19 Şubat 2015 Perşembe

Dönüşü olmayan noktaya doğru: İflas etmiş devlet


Türkiye mevcut gidişattan çok keskin bir U dönüşü yapmayı başaramazsa dönüşü olmayan korkunç bir noktaya doğru, maalesef, çok büyük bir hızla ilerliyor. 1970’lerden itibaren Lübnan ve Afganistan’ın, 1979’dan bu yana inişli-çıkışlı bir şekilde İran’ın, 1990’lardan itibaren Irak, Somali ve Sudan’ın, çok uzun bir zamandır Suriye ve Libya’nın ve dünyanın değişik bölgelerindeki daha pek çok ülkenin başına gelen o korkunç şeyin Türkiye’nin de başına gelebileceğinden endişe duymak için bugün düne göre çok daha fazla sebebimiz bulunuyor. Türkiye, yüksek ve ivmesi giderek artan bir hızla, belki maazallah yakında “iflas etmiş devlet (failed state)” diye tanımlanabilecek bir felakete doğru sürükleniyor. Doğrusu Türkiye hakkında “iflas etmiş devlet” ve yer yer de “haydut devlet – (rough state)” kavramları bazı Batılı çevrelerdeki özel sohbetlerde, şimdilik düşük bir ses tonlamasıyla da olsa, dile getiriliyor.  
Malumunuz Türkiye, 2000’lerin ilk 10 yılında dört elle sarıldığı demokratikleşme, temel insan hak ve özgürlükleri, hukuk devleti, şeffaflık ve hesap verebilirlik standartlarını yükseltmeye gayret eden bir ülkeydi. O yıllarda demokrat ve medeni dünyanın istikrarlı ve güven telkin eden bir parçası olmaya çabaladığı gibi çevresine de istikrar ihraç eden bir ülke olma konumundaydı. Bu konumuyla Türkiye tüm dünya tarafından umut vaat eden, yakın geleceği son derece parlak bir ülke olarak görülüyordu ve bu özelliğiyle çevresindeki ülkelere de ilham veriyordu.
Ne yazık ki son birkaç yıldır Türkiye bu konumundan hızla uzaklaştı. Maalesef yukarıdaki pozitif yönde ileri adımları atan siyasal kadro zaman içerisinde muhteris bir iktidar çetesine dönüştü. Bu iktidar çetesi, geriye hiçbir denge ve fren mekanizması bırakmayacak şekilde, devletin yönetimini ele geçirdi. Bu çete, evrensel hukuk normları ve demokratik ilkelere göre yönetmek yerine, keyfi ve metazori yöntemlerle ülkeye tahakküm etmeye yöneldi. Öyle ki, bu iktidar çetesi, despotik ve tahakkümcü gidişatta büyük bir iştihayla yol aldığı oranda Türkiye de maalesef gün be gün iflas etmiş bir devlet (failed state) olmaya daha da yaklaştı. Daha birkaç yıl öncesine kadar bir şekilde aklımıza gelse ancak “kötü bir kabustur” diyebileceğimiz ne varsa, maalesef bugün Türkiye’de o yaşanıyor. Daha kötüsü, daha feci günlerin gelmesine yol açacak görülmedik bir yıkımın altyapısı da bu süreç içerisinde oluşturuluyor.
Şu geldiğimiz noktanın hazin fotoğrafına bir bakar mısınız? Basın özgürlüğü her gün darbe üzerine darbe yiyor. Temel hak ve özgürlükler kısıldıkça kısılıyor. Sivil toplum budanıyor, irili ufaklı bütün iş çevreleri devlete çöreklenmiş çetenin kontrolüne sokulmaya çalışılıyor. Demokrasi açığının (democratic deficit) genişledikçe genişlediği bir süreçte ülkenin demokratik niteliği hızla erozyona uğruyor. Aynı iktidar çetesinin akıl almaz keyfilikleri ve haydutluklarıyla hukuk ve adalet duygusu yok ediliyor. Birkaç yıl öncesine kadar temel hak ve özgürlükleri, demokrasi ve hukuk devleti standartlarını geliştirecek özgürlük ve demokrasi paketlerini sıklıkla açan bir ülke olarak bilinen Türkiye, şimdilerde her gün yeni bir güvenlik paketi ile güne uyanıyor.
Öte yandan, iktidar çetesinin en fazla nefret ettikleri arasında hep ilk sırada gelen “güçler ayrılığı sistemi” Türkiye için mazide kalmış bir hatıra artık. Devletin, halen can çekişmekte olan bir-iki kurumu hariç, bütün kurumları keyfilik ve despotizmin buyurgan aracına dönüşmüş durumda. Devleti devlet yapan tecrübeye dayalı tüm teamüller hoyratça yok sayılıyor. Dahası görgüsüzlüklerle bezenmiş ilkel bir kabileci yaklaşımla yok ediliyor. Devletin başı, üzerine namusu ve şerefi üzerine bizzat yemin ettiği Anayasa’yı yok hükmünde görüyor. Anayasayla çerçevesi çizilmiş parlamenter sistem fiilen ortadan kalkmış durumda. Recep Tayyip Erdoğan ülkeyi siyasi sistemimizde ve Anayasa’da yeri olmayan ve hiç kimseye karşı sorumluluk duymayan fiili bir başkan gibi (aslında despotik bir sultan gibi desek daha doğru olur) yönetiyor. Devleti yönetenlerin ağzından halkın muhalif ve farklı kesimlerini hedef alan tehditler, hakaretler, şeytanlaştırmalar, düşmanlaştırmalar her gün havalarda uçuşuyor. En ufak muhalif sesin sahipleri kendilerini birkaç gün içerisinde cezaevlerinde buluyor. Sanki çok özel bir yıkım projesi yürütülüyor ve toplum gerildikçe geriliyor, bölündükçe bölünüyor, kutuplaştıkça kutuplaşıyor. Halk kesimleri birbirlerine düşmanlaştırıldıkça düşmanlaştırılıyor. Ülke korkunç bir sosyo-politik patlamaya doğru yol alıyor.
 Böyle bir ortamda maalesef vatandaşların can ve mal güvenliği de neredeyse tamamen ortadan kalkmış bulunuyor. Bütünüyle iktidarın kontrolüne giren yargıya halkın güveni kalmadığı gibi, adaletin tesis edileceğine dair inancı da artık bulunmuyor. Polis başta olmak üzere, halkın emniyetinden sorumlu güvenlik birimleri hızla AKP’nin milis güçlerine dönüştürülüyor. Bu yönde atılan cüretkar adımların önündeki engeller de son hamlelerle tek tek kaldırılıyor. Onlarca yıllık polis okulları, polis akademileri kapatılıyor. Yerlerine objektif olmayan yöntemlerle iktidar partisi menşeli insanların eline silah vermeyi sağlayacak düzenlemeler getiriliyor. Meclis’te ve toplumda büyük bir gerilime ve güçlü bir itiraza yol açan tartışmalı İç Güvenlik Paketi ile demokrasi tabutuna son çiviler de çakılmak isteniyor. Böylelikle fiili (de facto) diktatörlük düzeninin resmen (de jure) sistemleştirilmesi hedefleniyor. Milletvekillerinin bile can güvenliğinden endişe eder halde geldiği bir ortamda Meclis 5 vekilin yaralandığı bir kavga arenasına dönüşüyor.
Polis ve istihbarat birimleri siyasi amaçlarla tamamen paralize edilmişken vatandaşın sokakta can güvenliği de ortadan kalkmış durumda. 19 yaşındaki kızlara tecavüz edilip, katlediliyor. Erdoğan’ın “her esnaf aynı zamanda bir polistir, alperendir” sözü hala kulaklardayken İstanbul’un göbeğinde bir esnaf, Erdoğan’ın tam istediği gibi, dükkan camına kazayla kartopu atan bir gazeteciyi, kendisini savcı, polis, yargıç ve infaz memuru yerine koyarak, vahşice katledebiliyor. Ülkenin pek çok şehrinde devlet, kontrolü neredeyse tamamen bir terör örgütüne bırakmış durumda. Vergi toplamak şöyle dursun, elektrik ve su faturaları bile toplanamıyor. Devletin polisi, askeri vatandaşın değil kendi güvenliğini bile sağlamaktan aciz bir duruma düşürülüyor. Boşluğu tabii ki PKK/KCK terör örgütü dolduruyor. Pek çok şehir ve kasabada sokakların asayişini sağlama işini PKK/KCK devralmış bulunuyor. Halktan vergiyi onlar topladığı gibi Kürtlerin yoğun yaşadığı yerleşim yerlerinde ortaya çıkan sorunları oluşturdukları kendi mahkemelerinde hükme bağlıyor.
Türkiye devleti, vatandaşlarının demokratik temel hak ve özgürlüklerine bizzat kendisi tehdit haline gelmiş bulunuyor. Öte yandan, vatandaşına karşı asgari sorumluluklarını yerine getiremeyen, kamu düzeninden sadece baskı, zulüm ve hukuksuzluğu anlayan, sınır güvenliğini sağlayamayan, adaleti tesis edemeyen bir devlet durumuna düşürülmüş durumda.
Amerikalı ünlü düşünür Noam Chomsky, “Failed States - The Abuse of Power and the Assault on Democracy (İflas Etmiş Devletler – İktidarın İstismarı ve Demokrasiye Saldırı” isimli kitabında “iflas etmiş devlet” hakkında şunları söylüyor: “İflas etmiş devlet” tanımlaması fazla bilimsel değildir. Ama bu tür devletler bazı temel ortak karakteristiklere sahiplerdir. İflas etmiş devletler, kendi vatandaşlarını şiddetten ve hatta belki de yıkımdan korumakta yetersizdir ya da bu konuda isteksizdir. Ulusal ve uluslararası hukukun erişiminden uzak gördükleri için kendilerini saldırganlık ve şiddet uygulamakta özgür hissederler. Eğer bu devletler demokratik bir formda iseler, içeriğini ve niteliğini kaybetmiş formal demokratik kurumlardan mahrum kalacakları ciddi bir demokrasi açığına (democratic deficit) maruz kalırlar.”
Chomksy, ABD özelinde ise, “Bir kimsenin yüklenebileceği en zor ve aynı zamanda en önemli görevlerden birisi aynaya dürüstçe bakmaktır. Bunu yapmak için kendimize müsaade edersek, kendi ülkemizde de “iflas etmiş devletler – failed states”in karakteristiklerini görmemiz fazla zor olmayacaktır.” diyor.
Chomsky, ABD özelinde durumu analiz ederken bu sonuca varmada ne kadar haklı ve gerçekçi bilemiyorum. Muhtemeldir ki, doğru bir yaklaşımdan yola çıkmış olsa da, daha ideal bir demokrasi ve özgürlük ortamı, daha nitelikli ve adil bir hukuk devleti özlemiyle belki de abartılı bir sonuca varmış olabilir. Ama yukarıda Türkiye’ye dair bir kısmını anlatmaya çalıştığım acı tabloya, hatta onu da boşverin, tıpkı Chomsky’nin önerdiği gibi, gerçeklerin yansıdığı kendi aynanıza vicdan gözüyle şöyle bir bakın ve siz karar verin: Acaba ben de abartıyor muyum?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder