24 Şubat 2015 Salı

Süleyman Şah Türbesi ve varoş diplomasisi


Normalde tüm diğer konuları bir kenara bırakıp Türkiye’yi en bayağısından bir muhaberat devletine taşıyarak, 5. sınıf bir Ortadoğu diktatörlüğüne dönüştürecek iç güvenlik paketini tartışmamız gerekirdi. Ancak, hükümetin her gün bir yenisine imza attığı rezaletler, AKP’nin sandalye çoğunluğu sayesinde Meclis’te geçirdiği diktatörlük yasalarını bile tartışmaya artık imkan vermiyor. Maruz kaldığımız rezaletlerin en önemli amaçlarından biri belki de bu. Ancak önümüzdeki haftalar ve aylar boyunca nasıl olsa bu yasaların kendisini ve sebep olacağı kaçınılmaz vahim sonuçlarını yaşadıkça yazmaya vaktimiz olacak. Bu yüzden bu yazıda 92 yıllık Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir toprak kaybına yol açan Süleyman Şah Türbesi ricatını değerlendirmeye devam edeceğim.
Bazı mecburiyetler bahane gösterilerek imza atılan ricat fiyaskosu konusunda Davutoğlu hükümetinin büyük bir mahcubiyet içerisinde kamuoyundan özür dilemesi gerekirken, hamasi destanlar eşliğinde yalandan bir zafer havası oluşturuluyor. Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan ve çevresindeki klik olmak üzere, hükümet çevreleri ellerindeki medya gücüyle, son yüzyılın en talihsiz ve en onursuz bir kaçışını bile görülmedik bir büyük zafermiş gibi sunmaya tenezzül edebiliyor. Türk toprağı olduğu Lozan Antlaşması’nda resmen uluslararası hukuk garantisine alınan Suriye sınırları içerisindeki Türk toprak parçasını IŞİD’e terk eden hükümet, utanmasa Allah muhafaza “Ne iyi ettik de vatan toprağını IŞİD’e teslim ettik. Ne iyi ettik de arkamıza bakmadan kaçtık” diyecek.
Daha yakın zamana kadar Erdoğan ve AKP hükümetinin açıktan sempati, hoşgörü ve desteğine mazhar olan terör örgütü IŞİD’in ele geçirdiği bölgede bulunan 10 dönümlük Süleyman Şah yerleşkesinde görev yapan 40’ın üzerindeki askerimizin güvenliği elbette ki sağlanmalıydı. Ama bu iş, uluslararası hukuk tarafından tescilli, manevi ve sembolik değeri yüksek bir “vatan toprağı” illa terk edilerek mi yapılmalıydı? Osmanlı bakiyesi Türkiye’nin, daha henüz Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmadan önce bile, yani hala Kurtuluş Savaşı devam ediyorken, zillet göstermeyip ata yadigarı bu emanete nasıl sahip çıktığını hatırlarsak mevcut durumun vehameti ve utancı daha net anlaşılır sanırım. Bugün 92 yaşında olan Türkiye Cumhuriyeti, Kurtuluş Savaşı verdiği o yıllardan bile daha zayıf mıdır ki, tarihe kara bir leke ve bir utanç tablosu olarak geçen onursuz bir ricatla o topraklarımızı kaçarcasına ter ediyoruz.
Yanlış anlaşılmak istemem. Türk Ordusu’nun verilen emirler çerçevesinde, kaza sonucu verilen bir şehitle de olsa, askeri teknik açıdan başarılı bir operasyon yaptığını yazmıştım ve hala aynı fikirdeyim. Benim sorun ettiğim, ülkeyi yönetme sorumluluğunda olan ve bu sorumluluğu yerine getirmekte aciz kaldıkları oranda “Büyük Türkiye”, “Dünya Devleti Türkiye” propagandasını daha da pompalayarak kamuoyunda bir algı oluşturmaya çalışan hükümet ve iktidar çevrelerinin iş yapış tarzı. 2014 Mart ayından bu yana IŞİD kuşatması altında bulunan Suriye içerisindeki bu Türk toprağına dair gerçekleri konuşmak yerine kamuoyunu pervasızca aldatmaları. En nihayet, bu sorunu köklü Türk devlet geleneğine ve yakın zamana kadar uluslararası ilişkiler alanında oluşturduğu saygın teammüllerle bağdaşmayacak ele alış şekli.
Maalesef, Davutoğlu hükümeti pek çok konuda olduğu gibi, bölgesel ve uluslararası ilişkiler üzerinden kalıcı etkileri olacak ve uluslararası hukuk açısından çok ciddi sorunlara yol açacak bu konuda sanki bin yıllık bir devlet geleneğimiz yokmuşçasına ve adeta bir kabile devletiymişizcesine hareket etmiştir. Son yıllarda iyice AKP hegemonyasına giren siyasetteki paçozlaşmaya paralel bir şekilde uluslararası ilişkiler ve diplomasi alanında da bir hoyratlaşmaya şahitlik ediyoruz. Süleyman Şah Türbesi’nin bulunduğu Türk topraklarından ricat, diplomasi ve uluslararası ilişkiler alanındaki bu varoşlaşma zihniyetini iyice kristalize etmiştir. Şunu da belirtmeden edemeyeceğim, uluslararası ilişkiler alanı ulusal çıkarları ilgilendiren kazanımlar doğrultusunda bazı oldu-bittilere (fait accompli) alışıktır. Ama ulusal çıkarlara aykırı şekilde bir çeşit varoş ve gecekondu kültürüyle gerçekleştirilen bir oldu-bittiye dünya tarihi bu vesileyle ilk kez şahit olmuştur.
Malumunuz olduğu üzere, Süleyman Şah Türbesi’nin yeri ilk kez değiştirilmiyor. İlk iki yer değiştirmede izlenen süreçler incelendiğinde son ricat operasyonunun kahredici sakilliği daha da iyi anlaşılıyor. Biliyorsunuz, biz Türklerin ve daha özelde Osmanlıların atası Süleyman Şah, 1227 yılında askerleri ile birlikte Fırat Nehri’nde boğulunca, naaşları Caber Kalesi eteklerine bir kümbete defnedilir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde mezarın bulunduğu yere bir türbe yapılır. Osmanlı yıkılınca Suriye Fransız Mandası altına girer ve türbe Suriye sınırları içerisinde kalır. 20 Ekim 1921 tarihinde Türkiye ile Fransa arasında imzalanan Ankara Antlaşması’nın 9. maddesi ve 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması’nın 3. maddesi gereğince Caber Kalesi ve türbe Türkiye Cumhuriyeti toprağı olarak kabul edilir. Tarihinin en zayıf olduğu bu dönemde bile Türkiye burada muhâfız birliği bulundurma ve Türk bayrağını çekme hakkını el eder. Manevi önemi o kadar büyük bir hadisedir ki bu, Süleyman Şah’ın torunu son Halife II. Abdülmecid, gönderdiği bir mektupla Süleyman Şah’ın mezarı konusunda Meclis’in gösterdiği alâkaya teşekkür eder. Yani henüz Türkiye Cumhuriyeti bile kurulmamışken yönetimdeki TBMM hükümeti köklü bir devlet geleneğine uygun hareket etmeyi ihmal etmez.
Elbette bu son olmaz. Suriye Fırat Nehri üzerine inşa ettiği Tabka Barajı’nı 1973 yılında tamamlayıp, baraj su toplamaya başlayınca Caber Kalesi ve Süleyman Şah türbesinin tamamen sular altında kalma tehlikesi ortaya çıkar. Suriye, Türkiye’den türbenin ya yerini değiştirmesi ya da tamamen Türkiye’ye naklini talep eden bir nota gönderir. Türkiye de buna karşılık Suriye’ye bir nota verir ve Keban Barajı’nın kapaklarını kapatarak Fırat Nehri üzerinden Suriye’ye su akışını engeller. Olay ciddi bir ikili krize dönüşür. Ankara ve Şam hükûmetleri arasında uzun süren müzakerelerin ardından bir anlaşma imzalanır. Anlaşma, Süleyman Şah Türbesi’nin Türkiye’nin tercihleri ve beğenisi doğrultusunda seçilen yere, yani haftasonu skandal ricat operasyonunun yapıldığı alana, taşınmasını öngörür.
1995 yılında, Suriye bu kez de Fırat Nehri’nin daha üst kotlarında inşasına başladığı Teşrin Barajı sebebiyle Karakozak bölgesindeki Süleyman Şah Türbesi’nin bölge dışında başka bir alana ya da Türkiye’ye taşınması hususunu yeniden gündeme getirir. Bunun üzerine Türkiye ile Suriye arasında yapılan görüşmeler sonucunda türbenin mevcut yerinin baraj gölünün olumsuz tesirlerinden korunması için tahkim edilmesine karar verilir. 2001’de Teşrin Barajı’nın tamamlanması nedeniyle türbenin taşınması bir kez daha gündeme gelir. Suriye tarafı bu defa türbenin şimdiki yerinden de kaldırılarak gösterecekleri ve Türk tarafının da kabul edeceği bir yere taşınmasını ister. Ancak Türkiye’nin girişimleriyle proje, türbenin mevcut yerinin korunması yönünde değiştirilir.
Erdoğan rejiminin belli belirsiz bir sempatiyle yaklaştığı terör örgütü IŞİD’in 13 Mart 2014 tarihinden itibaren ele geçirdiği bölgede mahsur kalan Süleyman Şah Türbesi ve türbenin bulunduğu Türk toprağını korumakla görevli 40’tan fazla askerin can güvenliği ciddi bir soruna dönüşür. Esed Yönetimi ile diplomatik ilişkilerini kesmiş olan AKP hükümeti özenle kamuoyundan gizlemeye çalıştığı bir acziyet içerisinde kendisini bulur. Bir dizi önlem geliştirmeye çalışmakla birlikte sürdürülebilir bir konum oluşturmayı başaramaz. Bu arada içeride boş hamasetin dozu artırılır, Erdoğan ve Davutoğlu, vatan toprağı Süleyman Şah Türbesi’ne yönelik bir saldırı olursa en şiddetli şekilde karşılık verileceğini defaatle savunur. Ama ne yazık ki yaptıkları, tarihe bir utanç vesikası olarak geçecek Türk toprağını IŞİD’e teslim etmek, uluslararası hukuktan kaynaklanan hakları korumak yerine Türk bayrağını indirmek ve türbeyi bombalayarak tahrip etmek olur.
Tüm bunlar yapılırken de, ciddi iddialara göre,  IŞİD ile terör örgütü PKK’nın Suriye kolu olarak faaliyet gösteren PYD’nin izni alınmak durumunda kalınır. Bugüne kadar Süleyman Şah Türbesi ile ilgili her adımını uluslararası hukukun kaidelerine ve uluslararası anlaşmaların sağladığı garantilere göre atan Türkiye, maalesef Erdoğan ve Davutoğlu yönetiminde ilk kez bu kaidelerin dışına çıkmıştır. Uluslararası hukuk açısından kalıcı bir sonuç doğurmayacak amatörce bir hamleyle Türkiye’nin tarihi ve hukuki haklarını şuursuzca ve hovardaca zayi etmişlerdir.
Türkiye’nin dış ilişkilerini ve güvenlik politikalarını bir nevi gecekondu ve varoş zihniyetiyle yürütmeyi adet haline getiren bu yıkım kadrosu, herhangi bir hukuki temele dayandırma zahmetine girmeden Türkiye sınırına 200 metre mesafedeki bir toprak parçasını el çabukluğuyla çevirerek yeni türbe yeri olarak ilan etmiştir. Öyle ki, o toprakların sahibi bir Suriye vatandaşı kendisine hiçbir bilgi verilmeden ve izni alınmadan yapılan işgali bireysel bir sorun haline getireceğinin ilk işaretlerini vermiştir.
Benzer mecburiyetler oluştuğunda uluslararası hukukun gereklerine azami özen gösteren Türkiye, maalesef uzun yıllar boyunca büyük sorunlara temel oluşturacak şekilde, AKP iktidarının “çadır devleti” anlayışına mahkum olmuştur. Türk toprağı terkedilirken milli iradenin temsilcisi Meclis’ten izin alma zahmet ve nezaketi bile gösterilmemiştir. Günü kurtarmaya matuf bu gecekonducu yaklaşımın ileride diplomatik ve hukuki açıdan çok ciddi sorunlara neden olacağı muhakkaktır.
Doğrusunu söylemek gerekirse, ulusal birliği ve uluslararası ilişkileri zehirleyen ve ülkeyi her alanda geri dönülmez bir felakete doğru hızla sürükleyen bu gecekondu ve varoş zihniyetini Türkiye hiç mi hiç hak etmiyor!
  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder