9 Şubat 2016 Salı

Suriye politikasından geriye kalan


Suriye’deki insanlık trajedisinin başlamasının üzerinden 5 yıl geçti. AKP hükümetleri ve Erdoğan rejiminin başat rol oynadığı gelişmelerde maalesef yapılan bütün varsayımlar çöktü. Kendi halkına karşı silah kullandığı için tam beş yıl önce meşruiyeti tartışmaya açılan Esed rejiminin haftalar içinde yıkılacağına dair sığ öngörülerin stratejik derinlikten tamamen yoksun olduğu görüldü. Sadece kan ve acı üreten bu 5 yıl içerisinde Suriye’deki trajedi bir ülkenin iç savaşı olmaktan çıktı ve önce bir bölgesel krize, sonra da hızla bir küresel soruna dönüştü. Hal böyle olunca sonu hala belli olmayan Suriye’deki savaştan geriye ne kaldığına şöyle bir bakmak şart oldu.
            Her şeyden önce maalsef şunu söylemek gerekir ki, Suriye’deki savaşın en büyük mirası bu krizin daha da derinleşerek ve tehlikeli bir şekilde kapsamı daha da genişleyerek sürme potansiyelidir. Şehirlerin yıkımına, yüzbinlerce insanın ölümüne, milyonlarca insanın mülteci durumuna düşmesine yol açan Suriye krizi, sadece bölgede Şii-Sünni fay hattında bir çatışmanın zeminini değil, küresel ölçekte bir kanlı karşılaşmanın da iklimini oluşturma riski taşıyor. Şöyle ki, İran-Rusya-Irak-Hizbullah ekseni Esed rejimini ayakta tutmaya çalışıyor. Özellikle İran’ın Suriye başta olmak üzere bölgesel faaliyetlerinden rahatsız olan Suudi Arabistan-Katar lokomotifliğindeki, Türkiye’nin de dahil olduğu, Sünni ülkeler ise Esed rejiminin bir an önce yıkılmasını istiyor. Bu karşılaşmanın bedeli ağır sonuçlarının kendisini sadece Suriye’de değil, Şii-Sünni çatışması potansiyeli taşıyan her yerde gösterme riski bulunuyor.
            Başlangıçta Esed karşıtı olan ABD ve diğer Batılı ülkeler de IŞİD ve diğer radikal örgütlerin oluşturduğu küresel tehdite karşı uzunca bir zamandır Esed’li bir çözüme ikna olmuş durumdalar. Bu ülkeler, küresel rekabet ve hasımlık ilişkisi içerisinde oldukları Rusya’nın eylemlerine siyaseten karşı olmaları gerekirken Suriye’deki operasyonlarıyla pratikte hedef uyuşması sergiliyor. AKP hükümeti ve Erdoğan rejimi Esed rejiminin yıkılmasını hala birinci öncelik olarak korurken Batılı ülkelerin hiçbiri için böyle bir öncelikten söz bile edilemez. Son olarak uçak düşürme hadisesinde görüldüğü gibi, Erdoğan rejiminin öngörülemeyen bazı hareketler sergileyerek NATO’yla Rusya’yı karşı karşıya getirme riski dışında, Rusya’nın Suriye’de sahaya inmesine yönelik de zaten Batı’dan ciddi bir itiraz yükselmiyor.
            Çünkü, Batı ve ABD için Suriye’deki sorunun Esed rejimi olmaktan çıkmasının üzerinden yıllar geçiyor. Türkiye’nin inatla sürdürdüğü mevcut pozisyonu ise Suriye’de aldığı tavır yüzünden kendi içerisinde büyük riskleri tetikleyen Sünni blok dışında hiçbir ülke tarafından benimsenmiyor. Wall Street Journal’e konuşan bazı Amerikalı yetkililerin ifade ettiği gibi özellikle Batı dünyası, Türkiye’nin Suriye’deki soruna siyasi bir çözüm bulunmasının önündeki en önemli engellerden birine dönüştüğünü düşünüyor. Batı perspektifinden duruma böyle yaklaşılması aslında son derece normal. Çünkü, tıpkı Rusya için olduğu gibi, Batılı ülkeler ve ABD için de Suriye’deki sorun, krizin güçlenmelerine imkan verdiği radikal İslamcı terör örgütleri ve bu örgütlerin oluşturduğu sınıraşan tehditler. Elbette bir de Avrupa kapılarına yığılan milyonlarca Suriyeli mültecinin akıbeti ve bu mültecilerin kendilerine oluşturacağı sosyo-ekonomik maliyet.
            Öte yandan, Erdoğan rejimi için iyice saplantılı bir hal alan Suriye krizinin Türkiye’ye bedeli sadece bu ülkeyle yaşanan husumetin sebep olabileceği ikili ilişkiler alanının oldukça dışına taşmış durumda. Suriye’deki krizin yol açtığı yeni kamplaşmalar veya dayanışmalar yüzünden, Türkiye’nin uzun yıllar boyunca çok büyük emekler harcayarak çok yakın ilişkiler geliştirdiği ülkelerle olan ilişkileri bile tek tek bozuluyor. Bu bağlamda Suriye krizinin en son kurbanı Türkiye’nin Rusya ile verimli ikili ilişkileri olmakla birlikte, Suriye’deki krizin yayılan zehirleyiciliği yüzünden ABD dahil daha pek çok müttefik ülke ile Türkiye’nin sürtüşme zemini gün be gün güçleniyor.
            Şüphesiz ki bu sürtüşmede Suriye’deki çelişen çıkarlar ve öncelikler kapsamında ülkelerin sahada çatışan unsurlara yaklaşım farklılıkları büyük rol oynuyor. Erdoğan rejiminin “ılımlı muhalif” diyerek oluşumlarında ve güçlenmelerinde kolaylaştırıcı rol oynadığı bazı silahlı grupları Rusya ve İran, meşru gördükleri Esed rejimine karşı savaşan terör örgütleri olarak görüyor. Erdoğan rejiminin süreç içerisinde birbiriyle çelişen tavırlar sergilediği PYD konusunda vardığı nihai tavır ile Batı, ABD ve Rusya’nın PYD’ye yönelik yaklaşımları arasında ise taban tabana bir zıtlık bulunuyor. Türkiye, son dönemde PYD’yi terör örgütü PKK’nın uzantısı bir terör örgütü olarak görürken, diğer tüm ülkeler PYD’yi Esed’den daha büyük bir tehlike olarak gördükleri IŞİD’e karşı en etkin mücadele eden silahlı bir grup olarak görüyor. Ayrıca, neredeyse bütün ülkeler Erdoğan rejiminin IŞİD’le mücadele konusunda samimiyetine ve katkı verme azmine şüpheyle yaklaşıyor.
            Esed rejimine yaklaşım konusunda Sünni blok dışında bütün ülkelerle ayrışan Erdoğan rejimi, sahadaki çatışmanın tüm tarafları konusunda ise yine bütün dünya ile ayrışıyor. Sadece ayrışmakla da kalmıyor zaman zaman yaptıkları açıklamalarla kendisini komik durumlara da düşürüyor. Mesela, Türkiye ile 80 yıllık müttefiklik ilişkisi içerisinde bulunan ABD’nin Ankara ile olan ilişkilerini Erdoğan, terör örgütü dediği PYD ile ABD ilişkileriyle mukayese edebiliyor. Erdoğan’ın Türkiye’yi adeta PYD ile eşitleyerek ABD’ye “Ben miyim senin ortağın yoksa Kobani’deki teröristler mi?” demesine sanırım en çok Erdoğan sayesinde hak etmediği bir iltifata mazhar olan PYD sevinmiştir.
            Öte yandan, Erdoğan rejiminin 2011 yılında, 100 bin mülteciyi Suriye’ye müdahale gerekçesi olarak “kırmızı çizgi” ilan etmesinden bu yana Türkiye’ye sığınan mülteci sayısı 3 milyonu aştı. Başbakan Yardımcısı ve hükümet sözcüsü Numan Kurtulmuş’un son açıklamalarına göre ise, Halep’e yönelik Esed-Rusya saldırılarından kaçan 600 bin mülteci daha Türkiye sınırlarına dayanabilir. Savaş esnasında Suriye demografisinin aynı kalacağına dair müthiş bir varsayımla hareket eden Erdoğan rejimi, 100 binlik mülteci yerine milyonlarcası ile karşılaşınca önce bir bocaladı ve daha ziyade olaya insani bir boyuttan yaklatı. Ancak sonra Suriyeli mültecileri Avrupa Birliği’ne (AB) karşı oldukça etkili bir silah olarak kullanmaya yöneldi. Türkiye’ye ekonomik ve sosyal maliyeti oldukça yükselen Suriyeli mülteciler artık Erdoğan rejiminin elinde Batı’ya karşı kullanacağı bir koz, bir şantaj ve tehdit aracına dönüşmüştü.
            Alman Şansölyesi Merkel’i apar topar iki defa Türkiye’ye getiren Suriyeli mülteciler sorununun AB yetkilileri ile nasıl bir kirli pazarlığa konu edildiğini medyaya sızan görüşme tutanakları bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. Erdoğan’ın AB yetkilileri Jean Claude Juncker ve Donald Tusk ile yaptığı görüşmenin tutanakları Suriyeli mültecilerin Erdoğan rejiminin elinde nasıl bir “mülteci bombası”na dönüştüğünü apaçık gösteriyor. AB’nin vaat ettiği 3 milyar Avro’yu yeterli bulmayan Erdoğan’ın “Yunanistan ve Bulgaristan sınırlarını açıp mültecileri otobüslere bindirip göndeririz” şantajı mülteciler meselesinin artık bir siyaset aracı olarak kullanıldığına dair hiçbir şüphe bırakmıyor.  
           Hele hele Erdoğan’ın Ege kıyılarına cansız bedeni vuran Aylan Bebeği ima ederek “AB, Türkiye kıyılarında boğulan bir çocuktan fazlasıyla karşılaşır. 10 ila 15 bini bulur. Bununla nasıl başa çıkacaksınız?” sözleri yaz aylarında birden bire başlayan Avrupa’ya mülteci akınının kendiliğinden olup olmadığına dair kuşkuları artırır nitelikte.
            Kapsamı ve derinliği gün be gün genişleyen Suriye’deki dramatik krizin tüm boyutlarını bir gazete makalesinde sıralamak elbette ki mümkün değil. Ancak Merkel’in Ankara’daki açıklamalarından mülhem şu kadarını söyleyeyim, şayet Suriye krizinin ürettiği mülteci sorunuyla mücadele etmek üzere bugün Ege’ye Alman savaş gemilerinin gelmesi bile gündemdeyse krizin yayılmacı boyutlarının neler olabileceğini herkes tahmin edebilir. Küratörleri arasında Erdoğan rejiminin de bulunduğu bu büyük krizin Türkiye’ye ekonomik, sosyal, siyasi ve diplomatik maliyetleri ise şüphesiz ki saymakla bitmez.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder