Normalde tüm diğer
konuları bir kenara bırakıp Türkiye’yi en bayağısından bir muhaberat devletine
taşıyarak, 5. sınıf bir Ortadoğu diktatörlüğüne dönüştürecek iç güvenlik
paketini tartışmamız gerekirdi. Ancak, hükümetin her gün bir yenisine imza
attığı rezaletler, AKP’nin sandalye çoğunluğu sayesinde Meclis’te geçirdiği diktatörlük
yasalarını bile tartışmaya artık imkan vermiyor. Maruz kaldığımız rezaletlerin
en önemli amaçlarından biri belki de bu. Ancak önümüzdeki haftalar ve aylar
boyunca nasıl olsa bu yasaların kendisini ve sebep olacağı kaçınılmaz vahim
sonuçlarını yaşadıkça yazmaya vaktimiz olacak. Bu yüzden bu yazıda 92 yıllık Türkiye
Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir toprak kaybına yol açan Süleyman Şah Türbesi
ricatını değerlendirmeye devam edeceğim.
Bazı mecburiyetler bahane
gösterilerek imza atılan ricat fiyaskosu konusunda Davutoğlu hükümetinin büyük
bir mahcubiyet içerisinde kamuoyundan özür dilemesi gerekirken, hamasi
destanlar eşliğinde yalandan bir zafer havası oluşturuluyor. Başta
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve çevresindeki klik olmak üzere, hükümet çevreleri ellerindeki
medya gücüyle, son yüzyılın en talihsiz ve en onursuz bir kaçışını bile görülmedik
bir büyük zafermiş gibi sunmaya tenezzül edebiliyor. Türk toprağı olduğu Lozan
Antlaşması’nda resmen uluslararası hukuk garantisine alınan Suriye sınırları
içerisindeki Türk toprak parçasını IŞİD’e terk eden hükümet, utanmasa Allah
muhafaza “Ne iyi ettik de vatan toprağını IŞİD’e teslim ettik. Ne iyi ettik de arkamıza
bakmadan kaçtık” diyecek.
Daha yakın zamana kadar
Erdoğan ve AKP hükümetinin açıktan sempati, hoşgörü ve desteğine mazhar olan terör
örgütü IŞİD’in ele geçirdiği bölgede bulunan 10 dönümlük Süleyman Şah yerleşkesinde
görev yapan 40’ın üzerindeki askerimizin güvenliği elbette ki sağlanmalıydı.
Ama bu iş, uluslararası hukuk tarafından tescilli, manevi ve sembolik değeri
yüksek bir “vatan toprağı” illa terk edilerek mi yapılmalıydı? Osmanlı bakiyesi
Türkiye’nin, daha henüz Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmadan önce bile, yani
hala Kurtuluş Savaşı devam ediyorken, zillet göstermeyip ata yadigarı bu emanete
nasıl sahip çıktığını hatırlarsak mevcut durumun vehameti ve utancı daha net
anlaşılır sanırım. Bugün 92 yaşında olan Türkiye Cumhuriyeti, Kurtuluş Savaşı
verdiği o yıllardan bile daha zayıf mıdır ki, tarihe kara bir leke ve bir utanç
tablosu olarak geçen onursuz bir ricatla o topraklarımızı kaçarcasına ter
ediyoruz.
Yanlış anlaşılmak
istemem. Türk Ordusu’nun verilen emirler çerçevesinde, kaza sonucu verilen bir
şehitle de olsa, askeri teknik açıdan başarılı bir operasyon yaptığını
yazmıştım ve hala aynı fikirdeyim. Benim sorun ettiğim, ülkeyi yönetme
sorumluluğunda olan ve bu sorumluluğu yerine getirmekte aciz kaldıkları oranda “Büyük
Türkiye”, “Dünya Devleti Türkiye” propagandasını daha da pompalayarak kamuoyunda
bir algı oluşturmaya çalışan hükümet ve iktidar çevrelerinin iş yapış tarzı.
2014 Mart ayından bu yana IŞİD kuşatması altında bulunan Suriye içerisindeki bu
Türk toprağına dair gerçekleri konuşmak yerine kamuoyunu pervasızca aldatmaları.
En nihayet, bu sorunu köklü Türk devlet geleneğine ve yakın zamana kadar uluslararası
ilişkiler alanında oluşturduğu saygın teammüllerle bağdaşmayacak ele alış şekli.
Maalesef, Davutoğlu
hükümeti pek çok konuda olduğu gibi, bölgesel ve uluslararası ilişkiler
üzerinden kalıcı etkileri olacak ve uluslararası hukuk açısından çok ciddi
sorunlara yol açacak bu konuda sanki bin yıllık bir devlet geleneğimiz yokmuşçasına
ve adeta bir kabile devletiymişizcesine hareket etmiştir. Son yıllarda iyice AKP
hegemonyasına giren siyasetteki paçozlaşmaya paralel bir şekilde uluslararası
ilişkiler ve diplomasi alanında da bir hoyratlaşmaya şahitlik ediyoruz. Süleyman
Şah Türbesi’nin bulunduğu Türk topraklarından ricat, diplomasi ve uluslararası
ilişkiler alanındaki bu varoşlaşma zihniyetini iyice kristalize etmiştir. Şunu
da belirtmeden edemeyeceğim, uluslararası ilişkiler alanı ulusal çıkarları
ilgilendiren kazanımlar doğrultusunda bazı oldu-bittilere (fait accompli)
alışıktır. Ama ulusal çıkarlara aykırı şekilde bir çeşit varoş ve gecekondu
kültürüyle gerçekleştirilen bir oldu-bittiye dünya tarihi bu vesileyle ilk kez şahit
olmuştur.
Malumunuz olduğu üzere,
Süleyman Şah Türbesi’nin yeri ilk kez değiştirilmiyor. İlk iki yer değiştirmede
izlenen süreçler incelendiğinde son ricat operasyonunun kahredici sakilliği
daha da iyi anlaşılıyor. Biliyorsunuz, biz Türklerin ve daha özelde Osmanlıların
atası Süleyman Şah, 1227 yılında askerleri ile birlikte Fırat Nehri’nde boğulunca,
naaşları Caber Kalesi eteklerine bir kümbete defnedilir. Osmanlı İmparatorluğu
döneminde mezarın bulunduğu yere bir türbe yapılır. Osmanlı yıkılınca Suriye Fransız
Mandası altına girer ve türbe Suriye sınırları içerisinde kalır. 20 Ekim 1921
tarihinde Türkiye ile Fransa arasında imzalanan Ankara Antlaşması’nın 9.
maddesi ve 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması’nın 3. maddesi gereğince Caber
Kalesi ve türbe Türkiye Cumhuriyeti toprağı olarak kabul edilir. Tarihinin en
zayıf olduğu bu dönemde bile Türkiye burada muhâfız birliği bulundurma ve Türk bayrağını
çekme hakkını el eder. Manevi önemi o kadar büyük bir hadisedir ki bu, Süleyman
Şah’ın torunu son Halife II. Abdülmecid, gönderdiği bir mektupla Süleyman
Şah’ın mezarı konusunda Meclis’in gösterdiği alâkaya teşekkür eder. Yani henüz
Türkiye Cumhuriyeti bile kurulmamışken yönetimdeki TBMM hükümeti köklü bir
devlet geleneğine uygun hareket etmeyi ihmal etmez.
Elbette bu son olmaz.
Suriye Fırat Nehri üzerine inşa ettiği Tabka Barajı’nı 1973 yılında tamamlayıp,
baraj su toplamaya başlayınca Caber Kalesi ve Süleyman Şah türbesinin tamamen
sular altında kalma tehlikesi ortaya çıkar. Suriye, Türkiye’den türbenin ya yerini
değiştirmesi ya da tamamen Türkiye’ye naklini talep eden bir nota gönderir. Türkiye
de buna karşılık Suriye’ye bir nota verir ve Keban Barajı’nın kapaklarını
kapatarak Fırat Nehri üzerinden Suriye’ye su akışını engeller. Olay ciddi bir
ikili krize dönüşür. Ankara ve Şam hükûmetleri arasında uzun süren
müzakerelerin ardından bir anlaşma imzalanır. Anlaşma, Süleyman Şah Türbesi’nin
Türkiye’nin tercihleri ve beğenisi doğrultusunda seçilen yere, yani haftasonu skandal
ricat operasyonunun yapıldığı alana, taşınmasını öngörür.
1995 yılında, Suriye bu
kez de Fırat Nehri’nin daha üst kotlarında inşasına başladığı Teşrin Barajı
sebebiyle Karakozak bölgesindeki Süleyman Şah Türbesi’nin bölge dışında başka
bir alana ya da Türkiye’ye taşınması hususunu yeniden gündeme getirir. Bunun
üzerine Türkiye ile Suriye arasında yapılan görüşmeler sonucunda türbenin
mevcut yerinin baraj gölünün olumsuz tesirlerinden korunması için tahkim
edilmesine karar verilir. 2001’de Teşrin Barajı’nın tamamlanması nedeniyle
türbenin taşınması bir kez daha gündeme gelir. Suriye tarafı bu defa türbenin
şimdiki yerinden de kaldırılarak gösterecekleri ve Türk tarafının da kabul
edeceği bir yere taşınmasını ister. Ancak Türkiye’nin girişimleriyle proje,
türbenin mevcut yerinin korunması yönünde değiştirilir.
Erdoğan rejiminin belli
belirsiz bir sempatiyle yaklaştığı terör örgütü IŞİD’in 13 Mart 2014 tarihinden
itibaren ele geçirdiği bölgede mahsur kalan Süleyman Şah Türbesi ve türbenin
bulunduğu Türk toprağını korumakla görevli 40’tan fazla askerin can güvenliği
ciddi bir soruna dönüşür. Esed Yönetimi ile diplomatik ilişkilerini kesmiş olan
AKP hükümeti özenle kamuoyundan gizlemeye çalıştığı bir acziyet içerisinde
kendisini bulur. Bir dizi önlem geliştirmeye çalışmakla birlikte sürdürülebilir
bir konum oluşturmayı başaramaz. Bu arada içeride boş hamasetin dozu artırılır,
Erdoğan ve Davutoğlu, vatan toprağı Süleyman Şah Türbesi’ne yönelik bir saldırı
olursa en şiddetli şekilde karşılık verileceğini defaatle savunur. Ama ne yazık
ki yaptıkları, tarihe bir utanç vesikası olarak geçecek Türk toprağını IŞİD’e
teslim etmek, uluslararası hukuktan kaynaklanan hakları korumak yerine Türk
bayrağını indirmek ve türbeyi bombalayarak tahrip etmek olur.
Tüm bunlar yapılırken de,
ciddi iddialara göre, IŞİD ile terör
örgütü PKK’nın Suriye kolu olarak faaliyet gösteren PYD’nin izni alınmak
durumunda kalınır. Bugüne kadar Süleyman Şah Türbesi ile ilgili her adımını
uluslararası hukukun kaidelerine ve uluslararası anlaşmaların sağladığı garantilere
göre atan Türkiye, maalesef Erdoğan ve Davutoğlu yönetiminde ilk kez bu
kaidelerin dışına çıkmıştır. Uluslararası hukuk açısından kalıcı bir sonuç
doğurmayacak amatörce bir hamleyle Türkiye’nin tarihi ve hukuki haklarını şuursuzca
ve hovardaca zayi etmişlerdir.
Türkiye’nin dış
ilişkilerini ve güvenlik politikalarını bir nevi gecekondu ve varoş
zihniyetiyle yürütmeyi adet haline getiren bu yıkım kadrosu, herhangi bir
hukuki temele dayandırma zahmetine girmeden Türkiye sınırına 200 metre
mesafedeki bir toprak parçasını el çabukluğuyla çevirerek yeni türbe yeri
olarak ilan etmiştir. Öyle ki, o toprakların sahibi bir Suriye vatandaşı
kendisine hiçbir bilgi verilmeden ve izni alınmadan yapılan işgali bireysel bir
sorun haline getireceğinin ilk işaretlerini vermiştir.
Benzer mecburiyetler
oluştuğunda uluslararası hukukun gereklerine azami özen gösteren Türkiye, maalesef
uzun yıllar boyunca büyük sorunlara temel oluşturacak şekilde, AKP iktidarının “çadır
devleti” anlayışına mahkum olmuştur. Türk toprağı terkedilirken milli iradenin
temsilcisi Meclis’ten izin alma zahmet ve nezaketi bile gösterilmemiştir. Günü
kurtarmaya matuf bu gecekonducu yaklaşımın ileride diplomatik ve hukuki açıdan
çok ciddi sorunlara neden olacağı muhakkaktır.
Doğrusunu söylemek
gerekirse, ulusal birliği ve uluslararası ilişkileri zehirleyen ve ülkeyi her
alanda geri dönülmez bir felakete doğru hızla sürükleyen bu gecekondu ve varoş zihniyetini
Türkiye hiç mi hiç hak etmiyor!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder