Türkiye mevcut gidişattan
çok keskin bir U dönüşü yapmayı başaramazsa dönüşü olmayan korkunç bir noktaya
doğru, maalesef, çok büyük bir hızla ilerliyor. 1970’lerden itibaren Lübnan ve
Afganistan’ın, 1979’dan bu yana inişli-çıkışlı bir şekilde İran’ın, 1990’lardan
itibaren Irak, Somali ve Sudan’ın, çok uzun bir zamandır Suriye ve Libya’nın ve
dünyanın değişik bölgelerindeki daha pek çok ülkenin başına gelen o korkunç şeyin
Türkiye’nin de başına gelebileceğinden endişe duymak için bugün düne göre çok daha
fazla sebebimiz bulunuyor. Türkiye, yüksek ve ivmesi giderek artan bir hızla, belki
maazallah yakında “iflas etmiş devlet (failed state)” diye tanımlanabilecek bir
felakete doğru sürükleniyor. Doğrusu Türkiye hakkında “iflas etmiş devlet” ve
yer yer de “haydut devlet – (rough state)” kavramları bazı Batılı çevrelerdeki
özel sohbetlerde, şimdilik düşük bir ses tonlamasıyla da olsa, dile
getiriliyor.
Malumunuz Türkiye, 2000’lerin
ilk 10 yılında dört elle sarıldığı demokratikleşme, temel insan hak ve
özgürlükleri, hukuk devleti, şeffaflık ve hesap verebilirlik standartlarını
yükseltmeye gayret eden bir ülkeydi. O yıllarda demokrat ve medeni dünyanın
istikrarlı ve güven telkin eden bir parçası olmaya çabaladığı gibi çevresine de
istikrar ihraç eden bir ülke olma konumundaydı. Bu konumuyla Türkiye tüm dünya
tarafından umut vaat eden, yakın geleceği son derece parlak bir ülke olarak
görülüyordu ve bu özelliğiyle çevresindeki ülkelere de ilham veriyordu.
Ne yazık ki son birkaç yıldır
Türkiye bu konumundan hızla uzaklaştı. Maalesef yukarıdaki pozitif yönde ileri
adımları atan siyasal kadro zaman içerisinde muhteris bir iktidar çetesine
dönüştü. Bu iktidar çetesi, geriye hiçbir denge ve fren mekanizması bırakmayacak
şekilde, devletin yönetimini ele geçirdi. Bu çete, evrensel hukuk normları ve demokratik
ilkelere göre yönetmek yerine, keyfi ve metazori yöntemlerle ülkeye tahakküm
etmeye yöneldi. Öyle ki, bu iktidar çetesi, despotik ve tahakkümcü gidişatta büyük
bir iştihayla yol aldığı oranda Türkiye de maalesef gün be gün iflas etmiş bir
devlet (failed state) olmaya daha da yaklaştı. Daha birkaç yıl öncesine kadar
bir şekilde aklımıza gelse ancak “kötü bir kabustur” diyebileceğimiz ne varsa, maalesef
bugün Türkiye’de o yaşanıyor. Daha kötüsü, daha feci günlerin gelmesine yol
açacak görülmedik bir yıkımın altyapısı da bu süreç içerisinde oluşturuluyor.
Şu geldiğimiz noktanın hazin
fotoğrafına bir bakar mısınız? Basın özgürlüğü her gün darbe üzerine darbe
yiyor. Temel hak ve özgürlükler kısıldıkça kısılıyor. Sivil toplum budanıyor, irili
ufaklı bütün iş çevreleri devlete çöreklenmiş çetenin kontrolüne sokulmaya
çalışılıyor. Demokrasi açığının (democratic deficit) genişledikçe genişlediği
bir süreçte ülkenin demokratik niteliği hızla erozyona uğruyor. Aynı iktidar
çetesinin akıl almaz keyfilikleri ve haydutluklarıyla hukuk ve adalet duygusu yok
ediliyor. Birkaç yıl öncesine kadar temel hak ve özgürlükleri, demokrasi ve
hukuk devleti standartlarını geliştirecek özgürlük ve demokrasi paketlerini
sıklıkla açan bir ülke olarak bilinen Türkiye, şimdilerde her gün yeni bir
güvenlik paketi ile güne uyanıyor.
Öte yandan, iktidar
çetesinin en fazla nefret ettikleri arasında hep ilk sırada gelen “güçler
ayrılığı sistemi” Türkiye için mazide kalmış bir hatıra artık. Devletin, halen
can çekişmekte olan bir-iki kurumu hariç, bütün kurumları keyfilik ve despotizmin
buyurgan aracına dönüşmüş durumda. Devleti devlet yapan tecrübeye dayalı tüm
teamüller hoyratça yok sayılıyor. Dahası görgüsüzlüklerle bezenmiş ilkel bir kabileci
yaklaşımla yok ediliyor. Devletin başı, üzerine namusu ve şerefi üzerine bizzat
yemin ettiği Anayasa’yı yok hükmünde görüyor. Anayasayla çerçevesi çizilmiş parlamenter
sistem fiilen ortadan kalkmış durumda. Recep Tayyip Erdoğan ülkeyi siyasi
sistemimizde ve Anayasa’da yeri olmayan ve hiç kimseye karşı sorumluluk
duymayan fiili bir başkan gibi (aslında despotik bir sultan gibi desek daha
doğru olur) yönetiyor. Devleti yönetenlerin ağzından halkın muhalif ve farklı
kesimlerini hedef alan tehditler, hakaretler, şeytanlaştırmalar,
düşmanlaştırmalar her gün havalarda uçuşuyor. En ufak muhalif sesin sahipleri
kendilerini birkaç gün içerisinde cezaevlerinde buluyor. Sanki çok özel bir
yıkım projesi yürütülüyor ve toplum gerildikçe geriliyor, bölündükçe bölünüyor,
kutuplaştıkça kutuplaşıyor. Halk kesimleri birbirlerine düşmanlaştırıldıkça düşmanlaştırılıyor.
Ülke korkunç bir sosyo-politik patlamaya doğru yol alıyor.
Böyle bir ortamda maalesef vatandaşların can
ve mal güvenliği de neredeyse tamamen ortadan kalkmış bulunuyor. Bütünüyle iktidarın
kontrolüne giren yargıya halkın güveni kalmadığı gibi, adaletin tesis
edileceğine dair inancı da artık bulunmuyor. Polis başta olmak üzere, halkın emniyetinden
sorumlu güvenlik birimleri hızla AKP’nin milis güçlerine dönüştürülüyor. Bu
yönde atılan cüretkar adımların önündeki engeller de son hamlelerle tek tek
kaldırılıyor. Onlarca yıllık polis okulları, polis akademileri kapatılıyor.
Yerlerine objektif olmayan yöntemlerle iktidar partisi menşeli insanların eline
silah vermeyi sağlayacak düzenlemeler getiriliyor. Meclis’te ve toplumda büyük
bir gerilime ve güçlü bir itiraza yol açan tartışmalı İç Güvenlik Paketi ile
demokrasi tabutuna son çiviler de çakılmak isteniyor. Böylelikle fiili (de
facto) diktatörlük düzeninin resmen (de jure) sistemleştirilmesi hedefleniyor.
Milletvekillerinin bile can güvenliğinden endişe eder halde geldiği bir ortamda
Meclis 5 vekilin yaralandığı bir kavga arenasına dönüşüyor.
Polis ve istihbarat birimleri
siyasi amaçlarla tamamen paralize edilmişken vatandaşın sokakta can güvenliği de
ortadan kalkmış durumda. 19 yaşındaki kızlara tecavüz edilip, katlediliyor.
Erdoğan’ın “her esnaf aynı zamanda bir polistir, alperendir” sözü hala
kulaklardayken İstanbul’un göbeğinde bir esnaf, Erdoğan’ın tam istediği gibi, dükkan
camına kazayla kartopu atan bir gazeteciyi, kendisini savcı, polis, yargıç ve
infaz memuru yerine koyarak, vahşice katledebiliyor. Ülkenin pek çok şehrinde
devlet, kontrolü neredeyse tamamen bir terör örgütüne bırakmış durumda. Vergi toplamak
şöyle dursun, elektrik ve su faturaları bile toplanamıyor. Devletin polisi, askeri
vatandaşın değil kendi güvenliğini bile sağlamaktan aciz bir duruma
düşürülüyor. Boşluğu tabii ki PKK/KCK terör örgütü dolduruyor. Pek çok şehir ve
kasabada sokakların asayişini sağlama işini PKK/KCK devralmış bulunuyor. Halktan
vergiyi onlar topladığı gibi Kürtlerin yoğun yaşadığı yerleşim yerlerinde ortaya
çıkan sorunları oluşturdukları kendi mahkemelerinde hükme bağlıyor.
Türkiye devleti, vatandaşlarının
demokratik temel hak ve özgürlüklerine bizzat kendisi tehdit haline gelmiş
bulunuyor. Öte yandan, vatandaşına karşı asgari sorumluluklarını yerine
getiremeyen, kamu düzeninden sadece baskı, zulüm ve hukuksuzluğu anlayan, sınır
güvenliğini sağlayamayan, adaleti tesis edemeyen bir devlet durumuna düşürülmüş
durumda.
Amerikalı ünlü düşünür Noam
Chomsky, “Failed States - The Abuse of Power and the Assault on Democracy
(İflas Etmiş Devletler – İktidarın İstismarı ve Demokrasiye Saldırı” isimli
kitabında “iflas etmiş devlet” hakkında şunları söylüyor: “İflas etmiş devlet”
tanımlaması fazla bilimsel değildir. Ama bu tür devletler bazı temel ortak
karakteristiklere sahiplerdir. İflas etmiş devletler, kendi vatandaşlarını
şiddetten ve hatta belki de yıkımdan korumakta yetersizdir ya da bu konuda
isteksizdir. Ulusal ve uluslararası hukukun erişiminden uzak gördükleri için kendilerini
saldırganlık ve şiddet uygulamakta özgür hissederler. Eğer bu devletler
demokratik bir formda iseler, içeriğini ve niteliğini kaybetmiş formal
demokratik kurumlardan mahrum kalacakları ciddi bir demokrasi açığına (democratic
deficit) maruz kalırlar.”
Chomksy, ABD özelinde
ise, “Bir kimsenin yüklenebileceği en zor ve aynı zamanda en önemli görevlerden
birisi aynaya dürüstçe bakmaktır. Bunu yapmak için kendimize müsaade edersek,
kendi ülkemizde de “iflas etmiş devletler – failed states”in
karakteristiklerini görmemiz fazla zor olmayacaktır.” diyor.
Chomsky, ABD özelinde
durumu analiz ederken bu sonuca varmada ne kadar haklı ve gerçekçi bilemiyorum.
Muhtemeldir ki, doğru bir yaklaşımdan yola çıkmış olsa da, daha ideal bir demokrasi
ve özgürlük ortamı, daha nitelikli ve adil bir hukuk devleti özlemiyle belki de
abartılı bir sonuca varmış olabilir. Ama yukarıda Türkiye’ye dair bir kısmını
anlatmaya çalıştığım acı tabloya, hatta onu da boşverin, tıpkı Chomsky’nin
önerdiği gibi, gerçeklerin yansıdığı kendi aynanıza vicdan gözüyle şöyle bir bakın
ve siz karar verin: Acaba ben de abartıyor muyum?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder