Suriye’deki insanlık trajedisinin başlamasının üzerinden 5 yıl geçti. AKP hükümetleri ve Erdoğan rejiminin başat rol oynadığı gelişmelerde maalesef yapılan bütün varsayımlar çöktü. Kendi halkına karşı silah kullandığı için tam beş yıl önce meşruiyeti tartışmaya açılan Esed rejiminin haftalar içinde yıkılacağına dair sığ öngörülerin stratejik derinlikten tamamen yoksun olduğu görüldü. Sadece kan ve acı üreten bu 5 yıl içerisinde Suriye’deki trajedi bir ülkenin iç savaşı olmaktan çıktı ve önce bir bölgesel krize, sonra da hızla bir küresel soruna dönüştü. Hal böyle olunca sonu hala belli olmayan Suriye’deki savaştan geriye ne kaldığına şöyle bir bakmak şart oldu.
Her şeyden
önce maalsef şunu söylemek gerekir ki, Suriye’deki savaşın en büyük mirası bu
krizin daha da derinleşerek ve tehlikeli bir şekilde kapsamı daha da
genişleyerek sürme potansiyelidir. Şehirlerin yıkımına, yüzbinlerce insanın
ölümüne, milyonlarca insanın mülteci durumuna düşmesine yol açan Suriye krizi,
sadece bölgede Şii-Sünni fay hattında bir çatışmanın zeminini değil, küresel
ölçekte bir kanlı karşılaşmanın da iklimini oluşturma riski taşıyor. Şöyle ki, İran-Rusya-Irak-Hizbullah
ekseni Esed rejimini ayakta tutmaya çalışıyor. Özellikle İran’ın Suriye başta
olmak üzere bölgesel faaliyetlerinden rahatsız olan Suudi Arabistan-Katar
lokomotifliğindeki, Türkiye’nin de dahil olduğu, Sünni ülkeler ise Esed
rejiminin bir an önce yıkılmasını istiyor. Bu karşılaşmanın bedeli ağır
sonuçlarının kendisini sadece Suriye’de değil, Şii-Sünni çatışması potansiyeli
taşıyan her yerde gösterme riski bulunuyor.
Başlangıçta
Esed karşıtı olan ABD ve diğer Batılı ülkeler de IŞİD ve diğer radikal
örgütlerin oluşturduğu küresel tehdite karşı uzunca bir zamandır Esed’li bir çözüme
ikna olmuş durumdalar. Bu ülkeler, küresel rekabet ve hasımlık ilişkisi
içerisinde oldukları Rusya’nın eylemlerine siyaseten karşı olmaları gerekirken
Suriye’deki operasyonlarıyla pratikte hedef uyuşması sergiliyor. AKP hükümeti
ve Erdoğan rejimi Esed rejiminin yıkılmasını hala birinci öncelik olarak
korurken Batılı ülkelerin hiçbiri için böyle bir öncelikten söz bile edilemez. Son
olarak uçak düşürme hadisesinde görüldüğü gibi, Erdoğan rejiminin öngörülemeyen
bazı hareketler sergileyerek NATO’yla Rusya’yı karşı karşıya getirme riski
dışında, Rusya’nın Suriye’de sahaya inmesine yönelik de zaten Batı’dan ciddi
bir itiraz yükselmiyor.
Çünkü, Batı
ve ABD için Suriye’deki sorunun Esed rejimi olmaktan çıkmasının üzerinden
yıllar geçiyor. Türkiye’nin inatla sürdürdüğü mevcut pozisyonu ise Suriye’de aldığı
tavır yüzünden kendi içerisinde büyük riskleri tetikleyen Sünni blok dışında
hiçbir ülke tarafından benimsenmiyor. Wall Street Journal’e konuşan bazı
Amerikalı yetkililerin ifade ettiği gibi özellikle Batı dünyası, Türkiye’nin
Suriye’deki soruna siyasi bir çözüm bulunmasının önündeki en önemli engellerden
birine dönüştüğünü düşünüyor. Batı perspektifinden duruma böyle yaklaşılması
aslında son derece normal. Çünkü, tıpkı Rusya için olduğu gibi, Batılı ülkeler
ve ABD için de Suriye’deki sorun, krizin güçlenmelerine imkan verdiği radikal
İslamcı terör örgütleri ve bu örgütlerin oluşturduğu sınıraşan tehditler.
Elbette bir de Avrupa kapılarına yığılan milyonlarca Suriyeli mültecinin
akıbeti ve bu mültecilerin kendilerine oluşturacağı sosyo-ekonomik maliyet.
Öte yandan,
Erdoğan rejimi için iyice saplantılı bir hal alan Suriye krizinin Türkiye’ye
bedeli sadece bu ülkeyle yaşanan husumetin sebep olabileceği ikili ilişkiler alanının
oldukça dışına taşmış durumda. Suriye’deki krizin yol açtığı yeni kamplaşmalar
veya dayanışmalar yüzünden, Türkiye’nin uzun yıllar boyunca çok büyük emekler
harcayarak çok yakın ilişkiler geliştirdiği ülkelerle olan ilişkileri bile tek
tek bozuluyor. Bu bağlamda Suriye krizinin en son kurbanı Türkiye’nin Rusya ile
verimli ikili ilişkileri olmakla birlikte, Suriye’deki krizin yayılan zehirleyiciliği
yüzünden ABD dahil daha pek çok müttefik ülke ile Türkiye’nin sürtüşme zemini
gün be gün güçleniyor.
Şüphesiz ki
bu sürtüşmede Suriye’deki çelişen çıkarlar ve öncelikler kapsamında ülkelerin sahada
çatışan unsurlara yaklaşım farklılıkları büyük rol oynuyor. Erdoğan rejiminin
“ılımlı muhalif” diyerek oluşumlarında ve güçlenmelerinde kolaylaştırıcı rol
oynadığı bazı silahlı grupları Rusya ve İran, meşru gördükleri Esed rejimine
karşı savaşan terör örgütleri olarak görüyor. Erdoğan rejiminin süreç
içerisinde birbiriyle çelişen tavırlar sergilediği PYD konusunda vardığı nihai
tavır ile Batı, ABD ve Rusya’nın PYD’ye yönelik yaklaşımları arasında ise taban
tabana bir zıtlık bulunuyor. Türkiye, son dönemde PYD’yi terör örgütü PKK’nın
uzantısı bir terör örgütü olarak görürken, diğer tüm ülkeler PYD’yi Esed’den
daha büyük bir tehlike olarak gördükleri IŞİD’e karşı en etkin mücadele eden silahlı
bir grup olarak görüyor. Ayrıca, neredeyse bütün ülkeler Erdoğan rejiminin
IŞİD’le mücadele konusunda samimiyetine ve katkı verme azmine şüpheyle
yaklaşıyor.
Esed
rejimine yaklaşım konusunda Sünni blok dışında bütün ülkelerle ayrışan Erdoğan
rejimi, sahadaki çatışmanın tüm tarafları konusunda ise yine bütün dünya ile
ayrışıyor. Sadece ayrışmakla da kalmıyor zaman zaman yaptıkları açıklamalarla
kendisini komik durumlara da düşürüyor. Mesela, Türkiye ile 80 yıllık
müttefiklik ilişkisi içerisinde bulunan ABD’nin Ankara ile olan ilişkilerini Erdoğan,
terör örgütü dediği PYD ile ABD ilişkileriyle mukayese edebiliyor. Erdoğan’ın
Türkiye’yi adeta PYD ile eşitleyerek ABD’ye “Ben miyim senin ortağın yoksa
Kobani’deki teröristler mi?” demesine sanırım en çok Erdoğan sayesinde hak
etmediği bir iltifata mazhar olan PYD sevinmiştir.
Öte yandan,
Erdoğan rejiminin 2011 yılında, 100 bin mülteciyi Suriye’ye müdahale gerekçesi
olarak “kırmızı çizgi” ilan etmesinden bu yana Türkiye’ye sığınan mülteci
sayısı 3 milyonu aştı. Başbakan Yardımcısı ve hükümet sözcüsü Numan
Kurtulmuş’un son açıklamalarına göre ise, Halep’e yönelik Esed-Rusya
saldırılarından kaçan 600 bin mülteci daha Türkiye sınırlarına dayanabilir.
Savaş esnasında Suriye demografisinin aynı kalacağına dair müthiş bir
varsayımla hareket eden Erdoğan rejimi, 100 binlik mülteci yerine milyonlarcası
ile karşılaşınca önce bir bocaladı ve daha ziyade olaya insani bir boyuttan
yaklatı. Ancak sonra Suriyeli mültecileri Avrupa Birliği’ne (AB) karşı oldukça
etkili bir silah olarak kullanmaya yöneldi. Türkiye’ye ekonomik ve sosyal
maliyeti oldukça yükselen Suriyeli mülteciler artık Erdoğan rejiminin elinde
Batı’ya karşı kullanacağı bir koz, bir şantaj ve tehdit aracına dönüşmüştü.
Alman
Şansölyesi Merkel’i apar topar iki defa Türkiye’ye getiren Suriyeli mülteciler
sorununun AB yetkilileri ile nasıl bir kirli pazarlığa konu edildiğini medyaya
sızan görüşme tutanakları bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. Erdoğan’ın AB
yetkilileri Jean Claude Juncker ve Donald Tusk ile yaptığı görüşmenin tutanakları
Suriyeli mültecilerin Erdoğan rejiminin elinde nasıl bir “mülteci bombası”na
dönüştüğünü apaçık gösteriyor. AB’nin vaat ettiği 3 milyar Avro’yu yeterli
bulmayan Erdoğan’ın “Yunanistan ve Bulgaristan sınırlarını açıp mültecileri
otobüslere bindirip göndeririz” şantajı mülteciler meselesinin artık bir
siyaset aracı olarak kullanıldığına dair hiçbir şüphe bırakmıyor.
Hele hele Erdoğan’ın Ege kıyılarına
cansız bedeni vuran Aylan Bebeği ima ederek “AB, Türkiye kıyılarında boğulan
bir çocuktan fazlasıyla karşılaşır. 10 ila 15 bini bulur. Bununla nasıl başa
çıkacaksınız?” sözleri yaz aylarında birden bire başlayan Avrupa’ya mülteci
akınının kendiliğinden olup olmadığına dair kuşkuları artırır nitelikte.
Kapsamı ve
derinliği gün be gün genişleyen Suriye’deki dramatik krizin tüm boyutlarını bir
gazete makalesinde sıralamak elbette ki mümkün değil. Ancak Merkel’in
Ankara’daki açıklamalarından mülhem şu kadarını söyleyeyim, şayet Suriye
krizinin ürettiği mülteci sorunuyla mücadele etmek üzere bugün Ege’ye Alman
savaş gemilerinin gelmesi bile gündemdeyse krizin yayılmacı boyutlarının neler
olabileceğini herkes tahmin edebilir. Küratörleri arasında Erdoğan rejiminin de
bulunduğu bu büyük krizin Türkiye’ye ekonomik, sosyal, siyasi ve diplomatik
maliyetleri ise şüphesiz ki saymakla bitmez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder