1 Şubat 2016 Pazartesi

Rejim ihracı, Selam-Tevhid, casusluk ve ters-yüz stratejisi

1979 yılında gerçekleşen İran Devrimi, tıpkı 1789 Fransız Devrimi, 1917 Bolşevik Devrimi gibi evrensel bir devrim olma iddiasında idi. Böyle bir abartılı anlayışla hareket eden İranlı devrimciler, doğal olarak, başka ülkelerde de devrimlerinin ve rejimlerinin model alınarak tekrarlanması arzusunu taşıyorlardı. Devrim sonrası kurulan teokratik rejimin temel hedeflerini belirleyen İran Devrimi’nin lideri Humeyni, bir taraftan ülke içinde Şiiliğe dayalı teokratik bir düzen kurmaya çalışırken, diğer taraftan da bu rejimi diğer İslam ülkelerine ihraç etmeyi amaçlamıştı. Humeyni’nin devrimci rejiminin belli başlı milli hedeflerinden biri haline gelen bu politika çerçevesinde, baskıcı bir laiklik anlayışını benimseyen Türkiye başta olmak üzere, İran devrimi ve rejimi diğer İslam ülkelerine ihraç edilmeye çalışılmıştı.
            Devrim ve rejim ihracı ağırlıklı olarak basın-yayın, propaganda ve kültürel faaliyetler kılıfı altında gerçekleşse de, şiddeti yol olarak benimsemiş yıkıcı ve bölücü radikal terör örgütlerinin kurulmasını ya da halihazırda var olan bu tür örgütlerin desteklenmesini kendisine bir yöntem olarak seçmişti. Bu bağlamda Endonezya’dan Filipinler’e, Körfez ülkelerinden Kuzey Afrika’ya uzanan çok geniş bir coğrafyada bazı muhalif hareketlerin yanı sıra radikal İslamcı terör örgütlerinin desteklenmesi yoluna da gidilmişti.
            Hiç şüphesiz ki İran’ın oldum olası bir bölgesel rakip ve ideolojik hasım olarak gördüğü Türkiye Cumhuriyeti Humeyni rejiminin bu devrim ve rejim ihracı çabalarından en fazla payını alan ülkelerden biri olmuştu. Radikal İslamcı terör örgütü Hizbullah ve konjontürel ihtiyaçları çerçevesinde desteklediği terör örgütü PKK başta olmak üzere bir çok terör örgütü ya da yıkıcı radikal İslamcı grup İran’ın kendisine rakip ve hasım gördüğü rejimleri yıkma ve buralara kendi rejimini ihraç etme politikası çerçevesinde Tahran tarafından desteklenmiştir.
            Bu destek, ağırlıklı olarak gayr-i resmi devrimci kuruluşlar üzerinden yürütülmesine rağmen “Devrim Muhafızları” bünyesinde yurtdışında faaliyet göstermek üzere oluşturulan “Kudüs Ordusu” gibi belirli bir alenilik içerisinde hareket edenlere de rastlanmştır. Türkiye’ye yönelik heyecanlı bir devrimci ütopizmin etkisi altında yürütülen faaliyetlerin temel amacı, radikal İslamcı grupları kullanarak siyasi cinayetler işlemek, bombalı saldırılar düzenleyerek toplumda bir kaos ortamı oluşturmak ve bu ortamdan yararlanarak mevcut anayasal düzeni silah zoru ile değiştirip İran rejimine benzer bir teokratik devlet kurmaktı. İran’ın devrimden henüz birkaç yıl sonra bu yöndeki faaliyelerini iyice somutlaştırdığı ve bu amaç doğrultusunda ciddi yol aldığı görülmektedir. 1985 yılına gelindiğinde bu sistematik çabaların devrimci örgütsel yayınlar ve zemin kazanan terör faaliyetleri şeklinde kendisini gösterdiği görülmektedir.
            Türk Emniyeti’nin resmi kayıtlarına göre, Hizbullah ve benzeri radikal terör örgütlerinin yanı sıra Selam Tevhid Kudüs Ordusu yapılanmasının da ilk izlerine bu yıllarda rastlanmıştır. Buna göre, önce başka isimler altında çıkan dergiler ve daha sonra Selam Gazetesi çevresinde oluşturulan ilişkiler ağı üzerinden yapılandırılan “Selam Tevhid Kudüs Ordusu”, Türkiye toprakları üzerinde İran benzeri bir teokratik devlet kurmayı hedefini sürdürmüştür. Örgütün bu amacı Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet başsavcısı tarafından hazırlanan 1999/648 hazırlık 2000/158 Esas no, 2000/111 sayılı iddianamede kanıtlarıyla gözler önüne serilmiştir.
            Gazeteci Uğur Mumcu, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, Prof. Dr. Bahriye Üçok, Prof. Dr. Muammer Aksoy gibi laik kimlikli isimlere ve bir çok diplomat başta olmak üzere en az 18  kişiye yönelik suikaste adı karışan Selam Tevhid Kudüs Ordusu’nun bir terör örgütü olduğu ise en üst yargı makamları tarafından onaylanarak tescil edilmiştir. 2000 yılında yapılan Umut Operasyonu’yla hücreleri çökertilen örgüt hakkında Yargıtay 2002, 2006 ve 2013 yılında aldığı kararlarla bu yapının şüphe götürmez bir şekilde terör örgütü olduğunu onamıştır. Yani Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın dediği gibi bu terör ve casusluk örgütü ‘Girerken selam vermişler, çıkarken vermemişler’ diye sulandırılabilecek basitlikte bir örgüt değildir. Öyle olmadığı için de Bozdağ’ın bu örgütü aceleyle sulandırma motivasyonunun kaynağı çok ciddi bir merak konusudur.
            Malum olduğu üzere zaman ilerledikçe devrimci heyecanı küllenen, ülkenin pratik ve pragmatik ihtiyaçlarından dolayı uluslararası topluma dönme ihtiyacıyla muhataplarını açıktan rahasız etmemeye daha fazla hassasiyet gösteren İran rejimi, devrimin ilk yıllarında neredeyse açıktan yürüttüğü rejim ve devrim ihracı faaliyetlerinde hız kesmiştir. Bununla birlikte İran rejimi, daha önce devrim ve rejim ihracı için örgütlediği bu yapıları hemen tasfiye etmemiştir. Tam tersine bu örgütleri ve yapılanmaları başka amaçlar için kullanır hale gelmiştir. Bu amaçların başında hiç şüphesiz ki İran lehine casusluk faaliyetleri gelmektedir. Bahsettiğimiz şey belli belirsiz türden bir nüfuz casusluğundan ibaret olmayıp, ülkenin güvenliğine ve milli çıkarlarına dair stratejik bilgilerin peşinde olunan konvansiyonel casusluktur.
            Bilindiği gibi post-modern askeri darbe süreci olarak bilinen 28 Şubat 1997’da alınan anti-demokratik MGK kararlarını tetikleyen Ankara’nın Sincan Belediyesi tarafından düzenlenen tartışmalı Kudüs Gecesi’dir. Dönemin İran Büyükelçisi’nin de katılarak kışkırtıcı bir konuşma yaptığı Kudüs Gecesi’nin organizasyonunda bu örgütün izlerine rastlamak ise şaşırıtıcı olmamıştır. İşte bu örgütün 2002’den bu yana AKP’li çevreler içerisindeki bağlantılarını kullanarak devletin derinliklerine ulaştıkları, en hassas kurumlarına kadar kolayca sızdıkları ve bu yolla İran lehine casusluk faaliyetlerine hız verdikleri anlaşılmıştır. 17/25 Aralık 2013 yolsuzluk ve rüşvet sklandalından sonra yaşanan gelişmelerden anlaşılabildiği kadarıyla emniyet birimlerinin ve adli mercilerin hukuk çerçevesinden ve tamamen yetki ve sorumlulukları dahilinde yürüttükleri soruşturmalarla bu örgütün erişimini, çapını ve etkinliğini anlamaya çalıştıkları ve bu konuda çok önemli somut kanıtlara ulaştıkları görülmüştür. 
            Ancak, tıpkı hükümet üyelerinin 17/25 Aralık 2013 rüşvet alırken, yolsuzluk ve hırsızlık yaparken suçüstü yakalanma vakasında olduğu gibi Erdoğan hükümeti bu soruşturmayı öğrenince de büyük bir paniğe kapılmış, vatana ihanet unsurlarının takibiyle elde edilmiş somutve hukuki kanıtlarla dolu olduğundan şüphelendikleri bu soruşturmayı derhal kapattırmıştır. Darmadağın ettiği yargı sistemi üzerinden bu soruşturmayı sadece kapatmakla kalmamış, Selam Tevhid Kudüs Ordusu’nın casusluk faaliyetlerine dair yürütülen soruşturma sürecini de ters yüz etmiştir. Hukuk çerçevesinde yürütülen bu soruşturmalarda yer alan savcıları, hakimleri, askerleri ve polisleri oluşturduğu mahkemeler sayesinde tutuklatarak hepsini “hükümete darbe” yapmakla suçlamıştır. İran lehine casusluk yaptıkları hukuki takipler ve somut kanıtlarla ispatlanan etkin isimlerin hukuk çerçevesinde soruşturulmasının neden “hükümete darbe” olacağı sorusu ise hala havadadır. 
            Erdoğan’ın yakın çevresinden bazı kişilerin ve hükümetin önemli isimlerinin de adının karıştığı Selam Tevhid Kudüs Ordusu soruşturması, medya imkanları kullanılarak yapılan “7000 kişi dinlenildi” gibi sistematik yalan haberlerle sulandırılmış ve Erdoğan’ın oluşturduğu proje mahkemeler kullanılarak bu soruşturma da apaçık suçluların korunup, suçluları soruşturanların soruşturulduğu bir davaya dönüştürülerek ters yüz edilmiştir. Tıpkı 17/25 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmasında, GDO’lu prinç kaçakçılığı soruşturmasında, BM’nin uluslararası terörü destekleyenler listesinde yer aldığı dönemde Erdoğan’ın himayesinde Türkiye’ye defalarca gelen Yasin el-Kadı soruşturmasında, Suriye’deki radikal örgütlere yasadışı silah taşıyan MİT tırları soruşturmasında, el-Kaide bağlantılı Tahşiyeciler Grubu’na yönelik yürütülen soruşturmada, Türkiye’deki el-Kaide ve IŞİD bağlantılı gruplara yönelik yürütülen pek çok soruşturmada olduğu gibi Selam-Tevhid Kudüs Ordusu’na yönelik soruşturmada görev alan savcılar, hakimler, askerler ve polislerin yanı sıra bu konuda yazılar ve haberler kaleme alan gazeteciler de “hükümete karşı darbe yapmak”la suçlanmış, tutuklanmış ve hapse atılmışlardır.
            Ne olduğuna kısaca değindiğim “Selam Tevhid Kudüs Ordusu”nun Türkiye’deki faaliyetlerini soruşturdukları için tutuklanarak hapse atılan emniyet mensupları, tutuklanmalarından bu yana geçen tam 18 ay sonra, nihayet pazartesi günü İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde hakim karşısına çıktılar. İranlı casuslar, onların hükümet ve devlet içerisindeki üzt düzey bağlantıları ellerini kollarını sallayarak serbestçe dolaşırken, belki de casusluk faaliyetlerine tüm hızlarıyla devam ederken, ülkenin milli güvenliği için bu ihanet faaliyetlerinin peşine düşen kamu görevlileri ve bu konuda haber yapanlar hiçbir somut kanıt gösterilmeden “hükümete darbe yapmak” suçundan yargılanıyorlar. Hukuktan ve yargıdan kaçmakla kalmayıp kendi hukuksuz yargısını oluşturan Erdoğan Rejimi’nin adaletten anladığı bu olsa gerek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder