç son derece haklı beyler!
“2010 yılındaki anayasa değişikliğine kadar, Anayasa Mahkemesi’nin özgürlük, demokrasi, laiklik ve sosyal hukuk devleti konularındaki sınırlayıcı ve daraltıcı anlayışından mağdur olanların bugün, bireylerin hak ve özgürlük alanını genişleten, önündeki engelleri kaldıran, evrensel standartları hayata geçiren bir anlayışa dönüşmüş olan Mahkeme kararlarından rahatsızlık duymalarını yaşadıkları garip bir çelişki olarak görüyoruz. Bizler adil olmayı kutsal bir görev kabul eden bir medeniyetin mensupları olarak, gücün ve şartların etkisiyle gömlek değiştiren bir karakterin sahibi olamayız. Dün hak ihlaline uğrayanların nasıl yanında yer alınmışsa, bugün de kimliği, kişiliği, gücü ve rütbesi ne olursa olsun, hak ihlaline sebep olan herkesin karşısına, aynı adalet gömleğiyle çıkmaya devam edeceğiz.  Mahalle baskısı ile yargı mensuplarının görüş, düşünce ve kararlarının etki altına alınma çabaları, adaletin kutsallığına inanmış olanlar için geçerli değildir.” Bu tavra itiraz edilmez, bu net tavır ancak alkışlanır.
“Başkalarının haklarına sahip çıkmak bir insanlık erdemidir. Katılmasak da, hakkı ihlal edilenlerin yükünü paylaşmak, onurlu insan olma refleksinin doğal bir sonucudur. Demokratik ülkelerin gücünün yasaklara değil, özgürlüklere dayalı olduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir.” Onurlu insan olmanın sizde karşılığı yok mu yoksa?
Kusura bakmayın ama itirazlarınız sadece ve sadece demokrasiden, haktan, hukuktan nasipsiz, özgürlüklere duyarsız kimliğinizi ele veriyor. İşin gerçeği acınacak durumdasınız… 

English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_346291_tell-me-your-objection-and-i-will-tell-you-who-you-are.html

24 Nisan 2014 Perşembe

Türk tipi sempati atağı


Bu işler bu memlekette zaten hep böyle oluyor. Sırf doğru olduğu için değil. Sırf hak olduğu için değil. Sırf zaten yapılması gerektiği için değil. Olması, yapılması gereken şeyler, atılması gereken adımlar hep bir ihtiyaca, hep bir maslahata göre gerçekleşiyor. Çoğunlukla yapılanlar ilkeli olmanın, ahlaklı olmanın, erdemli olmanın, başkalarına saygılı olmanın, onlarla empati kurabilmenin ve mağduriyetlerine sempati besleyebilmenin veya gerçek bir demokratlığın gereği olarak değil, ihtiyaca binaen yapılıyor. Yine çoğunlukla yapılması gerekenler için, Türkçe’deki o taşı gediğine koyan ifade şekliyle “yumurta kapıya gelince” adım atılıyor. Dahası ve daha kötüsü bazen de yapılması gerekenler samimiyetle değil “yapılıyormuş gibi” yapılıyor.
Birinci Dünya Savaşı sırasında ve özellikle 1915’te yaşanan dramatik olaylara dair de bu gelenek hiç bozulmadı. Adam gibi oturup hakkın, hukukun, ahlakın, medeni olmanın gereği olan insani bir yaklaşım ve bütün tarafları en azından nispeten tatmin edecek kalıcı bir çözüm geliştirmek yerine, hep günü kurtarma peşinde olundu. Günü kurtarmak için de yine hep “yumurta kapıya gelince” hareket edildi. 23 Nisan günü Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı tarafından yapılan 1915 tehcir ve katliamlarında hayatını kaybeden Ermenilerin hala hayattaki çocuk ve torunlarına yönelik “acıları anlamak ve paylaşmak” vurgulu taziye mesajı da maalesef bu çerçevenin dışında değil.
Yine de hakkını teslim etmek gerekir. Başbakan Erdoğan imzasıyla Türkçe ve Ermeni dilinin iki lehçesi de dahil olmak üzere tam 9 ayrı dilde yayınlanan bu tarihi açıklama doğru yönde atılmış çok cesur bir adım. Ama ne kadar doğru yönde atılmış cesur bir adım olursa olsun neticede bir taktik hamle olmanın ötesine yine de geçemiyor.
Çünkü bu açıklama bir sorunun çözümü, tarihi bir yüzleşmenin gerçekleşmesi, hoşumuza gitse de gitmese de bazı hakikatlerin ortaya çıkarılmasını hedef almıyor. Tam tersine gelip kapımıza dayanmış bir büyük ve pratik sıkıntıyı bir süreliğine daha atlatma amacı taşıyor. Açıklamanın 23 Nisan günü, yani 24 Nisan “Ermeni Soykırımı Anma Günü”nün hemen arefesinde gerçekleşmiş olması bile bu tezi güçlendiriyor.
O 24 Nisan ki, başta ABD Başkanı Barack Obama olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde her yılın bugünü devlet başkanları, hükümetler ya da parlamentolar 1915 trajedisi ile ilgili açıklama üzerine açıklamalar yapıyor. Politik, diplomatik ya da ekonomik menfaatleri sebebiyle, Birinci Dünya Savaşı şartlarında gerçekleşen 1915 katliamlarını ve tehcirini bir “soykırım” olarak ifade etseler de etmeseler de bu olayları vicdanen bir “soykırım” olarak anmaya daha yakın durduklarını herkes biliyor. “Soykırım” yaklaşımına yakın duranlar arasında bu acıyı araçsallaştırarak pragmatik amaçlar peşinde olanların ya da başka sahalardaki sorunları sebebiyle Türkiye ile olan hesaplaşmalarını Ermenilerin bu büyük acısı üzerinden gerçekleştirmek isteyen ülkelerin, yönetimlerin ve çevrelerin de var olduğunu elbette not etmeliyiz.  
Bu yılın 24 Nisan’ı aslında görüp görebileceğimiz en kötü tecrübe değil. Çünkü, bugüne kadar olanlar Türkiye’nin kaçma ya da yok sayma şansına sahip olamayacağı “Ermeni Soykırımı”nın 100. yılı olarak anılacak olan 2015’te yaşayacağımız asıl depremin sadece öncü sarsıntıları niteliğinde. Başbakanlık’tan yapılan açıklamayla bu öncü sarsıntıların etkisi hafifletilebilir belki ama 365 gün sonra kapımıza dayanacak olan o kaçınılmaz deprem için bir çare olabileceği ihtimal dahilinde bile düşünülemez.
Bir başka açıdan bakacak olursak, Başbakan Erdoğan imzasıyla yayınlanan taziye mesajı aslında üzerinde hassasiyetle çalışılmış oldukça iyi ve duyarlı bir metin. O kadar ki, kim tarafından yayınlandığı bilinmeyerek okunmuş olsa bu metnin Başbakan Erdoğan tarafından yayınlanmış bir metin olabileceğini kimse tahmin edemez. Çünkü, kendisinin sebep olduğu ya da en azından sorumlusu olduğu acılara son derece duyarsız kalan, son dönemdeki söylem ve eylemleriyle toplumun farklı kesimleri arasına sürekli kin, nefret ve düşmanlık tohumları serpen bir Başbakan’ın bundan tam 99 yıl önce gerçekleşmiş büyük bir trajediye dair empati duyguları geliştirebileceğini tahmin etmek hiç kolay olmayacaktır. 34 vatandaşımızın öldürüldüğü Uludere/Roboski katliamına ve Gezi Parkı olayları sırasında yaşanan ölümlere karşı takınmış olduğu duyarsız tavrın sahibiyle, insani duyguların yoğun olduğu bu metni yayınlayan kişinin aynı kişi olduğunu inanmak gerçekten zor.
Halbuki bir başbakandan ulusal çıkarlar perspektifinden de olsa, şahsi politik çıkarları çerçevesinde de olsa ilkesel ve ahlaki temeller üzerine uzun soluklu stratejiler geliştirmesi büyük bir doğallık içerisinde beklenebilir. Ama bizim vakamızda durum pek öyle değil. Bunun için de günü kurtarmaya amade bir taktik adımların adamı profili çizen Başbakan Erdoğan’ın bu son açıklamasının amacını iyi tahlil etmek lazım. Özellikle bu girişimin bir boyutunun da Ermenilerin acılarını paylaşmaktan ziyade uluslararası camiada yıpranan imajını düzeltme amacına matuf olduğunun altını çizmek gerekir. Bir imaj çalışması olarak da değerlendirilebilecek bu çıkışla Başbakan Erdoğan’ın geçici etkili bir Türk tarzı “sempati taarruzu – charm offensive” başlattığı bile söylenebilir.
Tamamen planlı bir “sempati taarruzu” amaçlı dahi olsa bu tarihi adım elbette ki konjonktürel manevi değerinden bir şey kaybetmez. Ama bu durum, ciddi bir samimiyet sorununu da tüm çıplaklığıyla gündemimize taşımaktan geri durmaz. Kendi ülkesinde kendi halkının farklı kesimlerinin hak ve hukukunu hiçe sayan, demokratik kurum ve kuralları sürekli yok sayarak inat ve ısrarla keyfi bir idare kurmaya çalışan, eline geçirdiği güçle kendisi gibi düşünmeyen kim varsa ezmeye çabalayan bir despotik anlayışın münferid olumlu çıkışının elbette ki samimiyeti ve iyi niyeti sorgulanmalıdır.
Eline geçirdiği iktidar imkanlarını temel insan hak ve özgürlüklerini, demokrasiyi ve hukuku hiçe sayarak bir baskı aracına dönüştürmek suretiyle etkisi on yıllarca sürecek köklü sosyo-politik sorunların oluşmasına yol açan bir baskıcı liderin, bundan 100 yıl önceki bir trajediden kaynaklanan ciddi bir sorunu çözecek samimi adımlar atabileceğini sanmak, aslında çok büyük bir naiflik olur.
Artık kendisinden hak, hukuk ve özgürlüklere saygı beklenmediği gibi bir daha asla demokratlık da beklenemeyecek bir siyasal figüre dönüşen Başbakan Erdoğan’ın bir nevi karakteri haline dönüştürdüğü anti-demokratik tavırlar, ne esef vericidir ki, Ermeni acılarına dair imzaladığı metni de anlamsızlaştırma potansiyeli içeriyor. Kaldı ki, Başbakan Erdoğan’ın bugüne kadar tek tek kaybettiği tüm samimiyet sınavları ortadayken, şimdi samimi olacağına dair ortada herhangi bir karine de bulunmuyor.
İlla ki bir samimiyet beklenmesi gerekiyorsa, konjonktürel bir ihtiyaca binaen, görüntüde de olsa, “Ermeni açılımı” sayılabilecek cesur bir işe imza atan Başbakan Erdoğan’dan, ancak politik hesaplarla giriştiği Kürt sorununun çözümü sürecinde takındığı “siyaseten kazandırdığı kadar adım atma” taktiğinde olduğu kadar samimiyet beklenebilir. Ya da seçimler öncesinde vaat ettiği demokratik bir sivil anayasayı yapmak yerine sınırsız ve kuralsız bir iktidara ulaşmak için neler yapmayı göze alabildiği iyice analiz edildikten sonra ancak bir beklentiye girilebilir. Belki bu son girişimden de, hakkında birçok çalıştay yaptırdığı halde, kendisine siyaseten bir kazanç getirmeyeceğini düşündüğü için, Alevi sorununu çözüm çabalarını tamamen toprağa gömen akıbet gibi bir sonuç beklemek gerekir. Veyahut onlarca defa vaat ettiği halde Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasını Atina’yla bayağı bir pazarlığa dönüştürmesi kadar kendisinden sahih bir samimiyet umulabilir.
Diyeceğim o ki, hak-hukuk tanımaz antidemokratik bir kişilik geliştiren bir liderden; inat ve ısrarla sürdürdüğü nefret söylemiyle sürekli düşmanlaştırdığı kesimlere karşı sosyo-kültürel ve ekonomik soykırıma varan linç kampanyaları düzenleyen bir liderden; her geçen gün daha da artırdığı bir dozla kin kusarak büyük toplumsal sorunlara yol açan bir liderden beklentileri düşük tutmakta büyük fayda var. Çünkü, içinde yaşadığımız günün büyük trajedilerine kaynaklık eden bir kişilikten tarihi bir trajediye dair çözüm beklemek sadece ve sadece yeni ve onulmaz hayal kırıklıklarıyla sonuçlanır. 

English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_346055_charm-offensive-a-la-turca.html


Teori ile tecrübe arasında diktatörlük

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) 23 Nisan 1920’de açılışını esas alacak olursak Türkiye’nin modern tarihi tam 94 yıldır gerçek bir demokrasiye ulaşma serüveni olarak karşımıza çıkıyor. Bu tarihi Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerine damgasını vuran 1876 tarihli 1. Meşrutiyet, 1908 tarihli 2. Meşrutiyet’e kadar götürmek de mümkün.

Nereden bakılırsa bakılsın çarşamba günü itibarıyla en az 94 yıldır demokrasi olma çabası içerisinde olan Türk halkı acaba bu hedefine ne kadar ulaşabildi? Tam 94 yıl önce Meclis duvarlarını süslemeye başlayan “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sloganı ne kadar gerçekleşebildi? Başta ilk Meclis Başkanı ve Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere bu ülkeyi yönetme iktidarını ele geçirenler bu ilkeye ne kadar sadakat gösterebildi? Mesela, “Milli Şef” unvanıyla anılan İsmet İnönü’yü bir “demokrat lider” olarak tanımlamak mı tarihi gerçeklere daha uygun olur yoksa birçok Avrupalı muasırı gibi su katılmamış bir “diktatör” olarak tanımlamak mı?
  
Uluslararası şartların zorlamasıyla yapılan çok partili seçimlerde halkın iradesiyle iktidara gelen Demokrat Parti ve lideri Adnan Menderes’in iktidarda kaldığı 10 yıl boyunca ülkeye sahici bir demokrasi tecrübesi yaşattığını söylemek imkânı ne kadardır? 27 Mayıs 1960 darbesi sonrası kurulan rejim, bir ucunu demokrasinin diğer ucunu diktatörlüğün oluşturduğu sarkaçta size göre hangi uca daha yakındır? 12 Mart 1971 askeri muhtırasıyla topluma ve siyasete yeni bir şekil verme girişimi, 12 Eylül 1980 askeri darbesi ve akabinde yapılan ve bugün hâlâ kurtulamadığımız 1982 Anayasası’nı Türkiye’nin demokrasi tecrübesine mi, yoksa dikta tecrübesine mi dahil etmek daha uygun olur?
  
Öte yandan, 28 Şubat 1997 tarihinde başlayan ve generaller tarafından 1000 yıl süreceği vaat edilen post-modern askeri darbenin klasik diktatörlüklerden farklarını saymak çok kolay bir iş olmasa gerek. Söyler misiniz 27 Nisan 2007 e-muhtırası demokrasi-dikta sarkacının neresine düşer? 2002 seçimleri sonrası sarkacın demokrasi tarafına koyduğu ağırlıkla değer kazanan AKP tecrübesine ne demeli peki? Bu siyasal kadro ilk iki döneminde gerçekleştirdiği demokratikleştirici performansıyla mı tarihteki yerini alacak yoksa son birkaç yıldır önceden yaptıklarını da silip daha da kötüye götüren faaliyetleriyle, yani sarkacın diktatörlük ucuna doğru yaklaşan performansıyla mı? Son birkaç yıldır yaşadığımız can sıkıcı tecrübeyi ileride demokrasi mücadelesinin kaçınılmaz bir evresi olarak mı hatırlayacağız, yoksa bu dönem yeni ve zalim bir diktatorya kurulurken yaşanması gereken bir fasıla olarak mı tarihe geçecek?
  
Yaşanmış acı-tatlı tecrübelere dayalı bu sorular elbette bir gün mutlaka cevabını bulacaktır. Ama bu cevabın illa da zaman içerisinde netleşmesini beklemek gerekmiyor. En azından son dönemde yaşamakta olduğumuz acı tecrübelerimizi alıp bu konuda geliştirilen teorinin oluşturduğu bir çerçeveye yerleştirerek aslında Türkiye’nin mevcut politik sisteminin ne olup ne olmadığını şimdiden anlayabiliriz. Nasıl mı? Kolay… Bunun için Fathali M.Moghaddam’ın 3P Yayıncılık tarafından Türkçeye kazandırılan “Diktatörlüğün Psikolojisi – The Psychology of Dictatorship” kitabının İran, Çin, Rusya vb. ülkelerdeki tecrübelere dayanarak ortaya koyduğu teorik çerçeveyi kullanmamız yeterli. Yapılması gereken en sağlıklı şey, elbette bu kitabı bulup okumaktır. Ama ben bu değerli kitaptan bazı alıntılar yaparak Türkiye’de şu an yaşanmakta olanlarla mukayesesini ve bir demokrasi mi olduğumuz yoksa bir diktatörlüğe doğru mu yol aldığımızın teşhis ve analizini sizlere bırakacağım.
  
Moghaddam, kitabında, diktatörlüğü ve demokrasiyi belli kategorilere ayırmak yerine, her iki kavramı bir sarkacın iki aşırı ucu olarak değerlendirmeyi tercih etmiş. Ona göre, toplumlar bu sarkacın salınım çizgisi üzerinde farklı yerlerde bulunurlar. Bazıları katıksız diktatörlüğün yakınında iken, bazıları da saf demokrasiye yakın dururlar. Fakat toplumlar durağan değildirler ve devamlı değişirler. Bu nedenle, diktatörlük-demokrasi arasında gidip gelen bu sarkacın izlediği çizgideki yerleri bazen değişebilir ve kimi değişimler dramatik sonuçlar doğurur. Toplumların diktatörlük-demokrasi sarkacının iki ucu arasında sürekli gidip geliyor olmalarının kitabının en önemli mesajlarından biri olduğunu söyleyen Moghaddam, şu çarpıcı tespitte bulunuyor: “ABD gibi kapitalist demokrasiler de dahil tüm toplumlar her an diktatörlüğe kayabilirler.”

Moghaddam’a göre, diktatörlüklerde bağımsız yasama ve yargıdan söz edilemeyeceği gibi, geçerli olan kanunlar toplumsal isteklere kulak tıkayarak sadece diktatörün ya da hizipleşmiş hakim grubunun ölçüsüz isteklerine kulak verir. Eğitim sistemi, basın, haberleşme ve bilişim sistemleri üzerinde eşi görülmemiş bir kontrol hatta sansür olduğu gibi, toplumun hareketleri de rejimin ayakta kalmasını sağlayacak şekilde kontrol altında tutulur.
Bir diktatörlüğün ortaya çıkmasını üç fasılaya ayıran yazar, bu fasılalardan ilk ikisinin diktatörün ortaya çıkmasını sağlayan sıçrama tahtası vazifesini gördüğünü söyler. Bu fasılaları şöyle sıralar: a) Halkın diktatörü desteklemesi için tehditleri abartmak, b) Diktatörü, toplumun karşı karşıya olduğu güncel sorunların çözümü olarak yüceltmek, c) Fırsatçı bir liderin çıkıp kendisini diktatörlüğe taşıyacak bu sıçrama tahtasını kurup kullanması.   
Moghaddam, bu şartlarda, “Ortada halkın çoğunluğunun onayı olmadan gücü eline geçirip hükmetmeye heveslenen ve buna muktedir olan bir diktatör adayı bulunması halinde diktatörlük mümkün olabilir,” der. Tıpkı Sovyet diktatörlüğünün Stalin’e ve Nazi Almanya’sının Hitler’e ihtiyacı olması gibi… Yazar şöyle devam eder: “Diktatörlüğü ve diktatörü yaratan ortam, birbirine bağlı ve karşılıklı ilişki içerisindeki şartlardan doğar. Bir diktatörlüğün yaratılması için gereken şartlar hazır olabilir, ancak ortada fırsatlardan faydalanmayı bilen çıkarcı bir diktatör yoksa diktatörlüğün gerçekleşmesi mümkün olamaz.”
   
Kitabında hedef gruplara yöneltilen saldırganlığın yanı sıra kurgulanmış ve abartılmış dış tehditler taktiğini inceleyen Moghaddam, şöyle der: “Bu taktik, milliyetçiliğin ve savaşçı siyasetin -militarizm- yanı sıra ortak çıkar gruplarının kaynaşmasıyla da ilişkilidir. “Bakın düşman kapımızda!” korkusunun sürekli taze tutulduğu aşırı milliyetçilikle ve militarizmle beslenen bir atmosferde, kurallara körü körüne riayet ve boyun eğme davranışları had safhaya çıkabilirken, bireyler arzu edilen toplum tablosuna uymaya zorlanabilirler. Diktatör ve yandaşları, saldırıları “ötekiler” olarak tanımladıkları hedeflere yönlendirme stratejisi olarak, sürekli dış ve iç düşmanlar yaratırken, toplumu kendi yönetim şekillerine uygun bir hizaya gelmeye zorlarlar.”
  
Moghaddam’a göre, tüm diktatörlüklerin özünü oluşturan ana davranışlar, kayıtsız şartsız “itaat ve uyum”dur. İtaat şeklindeki davranış halkın kurallara kayıtsız şartsız uymasıyla ortaya çıkarken, uyum gösterme gerçek ya da hayali grup baskısı karşısında yükselen bir davranış şeklidir.
  
Araştırmaların otoriter kişilerin kendileri dışındaki gruplara karşı fazlasıyla önyargılı olduklarını ve farklı görüşlere sahip olanları tehdit olarak algıladıklarını ortaya koyduğunu söyleyen Moghaddam şunu söyler: “Kapalı toplumlar üzerine araştırmalarda öne çıkan bir tema ise psikolojik kapanma ihtiyacında şekillenen dar görüşlülük -bağnazlık- olagelmiştir. Bağnazlar, soruları cevapsız bırakmak ya da diğer cevaplara ihtimal vermektense duymak istedikleri cevabı duymayı tercih ederler.”
  
Moghaddam’a göre küreselleşmenin açık görüşlülüğü getireceğine ve demokrasiyi yaygınlaştıracağına dair yaklaşımlar da bir yanılsamadan ibarettir. Bu beklentinin, tüm dünyada demokratik kapitalizme doğru bir yürüyüş başlayacağı varsayımı ile aynı çizgide olduğunu kaydeden yazar, bunların naif öngörüler olduğunu söyler. Çünkü tarihte “değişim yönünün kaçınılmazlığı” diye bir şey yoktur.
  
Diktatörlüğü kişisel bir davranış tarzı olmaktan ziyade politik bir sistem olarak ele alan Moghaddam, bazı büyük bilim insanlarının ve düşünürlerin bile ellerine fırsat geçtiğinde birer küçük diktatöre dönüştüklerinden bahseder. Öte yandan diktatörlüklerde ideolojilerin, çok dikkatle tanımlanması gereken, yaşamsal öneme sahip bir rolü olduğunu kaydeden yazar, “Egemen güçleri meşru kılan sahte bilinç ve sahte ideolojiler, diktatörlüklerde güçlü elitin üyelerini bir arada tutmak açısından büyük önem taşırlar… Diktatörlüklerde ideolojinin rolü, yöneten elitleri sıkıca kaynaştırmak, adeta tek vücut haline getirmektir ki böylece toplumu kontrol altında tutmak için kaba güç kullanırken yaptıklarını meşru ve haklı görebilsinler,” saptamasında bulunur.
  
Diktatörlüğün dayandığı güçlü elitin ortak bir ideoloji çevresinde şekillenen kenetlenme ve dayanışma sayesinde ayakta durduğunun altını çizen Moghaddam, diktatörlüğü çökertmenin yolunun da aynı yerden geçtiğini söyler. Bu yolu şöyle tarif eder: Bir karşı elit yaratılmasına destek olarak iktidar elitinin ideolojik kenetlenmesine meydan okuyan, iktidar elitinin tabakalarını ayırıp uzaklaştıracak her yol mutlaka denenmelidir.
  
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışının 94. yıldönümünde diktatörlükten bahsetmek gerçekten çok acı bir durum. Ama bu acı veren durumun tüm utancı, daha fazla demokratikleşme umudu verdikleri toplumun kendilerine bahşettiği iktidar imkânını günbegün otoriterleşerek heba edenlere ait. Moghaddam’ın kitabında alıntıladığı Shakespeare’in aşağıdaki dizesi, ne tuhaftır ki, ülkemizin içinde bulunduğu büyük hayal kırıklığını da ifade eder niteliktedir:
    En tatlı şeyler ekşir kötü işler yaparak;
    Ottan çok daha iğrenç kokar çürüyen zambak.

http://www.zaman.com.tr/yorum_teori-ile-tecrube-arasinda-diktatorluk_2212704.html 

English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_345872_dictatorship-in-between-theory-and-practice.html