Türkiye bir-kaç yıldır siyasal İslamcı bir
muktedir kliğin ihtirasları ve emelleri doğrultusunda hızla İslamo-Faşist bir
rejime doğru yol alıyor. Üstelik son aylarda bu gidişat daha da hızlanmış
durumda. İnsanlar etnik kökenlerinden, dini inançlarından, siyasi görüşlerinden
veya yaşam tarzlarından dolayı ötekileştiriliyor, düşmanlaştırılıyor,
şeytanlaştırılıyor ve en aşağılık cadı avlarının hedefi haline getirilebiliyorlar.
İnsanlar haksız,
hukuksuz ve keyfi şekilde gözaltına alınıp günlerce nezarethanelerde
bekletilebiliyor. Bazıları Sulh Ceza Hakimliği diye sonradan uydurulan güdümlü merciler
tarafından keyfi bir şekilde tutuklanıp ceza evine atılabiliyor. Erdoğan’ın bir
proje olarak kurdurduğunu açıkça itiraf ettiği yine aynı hakimliklerin hukuksuz
ve keyfi kararlarıyla Türkiye’nin en başarılı şirketleri ile eğitim
kurumlarının yönetimine el konulabiliyor ya da şirketlerin kendileri doğrudan
gasp edilebiliyor. Muhalif gazetelere el konularak susturuluyor, bağımsız
televizyonların ekranları karartılıp kapılarına kilit vuruluyor. Fikirlerinden,
eleştirilerinden dolayı gazetecilere dava üstüne dava açılıyor, sudan
bahanelerle gözaltına alıyor ve hatta hapse atabiliyorlar. Akademisyenler ve
aydınlar sırf fikirlerinden dolayı hedef haline getiriliyor, en üst düzeyden
tehdit ediliyor, üniversitelerden atılıyor, mahkemelerde süründürülüyor.
Tüm bunlar
Uluslararası Af Örgütü’nün son raporunda Türkiye’de insan hakları durumunun
“ciddi biçimde kötüye gittiğini” söyleyerek özetlediği baskıların, zulümlerin,
sansürün, hukuksuzlukların ve keyfiliklerin ne kadar yaygınlaştığını
gösteriyor. Farklı düşünce ve inançlardaki insanlara yaşam alanı bırakmayan AKP/Erdoğan
rejiminin İslamo-Faşist anlayışı tüm bunları yeterli görmemiş olmalı ki yeni bazı
vahim hamlelere girişmiş durumda. Son haftalarda uygulamaya giren bir
başbakanlık genelgesi ve Meclis gündemine gelen bir yasa tasarısı İslamo-Faşizminin
iyice vites büyüttüğünün açık delillerini oluşturuyor.
Geçtiğimiz
günlerde Başbakan Davutoğlu tarafından imzalanarak Resmi Gazete’de yayınlanan
“Milli Güvenliği Tehdit Eden Örgüt ve Yapılarla İrtibatlı Kamu Çalışanları
Hakkında” başlıklı genelge “cadı avcılığı”nda yeni bir aşamaya gelindiğini
gösteriyor. Anayasa ve Türk Ceza Kanunu’na aykırı olan bu genelge keyfi bir
şekilde fişlenerek hedefe konulacak kamu çalışanlarının özetle “önce infazını,
sonra yargılanmasını...” emrediyor. Açıkça söyleyelim, Başbakan Davutoğlu, kamuda
görev yapan amirlere yapacakları hukuksuz fişlemelere dayalı olarak kamu çalışanlarını
önce işlerinden atmalarını ve ancak ondan sonra hukuki süreci başlatmalarını
emretmek suretiyle bu genelgeyle açıkça suç işliyor.
“Terör örgütleri veya legal görünüm altında
illegal faaliyet yürüten yapılarla ilişki kuran ya da eylem birliği içerisinde
olduğu tespit edilen kamu çalışanları” hakkında derhal idari işlem yapılmasını
isteyen Başbakan, “suç teşkil eden fiiller yönünden ise durumun adli mercilere
ivedilikle bildirilmesini” istiyor. Büşra Erdal’ın Zaman gazetesindeki bir
yazısında belirttiği gibi, kamu görevlisi, bir suç gördüğünde adli mercilere
bunu zaten bildirmek zorunda. Bu genelgede kamuyu ve vatandaşı ilgilendiren asıl
kısım ‘yapılması istenen idari işlemler’. Yani aslında ‘suç olmayan’ eylemler
idarenin keyfi uygulamalarına tabii olacak ve kamu çalışanları haksız ve
hukuksuz işten çıkarmalarla karşı karşıya kalacak.
Aslında bu genelge
ile idareye açıkça deniliyor ki, ortada adli bir suç olmadığı halde bile bütün
muhaliflere ‘terör’ iddiasıyla keyfi işlem yapın. Siyaset ve hukuk
literatüründe tam da buna fişleme ve “cadı avı” deniliyor. Başbakan Davutoğlu,
bu genelgeyle, kamudaki idari mercilere kendilerini yargı yerine koymalarını,
kimin terör örgütü üyesi olup olmadığına, bir örgüt ya da yapının emir ve
talimatlarıyla hareket edip etmediğine keyfi şekilde karar vermelerini ve bu
keyfi kararı anında infaz etmeleri talimatı veriyor. Yani zaten alev alev yanan
“cadı avı” kazanının altına büyük bir pervasızlıkla yeni odunlar atıyor.
Erdoğan/AKP
rejiminin İslamo-Faşizmi ülkeyi hızla yaşanmaz hale getirirken Meclis’e sunulan
yeni bir yasa tasarısı ise vatandaşların cinsel hayatına varıncaya kadar özel
hayatlarının bile fişlenmesini yasal hale getiriyor. Yani tüm demokrasilerde
olduğu gibi, bütün dinlerde ve kültürlerde kutsal sayılarak dokunulmazlık
atfedilen özel hayatın gizliliği AKP hükümetinin İslamo-Faşist anlayışının son
kurbanı olmaya aday gibi görünüyor. “Konut dokunulmazlığı’ ve ‘haberleşme hürriyeti’ni
de kapsayan özel hayatın gizliliğinin korunması Anayasa’nın 20, 21 ve 22. maddelerinde
güvence altına alınmış olmasına rağmen bu haklar bugün büyük bir risk altında
bulunuyor.
Türkiye’de
yargıyı yürütmenin despotik bir uzvu haline getirmekte büyük rol oynayan Adalet
Bakanı Bekir Bozdağ, her ne kadar aksini söylese de, gerek yasanın içeriği,
gerekse bu yasanın gereklerini yerine getirecek kurulun oluşum şekli insanların
dinlerine, dillerine, siyasi görüşlerine, yaşam tarzlarına ve hatta cinsel
hayatlarına varıncaya kadar fişlenmelerinin önünü açtığını gösteriyor. Oldukça
sorunlu “Kişisel Veriler Kanunu Tasarısı’ kapsamında kurulacak olan “Kişisel
Veriler Koruma Kurulu”nun üyelerinin tamamının yürütme tarafından seçilecek
olması bile başlı başına bir fecaat oluşturuyor. Özerk olmaları gerekirken
AKP’nin despotik birer sopasına dönüşen 9 denetleyici üst kuruluşun mevcut
durumu ortadayken böyle bir yapının, toplayacağı kişisel verileri siyasi veya
başka amaçlı istismar etmeyeceğine kimse inanmıyor.
Aslında kişisel
verilerin korunmasına dair ihtiyaç tam 33 yıldır Türkiye’nin gündeminde.
Türkiye, bu alandaki ilk uluslararası belge olan Avrupa Konseyi’nin 1981’de imzaya
açtığı San Marino Sözleşmesi olarak bilinen 108 sayılı “Kişisel Verilerin
Otomatik İşleme Tabi Tutulması Karşısında Bireylerin Korunmasına Dair
Sözleşme”yi ilk imza atan ülkelerden biri. Ancak, Meclis’teki onay sürecini
işletmemiş olan tek ülke konumundadır da. Uluslararası Antalya Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Savaş Bozbel’e göre, 1980’li yıllardan beri bu
konuda kanun ya da çerçeve bir düzenlemenin çıkartılmaması devletteki fişleme
zihniyeti ve geleneğinden kaynaklanıyor.
Belki bir
paradoks gibi görülse de, Prof. Dr. Bozbel’e göre, bugün çıkarılması düşünülen
sorunlu yasa da yine bu fişleme zihniyeti ve geleneğinin bir eseri. Çünkü,
tartışılan yasa tasarısı kişisel veri sahibininin hakları ve faydalanacağı
korumalardan ziyade verileri işleyenlerin hangi haklara ne surette haiz olduklarına
ağırlık veriyor. Tasarının hazırlanmasında esas alınması gereken 108 sayılı sözleşmeden
ve üyelik müzakerelerindeki 4 faslı doğrudan ilgilendirdiği için mutlaka önem
verilmesi gereken AB direktiflerinden uzaklaşıldığı görülüyor.
Prof. Bozbel
çok daha ciddi bir kuşkusunu daha dile getiriyor ve şöyle diyor: “Açıkçası, Son
zamanlarda çıkartılan kanunların mantığına bakıldığında demokratik müktesebatı
geliştirme yönünde bir adım atılacağını zannetmiyorum. Daha ziyade, mevcut
durumdaki fişlemelere hukuki zemin hazırlanacağını düşünüyorum. Bu haliyle,
tasarının AB kriterlerine uymak gibi bir kaygısının olduğunu düşünmüyorum... Tasarıda,
ayrıca kişisel verilerin
işlenmesi konusunda geniş istisnalar getiriliyor. Düzenlemeyle, polis, jandarma
ve MİT’e fişleme için yasal kılıf sağlanıyor. Bu çerçevede polis, jandarma ve
MİT yasası kapsamına giren suçlar “veri koruması” dışında tutulacak. Bu
hallerde kişilerin hak arama kapsamında yapacakları başvuruları da doğrudan
reddedilecek.”
Türkiye’de maalesef
hayatın bütün alanları kesif bir İslamo-Faşizmin açık veya sinsi tahakkümü
altına giriyor. Bundan daha beteri ise çoğunluğun bu fecaatin hala farkında
bile olmaması.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder