31 Ocak 2016 Pazar

​Tarih tenasühçü bir ruh gibi tekerrür mü ediyor?

            Türkiye büyük bir bunalımdan geçiyor. Sınırsız dikta hevesleri ülkenin başını beladan belaya sokarken insanların hayatlarını karartıyor. Hukuksuzluklar ve keyfilikler ülkeyi yaşanmaz hale getiriyor. Kutuplaştırıcı ve düşmanlaştırıcı dil sosyal barışı bozuyor, kimsede huzur bırakmıyor. Kurumlara, kurallara, ilkelere ve demokratik teamüllere saygısızlık zirve yaparken devlet hızla yönetilemez hale geliyor.
            Öte yandan, demokrasi açığının devasa bir uçuruma dönüştüğünde hemen herkes hemfikir. Ülkeyi bir öngörülemezlik karanlığına teslim edenler yüzünden kimse emin olamadığı geleceğine güven içerisinde bakamıyor. Hukuk devletinin yerinde yeller esiyor. Kifayetsiz partizanlar ve muhteris yandaşların işgali altındaki devlet bürokrasisi ise tam anlamıyla mefluç. Hukukun, denetimin olmadığı, ehliyetin yerini nepotizmin aldığı bir ortamda usulsüzlük ve yolsuzluk norm olmuş durumda. Medya iktidar üzerindeki toplumsal denetim vazifesini yerine getirmek şöyle dursun kendi derdine düşmüş halde. İfade ve basın özgürlüğünün üzerindeki baskıları, gazetecilere ve aydınlara yönelik tehditleri dile getirmek, sansürden ve baskılardan söz etmek bile büyük cesaret istiyor.
            Her tarafından çatırtıların geldiği ekonomimiz istikrarlı şekilde dolaşıma sokulan istatistiki yalanlar üzerinden yürütülen algı yönetimiyle adeta cesedini sürüklüyor. Dış politikayı ise hiç sormayın. Gerçeklikle bağlarını neredeyse tamamen koparmış hayal kahramanlarının dümende olduğu dış politikada başarılı sonuç alınan tek bir adıma rastlanmıyor.
            Türkiye’nin tüm bu alanlardaki utanç verici fotoğrafını en son  Freedom House, Human Rights Watch ve Uluslararası Şeffaflık Örgütü raporları objektif bir şekilde gözler önüne serdi. Malesef, Türkiye’nin bu raporlar üzerinden verdiği son görüntü ancak denetimsiz yoz bir diktatörün koşar adım felakete sürüklediği iflas etmiş bir ülkenin (failed state) verebileceği türden. Üstelik bütün evrensel, toplumsal, kültürel, tarihi, milli ve manevi değerlerin, ahlaki ilkelerin içi boşaltılmış durumda. Öyle ki, hamasete gelince en değer eksenli olduğunu iddia edenler toplumun en yozlaşmış kesimlerini oluşturur hale geldi.              
            Tarihin başka dönemlerinde, dünyanın başka ülkelerinde yaşananlar adeta kötücül bir tenasühcü ruh gibi bugün ülkemize musallat olmuş sanki. Tarihin kırılma noktalarını işaretleyen kavşaklarda hep olageldiği gibi bu sefer de tüm sorunların odağında bu sorunların büyük ölçüde kaynaklığını yapan  tek bir kişi yer alıyor. Yine tarih boyunca benzer örneklerde görülegeldiği gibi, azgın ihtiraslarıyla sorunlara kaynaklık eden bu türden muktedirlerin propaganda kabiliyetleriyle kolayca yönlendirebildikleri kitleler, baştacı yaptıkları bu figürlerin benzerlerinin yol açtığı acı tecrübelerden hiç ders almıyor. Oysa tarih bu tür muhterislerin yönetimindeki ülkelerin sürüklendiği felaketlerle dolu.
            Gelin isterseniz iktidar, güç, refah ve istikrar vaatleriyle kitleleri efsunlamayı başarabilen, ancak sadece yoksulluk, yıkım, göşyaşı, kan ve ölüm gibi felaketler getiren diktatörlerden sadece bir tanesinin hikayesine şöyle bir gözatalım. Bakalım bu muhteris diktatör size de tanıdık gelecek mi?
            “(Bu süreç sonunda) bütün kurumsal kısıtlamalardan kurtulma ve ‘iktidar karteli”nin bütün kesimleri karşısında karşı konulmaz bir üstünlük kazanma noktasına ulaştı... Yüksek düzeyde kişiselleşmiş yönetim tarzı siyasetin belirlenmesinde kollektif katılım denebilecek her şeyi yıprattı. Bu tek parçalı yapı, iktidar eliti içinde (bile), kişilerin hayatlarına ve özgürlüklerine yönelik tehlikeler yaratmasının yanı sıra, muhalefetin örgütlenmesini de neredeyse imkansız hale getirdi. ...(Kendi) şahsi iktidarını ise aşırı biçimde güçlendirdi. Fren oluşturabilecek (kurumların yanı sıra) daha ihtiyatlı danışmanlığın alanı önemli ölçüde daraldı.
            Sürekli bir Hobbesvari “herkesin herkese karşı savaşı” niteliğindeki birbirine rakip iktidar derebeylikleri arasındaki mücadele ise kendisinin hemen altındaki düzeyde gerçekleşiyor ve bütün otoritenin kaynağı olarak kendisinin sahip olduğu olağanüstü konumu güçlendiriyordu. Farklı iktidar oluşumlarının (hareket, devlet bürokrasisi, ordu, büyük şirketler, polis) hem bireysel hem de grupsal çıkarlarını bölüyordu. Bu durumda kendisi, tek belirleyici olarak içeride işleri, tıpkı dış siyaset alanında yaptığı gibi, ikili ilişkilerle yürütüyordu. Bir yerde destek veriyor, bir başka yerde vermiyordu. Tek hakem olarak davranıyor ve (işlerine) karışmamayı tercih ettiği ya da (böyle davranmaya) zorlandığı ve astlarını kendi aralarında çatıştırdığı zaman bile bu tutumundan vazgeçmiyordu.
            Aslında bu kendi otoritesinin kaçınılmaz bir sonucundan çok, planlı bir ‘böl ve yönet’ stratejisiydi. Siyaseti birleştirmek için eşgüdüm sağlayan herhangi bir organ olmadığı için. bütün çıkar grupları ancak kendisinin verdiği destek sayesinde meşruluk kazanabiliyordu. Bu durumda, her grup kaçınılmaz biçimde bu desteği kazanmak ya da sürdürmek adına ‘onun için çalışıyordu’. Böylece iktidarının sürekli büyümesi ve kendi ideolojik saplantılarının yaygınlaşması sağlanıyordu.
            Tutarlı yönetim yapılarının geri döndürülemez şekilde dağılması sadece (liderin) mutlak üstünlüğünü yansıtan ve süsleyen her şeyi kapsayıcı lider kültünün bir ürünü değil, aynı zamanda her şeyi gören, her şeyi bilen, yanılmaz lider efsanesinin bu durumu bizatihi yönetim ilkesi haline getirmiş olmasıydı. Ayrıca, hep tanık olduğumuz gibi, zaman içinde lider kültü yalanına kendisi de inandı. Oysa akılcı karar verme bakımından bu iyi bir öncül değildi.
            Bu durumda, ... (kendisinin) liderliğine ve izlemekte olduğu tehlikeli siyasete mutlak bir itaatin oluşması ve hiç kimsenin meydan okumaması şaşırtıcı değildi. Çekincelere rağmen rejimin iktidar elitinin bütün kesimleri bu noktada kendi kaderlerini lidere bağlamışlardı. Ya uyum sağlayacaklar ya da yok olacaklardı.” (Cilt II, s. 119-120)
            Bu kişilik ve süreçler eminim size de tanıdık gelmiştir. Çünkü bu diktatör profiline geçmişte ya da günümüzde, uzakta veya çok yakında rastlamak maalesef mümkün. Ian Kershaw’ın iki ciltlik (Hubris ve Nemesis), oldukça hacimli Hitler biyografisinden alıntıladığım bu birkaç satır keşke sadece Adolf Hitler’in özelliklerini ve dikta sürecini yansıtan tarihten karanlık bir hikaye olarak kalsaydı. Elini milyonlarca insanın kanına bulaştırmış Hitler gibi lanetli ruhlar keşke tarihin farklı dönemlerinde, farklı coğrafyalarda sürekli dolaşıp durmasa ve kendi halklarının başına bela olacak despotların bedenlerinde tekrar be tekrar reenkarne olmasaydı. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder