1 Ocak 2015 tarihinde
Today’s Zaman için kaleme aldığım, Türkçesini ise şahsi bloğumda yayınladığım yıllık
değerlendirme yazısında 2014 yılının temel sorunlarını analize gayret etmiştim.
Yazının ana tezi olarak tek-adam rejimi peşinde koşan Erdoğan’ın Türkiye’nin en
büyük sorunu haline geldiğini, bu hale gelmesinde ise en büyük sorumluluğun Anayasa’da
tanımlanmış başbakanlık yetkilerine sahip çıkma iradesini gösteremeyen
Davutoğlu’na ait olduğunu işlemiştim. Eleştirel ifadelerim belki sert ve köşeli
olabilir ama söz konusu yazıda o güne kadar ne gördümse onu yazmaya
çalışmıştım.
Maalesef, 2015 yılı
boyunca ikili arasında yaşananlar ve ülkeye yaşattıkları o yazıdaki görüşlerimi
sadece doğrulamakla kalmadı, daha da güçlendirdi. Ama bu ülkede haklı olmak,
doğrulanmak hiçbir şeyi değiştirmiyor. Tam tersine başınızı beladan belaya
sokuyor. Benim de öyle oldu.
Tıpkı gölgesinden bir
türlü çıkamadığı Erdoğan’ın muhaliflerine karşı bir sansür, yıldırma, sindirme
ve susturma yöntemi olarak kullandığı gibi farklı mecralardaki eleştirilerimden
dolayı hakkımda birçok dava açan Davutoğlu, bu yazım hakkında da hapse atılarak
cezalandırılmam talebiyle derhal bir hakaret davası açmıştı.
İfade ve basın özgürlüğünü
evrensel demokratik kriterlere uygun olarak düzenleyen ilgili AİHS maddeleri ve
bu konudaki AİHM kararları çerçevesinde asla suç olmayacak yazımdaki eleştirel
düşüncelerden dolayı yargılandım. Bağımsızlık ve tarafsızlık açısından nasıl
bir durumda olduklarını özel olarak anlatmaya gerek duymadığım bir mahkeme
tarafından 1 Şubat 2016 günü 354 gün hapis cezasına çarptırıldım. Nispeten
insaflı olmalı ki mahkeme bu cezayı günde 20 TL üzerinden 7080 TL’lik para cezasına çevirdi. Yeniden hapse atılma opsiyonunu açık
bırakmak ve “aynı suçu” işlememem şartıyla hükmün açıklanmasını 5 yıl erteledi.
Yani o yazıdaki basit
eleştirilerimden dolayı şimdilik hapse girmedim. Mahkeme masrafları dışında
kalan 7080 TL’lik para cezasını da şimdilik ödemem gerekmiyor. Ama kim bilir belki
şu an bile bu satırları yazmak suretiyle “aynı suçu” işleyerek tekrarlamış olabilirim.
Neyin suç olup olmadığını hukukun belirlemediği, kimin keyfi şekilde
cezalandırılacağına muktedirlerin bir işaretinin yeterli olduğu bir iklimde ceza
almak açıkçası çok da önemli değil. Hem mademki asıl amaçları en basit eleştiriye
bile bu türden saçma sapan davalar açarak gazetecileri, aydınları ve halkı
sindirmek, o zaman bizlerin üzerine düşen görev de her türlü riski göze alarak
yanlışlara yanlış, zulümlere zulüm demeye ve hukuksuzlukları, hırsızlıkları,
yolsuzlukları, keyfilikleri eleştirmeye devam etmektir.
Bu
haksız ve hukuksuz cezanın tek iyi tarafı varsa o da hiçbir anayasal sınırı
tanımayan, hiçbir demokratik teamüle uymayan ve güçler ayrılığı sistemini kasti
bir şekilde tarumar eden Erdoğan karşısında Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun
muhteşem iradesizliğini yeniden düşünmeme vesile olmasıdır. Hala geçerli olan parlamenter
demokratik sistem çerçevesinde konumları, yetkileri ve sorumlulukları Anayasa
tarafından çok net bir şekilde tanımlanmış olduğu halde Erdoğan’ın adeta bir
diktatör gibi davranmasına olanak veren zeminin Davutoğlu’nun iradesizliğinden
kaynaklandığına dair görüşüm geçerliliğini bugün de ve üstelik güçlenerek
koruyor. Ama yine de insan bir siyasal fantezi kabilinden Davutoğlu gibi bir
şahsiyetten “bir sürpriz gelir mi acaba?” diye beklemeden de edemiyor.
Hem
hazır AKP’nin kurucu babalarından Bülent Arınç geç de olsa, az da olsa, ürkek
de olsa Erdoğan diktasına karşı sesini şöyle bir hafiften yükseltmişken bir
benzerini neden Davutoğlu yapmasın ki? Mesela, arkasında pek de hoş olmayan
izler bırakarak kaçak göçek davranmak yerine Türk siyasi tarihinde öncülü olan
bir davranışı neden tekrarlamasın? Fantezi bu ya, mesela, Erdoğan’ın anayasa
gereği başkanlık ettiği bir MKG toplantısı ya da keyfi bir şekilde başköşeye
oturduğu bir bakanlar kurulu toplantısı sırasında Davutoğlu, anayasal
sınırlarını etkili bir şekilde hatırlatmak için anayasa kitapçığını Erdoğan’a
neden fırlatmasın?
Sınır tanımayan
ihtiraslarına ulaşmak için sergilediği pervasız tavırlarıyla Erdoğan’ın sadece Anayasayı
veya demokratik parlamenter hukuk devletini değil kendisinin iradesini ve hatta
şahsiyetini de paçavraya çevirdiğini engin birikimiyle Davutoğlu hiç görmüyor
olabilir mi? Farkında olduğu halde bu acıklı durumuna nasıl tahammül
edebiliyor, doğrusu ben hiç anlayamıyorum.
Biliyorum 19 Şubat 2001
tarihli MGK toplantısında DDK konusunda ve büyük ölçüde haksız bir zeminde
dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e
karşı yaptığı şeyin bir benzerini, çok haklı bir zeminde dahi olsa, Davutoğlu’ndan
beklemek neredeyse imkansız. Güneydoğu’da iç savaşa, Ankara’da kaosa, tıpkı 2001’deki
gibi ekonomide büyük bir yıkıma ve toplumda güçlü bir sosyal patlamaya doğru
koşar adım gidildiği şu şartlarda böyle bir çıkışa oysa ne kadar da ihtiyaç
var.
Hep söylendiği gibi
olağandışı şartlardan ancak olağandışı yöntemlerle çıkılabilir. Mevcut
olağandışı şartlar mademki çok büyük ölçüde Erdoğan’ın sınır tanımayan
ihtiraslarından ve demokratik nezakete uymayan tavırlarından kaynaklanıyor, öyleyse
Erdoğan’ın şu ya da bu yöntemle zinhar kendi Anayasal sınırlarına çekilmesini
sağlayacak meşru olmakla birlikte olağandışı bir hamle şart. Şüphesiz ki, zaten
her açıdan perişan durumda olan ülkeye daha fazla bedel ödetmeyecek olağan ya
da olağandışı bir yöntem bulmak gerekiyor.
Anayasa’da ve parlamenter
sistem içerisinde kendisine tanınan müthiş yetkilere rağmen sergilediği acıklı iradesizliğine
dair yazdıklarımdan dolayı Davutoğlu, bana ister yeni davalar açar, isterse
açmaz. Bu tamamen kendisinin bileceği ve karar vereceği bir durum. Ama
unutmasın ki böyle devam ederse, bütün sosyal bilimciler gibi çok sevdiğini
bildiğim tarih bir gün bu dönemde yaşananları yargılamaya başladığında Türkiye Cumhuriyeti
başbakanları arasında Davutoğlu’nu ne kendisinin, ne çocuklarının, ne de
torunlarının hiç de memnun kalmayacakları ve asla gurur duyamayacakları ayrı
bir kategoride ele alacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder